• dizilerde, filmlerde çok kendisine yer bulamayan, tüm avrupayı bir dönem dize getirmiş adam. savaş ve barış dışında, hakkında uyarlanan popüler kitap, film, dizi bulmanın zor olmasına anlam verebilmiş değilim. çok da ilginç bir dönem, çok ilginç bir imparator ve muazzam bir stratejist. insanların ilgisini niye çekmediği araştırılmalı bence. kubrick, planladığı filmi keşke çekebilseydi.
  • sürgün edildiği saint helena adasında karaambar kamyoncular derneğinin temellerini atmıştır.
    https://www.google.com/…!3d-15.9650104!4d-5.7089241
  • ingilizlere, özellikle de ingiliz kraliyet ailesine yok olma korkusunu yaşatan en önemli kişi olduğu için ve günümüz dünyasının kültürel yapısını ingiliz toplumunun ataları şekillendirmiş olduğundan hak ettiği değeri göremediğini düşündüğüm komutan.

    bu noktada bunu hitler'in de hissettirmiş olabileceğini düşünen olabilir ancak hitler'in ingiliz monarşisini ortadan kaldırma gibi bir düşüncesi hiçbir zaman olmadı. ancak napoleon'un hem ingilizlere duyduğu nefret hem de özel olarak ingiliz kraliyet ailesine duyduğu nefret düşünülünce ingilizlerin kendisini piyasadan silmeyi istemesi normal karşılanabilir.

    sen git tarihin en çok savaş kazanan komutanı ol, tüm avrupa'yı kontrolün altına al ancak adın anıldığında en çok hatırlanan niteliklerinden birisi boyunun kısalığı olsun *. şaka bile olmaması gerekir ancak söz konusu ingiliz propagandası olunca gerçek halini alıyor böyle saçmalıklar.

    tüm bu nedenlerden dolayı oluşan koşullar, popüler kültür ürünlerinde de kendisine yer verilmemesine neden oluyor.
  • mısır halkının kendisine ali bonapart dediği fransa imparatoru.
  • 20. bölüm (elbe adası yeni misafirini ağırlıyor, fransa'da imparatorun dönüşü fısıltı olmaktan çıkıyor, sürgündeki aslan hükmettiği topraklara tek başına dönüyor, napoleon güçlenerek başkente yürüyor, tahttaki kral xviii. louis de onun üstüne yürüme kararı aldıktan sonra kaçıyor ve yüz gün dönemi başlıyor)

    bonaparte, sürgün adasına giderken bir fransız gemisine binmeye yanaşmamıştı. o sırada yalnız ingiliz denizcilerine itibar gösteriyordu çünkü ingilizler galipti, kinlerini unutmuşlardı ve napoleon da hain albion’a savurmuş olduğu iftiralarla hakaretleri unutmuştu. artık hayranlığına layık olarak yalnız zaferi kazanan tarafı görüyordu ve kendisini ilk sürgün yerinin limanına götüren undaunted gemisi oldu. burada nasıl karşılanacağı hususunda kaygılar duymaktan geri kalmıyordu. fransız garnizonu, muhafazası altındaki toprakları ona verecek miydi? adanın italyan halkından bir kısmı ingilizleri çağırmak, bir kısmı da kimseye bağlı olmamak istiyordu; birbirlerine yakın birkaç burun üzerinde üç renkli bayrakla beyaz bayrak dalgalanıyordu. ama her şey yoluna girdi. bonaparte’ın milyonlarıyla birlikte geldiği haber alınınca türlü kanaatteki ahali asil bir hareketle(!) düşmüş büyüğü kabule karar verdi. milli ve dini makamlar aynı kanaate çevrildiler. piskopos yardımcısı josef-philippe arrighi bir emir yayımladı. bu dini emirde deniliyordu ki: "tanrı bundan böyle büyük napoleon’un tebaaları olmamızı takdir buyurmuş. bu derece yüksek bir şerefe ulaştırılan elbe adası tanrının sevgili ülkesi oluyor. tanrıya yakarmak için büyük bir te deum ayini yapılmasını emrediyoruz."

    imparator, fransız garnizonu komutanı general dalesme’e yazdığı bir mektupta, halkının ve ikliminin yumuşaklığı dolayısıyla ikameti için adalarını seçmiş olduğunu elbelilere bildirmesini istiyordu. sürgün imparator, porto-ferrajo’da karaya ayak bastı. kendisini getiren ingiliz fırkateyninin toplarıyla sahil bataryaları onu birlikte selamlıyordu. oradan sayvan altında kiliseye götürüldü ve te deum ayini yapıldı. teşrifatçılık yapan kilise memuru, ellerini göbeği üstünde kavuşturamayan şişman ve bodur bir adamdı. napoleon’u sonra belediye binasına götürdüler, orada kendisine bir daire hazırlanmıştı. yeni imparatorluk sancağı çekildi: beyaz zemin üstüne üç yıldızlı arı serpili kırmızı bir şerit, üç kemanla iki kontrbas neşeli havalar çalarken peşlerinden geliyordu. balo salonuna çarçabuk kurulmuş olan napoleon'un tahtı yaldızlı kağıt ve kızıl kumaş parçalarıyla bezenmişti. esirin mizacındaki aktörlük bu gösterişlerle bağdaşıyordu: napoleon nasıl vaktiyle tuileries’de saray halkını eski zaman oyunlarıyla eğlendirmiş, sonra da vakit geçirmek için insanları savaşmaya götürmüşse, şimdi de kilise oyunu oynuyordu. maiyetini teşkil etti: bunlar dört ulak, üç emir subayı ve iki saray görevlisinden ibaretti. haftada iki defa, akşamın saat sekizinde kadınları kabul edeceğini bildirdi. bir balo verdi. istihkam askerlerine mahsus olan köşke el koyarak oraya yerleşti. bonaparte demokrasi ile krallığı, içinden çıkmış olduğu bu iki kaynağı hayatında daima karşısında buluyordu; iktidarı halk yığınlarının, mevki ve payesi ise dehasının eseriydi; onun için şehir meydanından tahta, erfurt’ta etrafını çeviren krallarla kraliçelerden porto-ferrajo’daki sundurması altında dans eden fırıncılarla zeytinyağı tüccarlarına hiç zahmetsiz geçerdi. hükümdarlar arasında halka yakındı, halk arasında ise hükümdarları hatırlatan bir tarafı vardı. elbe adasında sabahın saat beşinde ipek çoraplar ve tokalı iskarpinleriyle dülgerlerine başkanlık ederdi.

    daha vergilius’un zamanında çelik bakımından pek zengin olan "insula inexhaustis chalybum generosa metallis (aeneis, x. kitap 174. mısra: chalybus adası tükenmez madenler bakımından cömert bir memlekettir)" imparatorluğuna yerleşen bonaparte, uğradığı hakaretleri hiç de unutmuş değildi. kefenini yırtma isteğinden vazgeçmemişti ama gömülüymüş gibi davranmak, yalnız ara sıra anıtının çevresinde bir hayalet gibi görünmek işine gelmiyordu. onun için sanki başka bir düşüncesi yokmuş gibi o demir ve manganez cevheri ocaklarına inmeye acele etti; görenler eski devletinin sabık maden müfettişi sanırlardı. demirhanelerinin gelirini légion d’honneur’e bağışladığına pişmanlık duydu. o sırada 500.000 frank ona askerlerinin göğüslerini süsleyen kana bulanmış bir haçtan daha değerli görünmüştü: "ne hata etmişim! ama bunun gibi az mı saçma kararlar verdim." livorno ile bir ticaret antlaşması imzaladı, cenova ile de imzalamaya niyetleniyordu. beş on kulaçlık geniş bir yol yapmaya girişti ve dört büyük şehrin yerlerini çizdi, dido da kartaca’nın sınırlarını böyle çizmişti. dünya büyüklüklerini tattıktan sonra filozoflaşmış bir insan sıfatıyla bundan böyle bir ingiliz kontluğundaki sulh yargıcı gibi yaşamak istediğini söyledi: bununla birlikte porto-ferrajo’ya hakim bir tepeye çıkıp da falezlerin eteklerinde dört bir yandan karayı kuşatan denizi görünce kendini tutamadı: "vay canına!" dedi, "doğrusu benim ada pek küçükmüş." bütün topraklarını bir iki saat içinde gezebilirdi: pianosa adındaki bir kayalığı da buraya katmak istedi. gülerek: "avrupa beni şimdiden bir fetihte bulunmakla suçlayacak" diyordu. müttefik devletler alay olsun diye ona dört yüz asker bıraktıkları için kıs kıs gülüyorlardı; oysa bütün askerlerini sancak altına çağırmak için savaş tanrısına bu kadarı bile yeterdi.

    napoleon’un ününün başladığını görmüş olan ve hala hatırasını saklayan italya’nın kıyılarında bulunuşu her tarafta heyecan uyandırıyordu. joachim murat yanıbaşındaydı; dostları olan yabancılar gizlice ya da apaçık kendisini bu ıssız yurdunda görmeye geliyorlardı; annesiyle kızkardeşi prenses pauline onu ziyaret ettiler; çok geçmeden marie-louise'le oğlunun da gelmesi bekleniyordu. gerçekten de bir kadınla bir çocuk çıkageldiler: pek gizlice karşılanan bu kadın gidip adanın en ücra bir köşesinde tenha bir köşkte oturdu: kalypso, ogygia kıyılarında odysseus’a aşkından bahsediyor, o da kendisini dinleyecek yerde taliplerden kendisini nasıl koruyacağını düşünüyordu. iki gün dinlenmeden sonra, kuzey kuğusu, yavrusunu beraberinde beyaz yatına alarak bales mersinliklerinden anakaraya çıkmak üzere gitti.

    bütün devletler, kendilerini bu kadar güvende hissetmemiş olsalardı, bir felaketin yaklaştığını keşfetmeleri kolay olurdu. bonaparte doğduğu yerin ve fetihlerinin pek yakınında bulunuyordu; onun ölüm adası daha uzakta olmalı, daha çok suyla çevrili bulunmalıydı. napoleon’u, sadece sürgün çıraklığını yapacağı adaya göndermeyi müttefiklerin nasıl olup da akıllarına getirdikleri anlaşılır şey değildir. appenin dağları'nı seyrederken, montenotte, arcola ve marengo muharebe alanlarının barut kokularını duyarken, kendisinin üç güzel cariyesi olan venedik, roma ve napoli’yi uzaktan görürken en dayanılmaz arzularla kıvranmayacağı düşünülebilir miydi? dünyanın altını üstüne getirmiş olduğu, her yanda hayranları ve minnettarları bulunduğu unutulmuş muydu? hırsları hayal kırılışına uğramıştı ama sönmüş değildi; bahtsızlık ve intikam bu hırsların ateşini körüklüyordu. dünyanın hükümdarı, sürgünü ile şekillenen yeni cihanın bir ucundan insanlığı ve dünyayı görünce ikisini de tekrar ele geçirmeye karar verdi.

    yaman esir, ortaya atılmadan önce, birkaç hafta kendini tuttu. herkesle büyük bir firavun oyunu oynarken, dehası bir ikbal ya da krallık pazarlığına girişmişti. josep fouche’ler, gusman d’alfarache’lar gıvıl gıvıl kaynaşıyordu. büyük aktör uzun zamandan beri gardiyanına melodram oynatmış ve yüksek tiyatroyu kendi payına ayırmıştı: tiyatrosunun kapanlarına kısılıp giden adi kurbanlarla gönül eğlendirirdi.

    restorasyon'un ilk yılında bonapartçılık, umutları çoğaldığı ve bourbonların iradesizliğini öğrendiği ölçüde fikirlerde kalmaktan sıyrılıp harekete geçti. bir kere dışarıda dolap kurulduktan sonra içerde de kuruldu ve ayaklanma apaçık bir hal aldı. mösyö ferand’ın becerikli idaresi altında lavalette kontu antoine marie chamans, ayaklanmanın haberleşmesini yürütüyordu, krallığın ulakları imparatorluğun haberlerini taşıyordu. artık kimse gizlenmeye lüzum görmüyordu, karikatürler istenen dönüşü haber veriyorlardı; bir resimde tuileries sarayının pencerelerinden kartallar girerken kapılarından hindilerin çıktığı görülüyordu; nain jaune (sarı cüce isimli, krallık aleyhinde yazılar yazan bir gazete) ördek tüylerinden söz ediyordu. her yandan alametler belirmişti ama bunlara inanmak istemiyorlardı. isviçre hükümeti, vaud eyaletine çekilmiş olan joseph bonaparte’ın faaliyetinden krallık hükümetini haberdar etmek istemişti ama aldıran olmamıştı. elbe adasından gelen bir kadın porto-ferrajo’da olup bitenler hakkında bütün ayrıntılarıyla bilgi vermişti: polis de onu tutup hapse atmıştı. napoleon’un viyana kongresi'nin dağılmasından önce bir teşebbüse girişemeyeceği, bir şey yapmaya kalkışacak olursa herhalde buna italya’dan başlayacağı muhakkak sayılıyordu. daha çok akılları eren başkaları ah keşke o küçük umacı onbaşı, acemilik edip fransa kıyılarına çıksa, diye dua ediyorlardı. ne kadar isabet olurdu; bir hamlede işini bitiriverirlerdi. carlo andrea pozzo di borgo, viyana’da, suçluyu bir ağaç dalına asacaklarını haber veriyordu. bazı belgeler ele geçirilmiş olsaydı, daha 1814'ten itibaren askeri bir komplonun gizliden gizliye hazırlandığı ve mösyö de talleyrand’ın, fouché’nin teşvikiyle viyana'da yönettiği siyasi komplonun paralel olarak geliştiği görülürdü. napoleon'un dostları kendisine acele dönmezse tuileries’de yerini orléans dükü louis philippe'in alacağını haber veriyorlardı: bu ifşanın imparatorun dönmesini çabuklaştırmış olduğu kanısı yaygındır. bu entrikaların dönmüş olduğu malum ama bonaparte’a kararını verdiren asıl sebep dehasının özelliğiydi.

    jean-baptiste drouet d'erlon ile françois joseph lefebvre'in komploları patlak vermişti. bu generallerin kazan kaldırmasından birkaç gün önce, 3 aralık 1814’te savunma bakanı tayin edilen mareşal jean-de-dieu soult'un evinde birisi, xviii. louis’nin hartwell’deki sürgün hayatını anlatıyordu; mareşal dinliyordu: her anlatılan olaya şu iki kelimeyle cevap veriyordu: "tarihi olay." -"haşmetlinin terliklerini getiriyorlardı." +"tarihi olay!" -"kral perhiz günleri yemeğe başlamadan üç taze yumurta yutardı." +"tarihi olay!" bir hükümet sağlam kurulmuş değilse, vicdanı hesaba katılmaya değer olmayan her adam, enerjisinin azlığına ve çokluğuna göre komplocunun çeyreği, yarısı veya üçte biri haline gelir, o talihin kararını bekler: ihanetleri kanaatlerden çok, olaylar ve şartlar yaratır.

    ansızın, inanmayanlara imparatorun karaya çıktığını haber verdiler: orléans dükü ve mareşal jacques macdonald lyon’a koştular, sonra hemen geri döndüler. mebuslar meclisinde suçlanan mareşal soult 11 mart'ta yerini feltre dükü henri jacques guillaume clarke'a bıraktı. bonaparte 1815’te xviii. louis’nin savunma bakanı sıfatıyla, karşısında 1814’te kendisinin son savaş bakanı olan generali buldu.

    bu teşebbüs eşi görülmedik bir cüretti. siyasi bakımdan bu harekete napoleon’un affedilmez bir cinayeti ve en büyük hatası gözüyle bakılabilir. henüz kongrede bir arada toplanmış bulunan hükümdarların, henüz silah altında bekleyen avrupa’nın kendisinin yeniden tahta çıkmasına göz yummayacaklarını bilirdi. bunu idrak etmesi ona hatırlatmalıydı ki, bir başarı kazansa bile bunun ancak kısa bir ömrü olacaktı. tekrar sahnede görünme tutkusu için kanını ve hazinelerini uğrunda bol bol harcamış olan bir ulusun rahatını ve huzurunu kurban ediyordu; mazide olduğu ve gelecekte olacağı her şeyi kendisine borçlu bulunduğu vatanı parçalanma tehlikesine uğratıyordu. bu eşi görülmedik tasavvurda vahşi bir bencillik vardı.

    bütün bunlar pratik akla göre, aklından çok midesiyle düşünen bir insan için doğrudur ama napoleon mizacında insanlar için bambaşka bir akıl ve muhakeme vardır, bu yüksek ünlü insanların kendilerine göre bir gidişleri olur: kuyruklu yıldızlar, hesaba gelmeyen daireler çizerler, hiçbir şeye bağlı değillerdir, bir işe yaramaz gibi görünürler; önlerine bir yıldız çıkarsa onu parçalar ve gök boşluğunda kaybolurlar; onların yasalarını tanrıdan başkası bilmez. olağanüstü adamlar insan zekasının anıtlarıdır, kaideleri değil.

    bonaparte arkadaşlarının yanlış raporlarından çok dehasının gereklerine uyarak bu işe atıldı. kendine olan inancı yüzünden sefere çıktı. büyük bir adam için doğmakla her iş bitmiş olmaz, ölmek de lazımdır. elbe adası napoleon'a mezar olabilir miydi? diocletianus’un dalmaçya'daki salona’da yaptığı gibi bir sebze tarlasının hükümdarlığına razı olabilir miydi? biraz daha beklemiş olsaydı, hatırası gevşedikten, eski askerleri ordudan ayrıldıktan, yeni toplum düzeni kurulduktan sonra başarı ihtimali daha çok olur muydu?

    her neyse, aklına uyup dünyaya meydan okudu, başlangıçta nüfuz ve itibarının büyüklüğü bakımından yanılmadığını sanmış olsa gerek.

    bir gece, 25 ile 26 şubat arası, prenses borghèse’in ev sahipliğini ettiği bir balodan çıkışında, uzun zaman suç ortağı ve arkadaşı olan zaferle birlikte kaçıp yola çıktı. fransız filolarıyla kaplı bir denizi aştı, iki fırkateyne, bir 74’lük gemiye ve zéphyr adlı harp teknesine rastladı, bu gemi yaklaşarak onları sorguya çekti, süvarinin sorularına bizzat kendisi cevap veriyordu: deniz ve dalgalar onu selamladılar, yoluna devam etti. küçük gemisi inconstant’ın güvertesi ona hem gezinti yeri, hem de çalışma odası görevini yapıyordu. esen rüzgarlar arasında o söylüyor, yanındakiler o sallantılı masa üzerinde yazıyorlardı, orduya ve fransa’ya hitaben üç bildiri yazdırdı. macera arkadaşlarıyla dolu birkaç filika onun amiral gemisi etrafında, yıldız serpili beyaz bayrağı taşıyordu. 1 mart günü sabahın saat 3'ünde cannes'la antibes arasında jouan körfezinde karaya yanaştı, gemiden indi, kıyıda dolaştı, menekşe topladı ve bir zeytin fidanlığında ordugah kurdu. şaşıran halk geri çekiliyordu. antibes’e uğramadı, grasse dağlarına doğru ilerledi, sernon, barrème, digne ve gap’ı geçti. sisteron’da yirmi kişi onu durdurabilirdi, oysa kimseye rastlamadı. birkaç ay önce kendisini boğazlamaya kalkışmış olan halkın arasından hiçbir engelle karşılaşmadan ilerledi. o dev gölgesinin çevresinde meydana gelen boşluğa birkaç asker girecek olsa bunlar kartallarının çekiminden kendilerini kurtaramıyorlardı. adeta büyülenen düşmanları onu arıyor ama göremiyorlardı; sahra aslanı gözleri kamaşan avcılara görünmemek için nasıl güneş ışıklarının ardında gizlenirse, o da şan ve şöhreti içinde gizleniyordu. arcole’nin, marengo'nun, austerlitz’in, jena’nın, friedland’ın, eylau’nun, borodino'nun, moskova’nın, lützen’in, bautzen’in kanlı hayaletleri, bir ateşten hortuma sarılarak bir milyon ölüyle onu koruyorlardı. bu ateş ve duman sütunu içinden, şehir kapılarında, üç renkli sancağın işaretlerine karışan bir iki boru sesi duyuluyordu ve şehir kapıları düşüyordu. napoleon, dört yüz bin piyade ve yüz bin süvarinin başında olarak, çarların moskova’daki sarayını havaya uçurmak için neman’ı geçtiği zaman; böyle sürgününü bozarak, zincirlerini kralların suratına fırlanarak, tuileries sarayında yatmak için cannes’dan paris’e tek başına gelişindeki kadar şaşırtıcı olmamıştı.

    tek bir adamın başarılı bir istila mucizesi yanında bunun sonucu olan aynı derecede beklenmedik bir olay görüldü: meşru krallık fenalıklar geçirdi. devletin kalbindeki baygınlık vücuda yayıldı ve fransa’yı kımıldayamaz hale getirdi. bonaparte, yirmi gün konaklaya konaklaya ilerledi, kartalları çan kulelerinin birinden ötekine uçup duruyordu ve iki yüz fersahlık bir yol üstünde, her şeye hakim olan, parası ve adamları olan hükümet, halkın karşı koymadığı ama peşinden de gitmediği bir adamı hiç değilse bir saatçik geciktirmek maksadıyla bir köprüyü atmak, bir ağacı devirmek için bile zaman ve imkan bulamadı.

    hükümetin bu uyuşukluğu, paris’te halkın için için kaynamakta olması yüzünden büsbütün büyük bir kusurdu. mareşal michel ney’in oyunbozanlık etmesine rağmen bu halk karşı koymak için kendisinden istenecek her şeyi yapabilirdi. benjamin constant gazetelerde şöyle yazıyordu:
    "bonaparte, vatanımızı felaketten felakete sürükledikten sonra fransız topraklarından ayrılmıştı. bu ayrılışın ebedi olacağını sanmayan var mıydı? ansızın tekrar ortaya çıktı ve fransızlara yine hürriyet, zafer ve barış vaadinde bulundu. fransa’nın bağlı olduğu anayasaların en zorba halini kaleme alan adam, bugün hürriyetten söz ediyor. ama tam on dört yıl hürriyeti ezip yok etmiş olan da bonaparte'tır. hatıraların etkisi altında olmak, iktidar alışkanlığı gibi bir mazereti de yoktu, hükümdar olarak doğmamıştı. boyunduruk altına aldığı kimseler onun gibi vatandaşlardı, zincirledikleri kendi eşitleriydi. iktidarı miras yoluyla elde etmiş değildi, istibdadı istemiş ve önceden tasarlamıştı: ne hürriyeti vadedebilir? onun imparatorluğu zamanındakinden bin kere daha hür değil miyiz? zafer vadediyor, oysa mısır’da, ispanya’da ve rusya'da, üç defa ordularını yüzüstü bıraktı, silah arkadaşlarını soğuğun, sefaletin ve ümitsizliğin ucuz ölümüyle pençeleşmeye terk etti. fransa’yı istila zilletine uğrattı; kendisinden önce yapmış olduğumuz fetihleri kaybetti. barışı vadediyor, oysa sadece onun adı bile bir savaş işaretidir: onun hizmetine girme bahtsızlığına uğrayacak ulus yeniden avrupa’nın kinine hedef olacaktır. onun zaferi uygar dünyaya karşı bir ölüm savaşının başlangıcı olurdu. demek ki ne isteyecek, ne de vadedecek bir şeyi vardır. kimi inandırabilir ya da kimi kandırabilir? içeride savaş, dışarda savaş... işte bize getirdiği armağanlar."

    mareşal soult’un 8 mart 1815 tarihli günlük emri, krala olan sadakatini coşkunca haykırırken, aşağı yukarı benjamin constant’ın fikirlerini tekrarlar:
    "askerler, gaspettiği ve uğursuz bir şekilde kullandığı iktidardan avrupa’nın gözü önünde feragat etmiş olan adam, bir daha görmemesi gereken fransız topraklarına ayak basmıştır.

    istediği nedir? -iç savaş. aradığı nedir? -hainler. bunları nerede bulacak? -cesaretlerini yanlış yollara sürükleyerek bunca defalar aldatmış ve harcamış olduğu askerler arasında mı? yalnız adının bile dehşet salmaya yettiği aileler arasında mı?

    bonaparte, artık bir maceradan başka bir şey olmayan bir adamın sonucunu paylaşmak için meşru ve sevilen bir hükümdara yüz çevireceğimizi sanacak kadar bizi küçük görmektedir. kaçık buna inanıyor ve son çılgınca hareketi bize onu daha iyi tanıtıyor.

    askerler, fransız ordusu avrupa’nın en yiğit ordusudur, aynı zamanda en sadık ordusu da olacaktır.

    milletimizin atasının, büyük henri’nin meziyetlerine mirasçılık etmekte olan bu şerefli hükümdarın sesine uyarak zambaklı sancağın etrafında toplanalım. yapacağınız görevleri size kendisi tayin etmiştir. gururlu fransız şövalyelerinin bir örneği olup vatanımıza mutlu dönüşüyle gaspçıyı kovan kral, o büyük varlığıyla, zorbanın tek ve son umudunu da yok edecektir."

    xviii. louis, 16 mart'ta mebus’ar meclisine geldi; fransa’nın ve dünyanın kaderi söz konusuydu. kral içeri girdiği zaman mebuslarla seyirciler başlarını açıp ayağa kalktılar: salonun duvarları alkışlar ve "yaşa" sesleriyle çınladı, xviiii. louis ağır ağır tahta çıktı. prensler, muhafız kıtası mareşalleriyle komutanları kralın iki yanına aralandılar. haykırışlar kesildi, her şey sustu: bu ara sessizlikte sanki napoleon’un uzaktan gelen ayak sesleri işitiliyor gibiydi. yerinde oturan kral bir an meclise baktı ve metin bir sesle şu nutku okudu:
    "baylar,
    halk düşmanının krallığımdan bir kısmına girdiği ve geri kalan taraflarını tehdit ettiği şu buhranlı anda, sizi bana bağlayarak devletin kudretini meydana getiren bağları biraz daha sıkılaştırmak için aranıza geldim, size hitap ederken bütün fransa’ya duygularımı ve emellerimi bildirmeye geldim.

    vatanımı tekrar gördüm; onu yabancı devletlerle barıştırdım, bu devletlerin bizi barış ve sükuna kavuşturan antlaşmalara sadık kalacaklarından şüphe etmeyin. ulusumun mutluluğu uğrunda çalıştım, bana karşı sevgisinin en duygulandırıcı kanıtlarını gördüm ve her gün görmekteyim. altmış yaşımda onun savunması uğrunda can vermekten daha iyi bir şekilde hayatımı tamamlayabilir miyim?

    o yüzden kendi hesabıma bir korkum yok ama fransa'nın sonucu beni korkutuyor. aramıza iç savaşı kundaklamaya gelen adam, buraya aynı zamanda dış savaş afetini de getiriyor; vatanımıza demir boyunduruğunu vurmaya geliyor, size verdiğim o meşrutiyet anayasasını yıkmaya geliyor. o anayasa ki tarih huzurunda en övündüğüm eserimdir, o anayasa ki bütün fransızlarca sevilmektedir, onu muhafaza edeceğime burada yemin ederim: onun etrafında birleşelim."

    kral daha sözünü bitirmeden bir bulut salonu kararttı, bu ani karanlığın sebebini anlamak için gözler salonun kubbesine çevrildi. meşrutiyetçi kral susunca gözyaşları arasında "hükümdarım çok yaşa!" sesleri yeniden yükseldi. moniteur gazetesinin yazdıkları doğruydu: "kralın ulvi sözleriyle heyecana gelen meclis, ellerini tahta doğru uzatarak ayağa kalkmıştı. işitilen yalnız şu sözlerdi: hükümdarım çok yaşa! kralın uğrunda ölürüz! ölsek de kalsak da kralımızsın! bu sözler, bütün fransız kalplerinin paylaşacağı bir coşkunlukla tekrarlanıyordu."

    gerçekten bu insanı duygulandıran bir manzaraydı: ailesinin kılıçtan geçirilmesine ve yirmi üç yıllık bir sürgüne karşılık fransa’ya barış, hürriyet ve bütün hakaretlerle felaketlerin unutuluşunu getirmiş olan ihtiyar bir kral; ulusun temsilcilerine, o yaşta, vatanını gördükten sonra, milletinin savunması uğrunda can vermekten daha iyi bir şekilde hayatını tamamlayamayacağını söylüyordu! prensler anayasaya sadakat yemini ettiler; bu gecikmiş yeminler, condé prensinin yeminiyle ve enghien dükünün babasının katılmasıyla tamamlandı. sönmek üzere bulunan bu soyun, bu patrici kılıç soyunun, daha uzun ve daha sert olan pleb kılıcına karşı kendini korumak için hürriyeti kendine kalkan yapmaya ve onun ardında saklanmaya çalışması, yığın yığın hatıralar yüzünden, son derece hazin bir manzara oluyordu.

    xviii. louis’nin söylevi, şehirde öğrenilince anlatılmaz bir coşkunluk doğurdu. paris baştan başa kralcıydı ve yüz gün süresince hep öyle kaldı, özellikle kadınlar ateşli bourboncuydular.

    gençlik, bonaparte bu dünyadan göçtükten sonraki dönem hükümetinin fransa’ya avrupa’da oynattığı rolden utanç duyduğu için bonaparte’ın hatırasına hayrandır; 1814’te ise gençlik restorastonu selamlıyordu çünkü istibdadı yıkmış, hürriyeti diriltmişti. kralcı gönüllüler safında odilon barrot, tıp fakültesi öğrencilerinden birçoğu ve bütün hukuk fakültesi vardı. bu fakülte 13 mart'ta mebuslar meclisine şu dilekçeyi gönderdi:
    "baylar,
    krala ve vatana hizmete hazırız; bütün hukuk fakültesi ileri atılmak için emir bekliyor. ne hükümdarımızı ne de anayasamızı terk etmeyeceğiz. fransız şerefine sadık olarak sizden silah istiyoruz. xviii. louis’ye beslediğimiz sevgi, sadakatimizin sarsılmayacağına kefildir. artık zincir istemiyoruz, hürriyet istiyoruz. hürriyete kavuşmuştuk, şimdi onu elimizden almaya geliyorlar: uğrunda ölünceye kadar savaşacağız. yaşasın kral! yaşasın anayasa!"

    bu keskin ve içten ifadede gençliğin duygusallığı ve hürriyet aşkı hissediliyor. sonradan, restorasyon döneminde fransa’nın tiksinme ve acı ile karşılaşmış olduğunu söyleyenler ya bir maksadı olan mevki düşkünü kimseler ya bonaparte’ın zulümlerini görmemiş yeni yeni meydana çıkan adamlar ya da bourbonların dönüşüne ötekiler gibi alkış tuttuktan sonra, şimdi de adetleri üzere düşmüş olana söven ve cinayetler, polis, kölelik içgüdülerine dönen, bir zamanlar imparator yardakçılığı etmiş eski ihtilalcilerdir.

    kralın söylevi royalistlere büyük umutlar vermişti. mebuslar meclisi başkanı mösyö laine’nin evinde toplantılar yapılıyordu, gilbert du motier de la fayette de oradaydı. bu toplantarda türlü teklifler ileri sürülüyordu: tehlike anında daima görülegeldiği gibi çoğu acizlik içindeydiler: kimileri kralın paris’ten ayrılarak le havre’a gitmesini istiyorlardı; bir kısmı onu vendee’ye götürmekten söz ediyorlardı; bir kısmı da sonuçsuz birtakım laflar geveliyorlardı; başkaları da "durun hele napoleon gelsin de bir bakalım," diyorlardı: oysa gelenin niteliği ve dehası gün gibi meydandaydı. chateaubriand başka bir düşünce ileri sürdü, la fayette bu düşünceye hararetle katıldı. mösyö laine ile mareşal auguste de marmont da bu düşünceye dahil oldular. şöyle demişti: "kral sözünde dursun; başkentinde kalsın. muhafız kıtası bize sadıktır. vincennes’i güven altına alalım. silahlarımız var, paramız var: bu para sayesinde direnç gösterebiliriz. kral paris’ten ayrılırsa paris bonaparte’ın girmesine ses çıkartmaz; bonaparte bir kere paris’e hakim oldu mu bütün fransa’yı elde etmiş demektir. ordu tamamıyla düşmana geçmiş değildir; birçok alaylar, bir hayli general ve subay henüz yeminlerine ihanet etmediler: sıkı duralım, onlar da sadakat yolundan ayrılmazlar. krallık ailesini dağıtalım, yalnız kral yanımızda kalsın. artois dükü le havre’a gitsin, berry dükü lille’e, bourbon dükü vendée’ye, orléans dükü metz’e; angoulême düşesiyle dükü zaten güneydeler. çeşitli dayanma noktalarımız bonaparte’ın kuvvetlerini bir arada toplamasına imkan vermez. paris’i tahkim edelim. komşu vilayetlerin milli muhafızları şimdiden imdadımıza koşmaya başladılar. bu hareketler içinde, ihtiyar kralımız, merhum kral xvi. louis’nin vasiyetnamesinin himayesi altında, elinde anayasa, tuileries'de tahtında rahat oturur. siyasi meclisler onun etrafında birleşirler, iki meclis sarayın iki köşkünde toplanır, kralın maiyeti carrousel meydanıyla tuileries bahçesinde çadır kurar. nehrin rıhtımlarıyla taraçasına toplar sıralarız: bonaparte bu durumda bize hücum etsin, barikatlarımızı birer birer zaptetsin, canı isterse ve havan topları varsa paris’i topa tutsun; bütün halkın nefretini kazansın, teşebbüsünün ne sonuç vereceğini görürüz! yalnız üç gün dayanalım, zafer bizimdir. kralın, sarayında kendini savunması herkesi heyecana getirir. eğer ölmesi mukadderse, mevki ve payesine layık bir şekilde ölsün; napoleon’un son başarısı bir ihtiyarı boğazlamak olsun. xviii. louis, hayatını feda etmekle vereceği tek savaşı kazanmış olur ve bu muharebeyi insanoğlunun hayrına sonuçlanacak şekilde kazanır."

    hiçbir şeye teşebbüs etmeyenin her şey bitti demeye hakkı yoktur. avrupa’nın bütün birleşmiş krallarının yenmek için bunca yıllar uğraştıkları bir adamı saint-louis’nin ihtiyar bir torununun, fransızların yardımıyla çabucak yere sermesinden daha etkileyici bir şey olur muydu?

    görünüşte umutsuzca olan bu karar, aslını ararsanız pek yerindeydi. ve en küçük bir tehlikesi bile yoktu. bonaparte, paris’i kendine düşman, kralı da orada direnirken bulsaydı bunları zorlamaya kalkışamayacağı hususundaki kanaat hala yaygındır. topçusu yoktu, erzakı yoktu, parası yoktu, yanında ancak gelişigüzel devşirilmiş, ansızın bayrak değiştirmelerine, yollar boyunca düşünmeden edilmiş yeminlerine hala şaşmakta olan kararsız askerler vardı: bunların arasında çabucak ayrlıklar çıkardı. birkaç saatlik bir gecikme napoleon’u mahvederdi, biraz cesaret göstermek yetecekti. hatta o an ordunun yalnızca bir kısmı güvenilirdi. isviçrelilerden kurulu iki alayın inançları sarsılmıştı, mareşal laurent de gouvion saint-cyr, bonaparte'ın paris’e girişinden iki gün sonra orléans garnizonunda tekrar beyaz bayrağı kabul ettirmiş değil miydi? marsilya’dan bordeaux’ya kadar olan yerler bütün mart ayı içinde krallık hükümetine sadık kalmıştı. bordeux'taki ordular tereddütteydi, kralın tuileries’de olduğu ve paris'in kendini savunacağı haberi gelseydi, bunlar angoulême düşesine sadık kalırlardı. taşra şehirleri paris’in örneğine uyacaklardı. 10. alay angoulême dükünün emri altında mükemmel bir şekilde savaşmıştı. andre masséna çekingen ve kararsız görünüyordu; lille’de garnizon, mareşal edouard mortier’nin ateşli beyannamesini iyi karşılandı. memleketin hanedana sadık kalması mümkün olduğunu gösteren bütün bu deliller, kralın kaçmasına rağmen ortaya çıkmış bulunduğuna göre, kalıp karşı konulmuş olsaydı neler olmazdı?

    savunmaya girişmenin tam sırasıydı! kralın bir korkusu yoktu; plan xiv. louis’vari bir büyüklük tarafıyla hayli hoşuna gidiyordu ama başka suratlar asılmıştı. tacın -evvelce hükümdarların şahsi paralarıyla edinilmiş- elmasları sarıp sarmalıyor, hazinede otuz üç milyon altın écu ile kırk iki milyonluk senet bırakılıyordu. bu yetmiş beş milyonluk écu vergilerden gelmişti: istibdadın eline bırakılacak yerde bu paralar ne diye halka geri verilmiyordu?

    flore köşkünün merdivenlerinden bir alay inerken bir başka alay da merdivenleri çıkıyordu. muhafızların kumandanına başvuruluyor, bakanlar sorguya çekiliyordu, sonuç sıfırdı: boş gevezelikler, bir sürü boş haber alışverişi. boşu boşuna emir ve silah isteyerek öfkelerinden ağlayan gençlerle kızgınlık ve nefretlerinden baygınlıklar geçiren kadınlar... krala erişmek imkansızdı; muhafızlar, kapıları kapalı tutuyordu ve kral kaçmaya hazırlanıyordu.

    bonaparte’a karşı kararlaştırılan büyük tedbir bir üstüne yürüme emriydi: dizleri tutmayan xviii. louis, adımlarını bir ülkeden ötekine atan savaş tanrısının üstüne yürüyecekti! eski kanunlardaki bu kaydın bu vesileyle ortaya atılması o devrin devlet adamlarının ne dar kafalı olduklarını göstermeye yeter. 1815'te üstüne yürümek! hem de kimin üstüne, bir kurdun üstüne mi? bir haydudun üstüne mi? baş kaldırmış bir asilzadenin üstüne mi? hayır: kralların üstüne yürümüş, onları o silinmez "n" sembolüyle omuzlarından damgalamış olan askeri deha napoleon'un üstüne!

    daha yakından bakılınca, bu buyrultudan kimsenin görmediği bir siyasi gerçek çıkıyordu: yirmi üç yıl ulustan ayrı kalmış olan meşru kralcılar, ihtilalin başladığı sıradaki zamanda ve yerde kalmışlardı. oysa fransız ulusu, hem zaman hem de mekan içinde yol almıştı. bu yüzden anlaşmak ve buluşmak imkansızdı; din, düşünceler, çıkarlar, ifade, ne var ne yoksa her şey halkla kral için bambaşka şeylerdi çünkü yolun aynı noktasında değillerdi; çünkü asırlara denk gelen bir çeyrek yüzyıl, onları birbirinden ayırıyordu.

    ama kanunun eski deyimi diriltildiği için üstüne yürüme emri garip görülüyorsa, bonaparte, yeni bir dil kullanmakla birlikte daha isabetli hareket etmek niyetinde miydi? mösyö artaud tarafından düzenlenen m. d'hauterive’e ait belgeler ispat ediyor ki, moniteur'de çıkan resmi bildiriye rağmen, napoleon'un angouleme dükünü kurşuna dizdirmesine güçbela engel olunmuş: bu prensin kendini savunmuş olmasını beğenmiyordu. oysa elbe adası kaçağı, fontainebleau'dan ayrılırken, askerlere fransa’nın başına geçirmiş olduğu hükümdara sadık kalmalarını tavsiye etmişti. bonaparte’ın ailesine dokunulmamıştı: kraliçe hortense, xvıii. louis'den saint-leu düşesi unvanını almıştı; hala napoli’de hüküm süren joachim murat’nın krallığını ancak viyana kongresinde mösyö de talleyrand satmıştı.

    kimsenin samimi olmadığı bu devir bir yürekler acısıdır: herkes, günün engellerini aşmak işin bir köprü atar gibi ortaya kanılar, taahhütler atıyordu; engel aşıldıktan sonra yön değiştirmekte bir sakınca yoktu. yalnız gençlik samimiydi çünkü henüz çok yaşamış, çok görmüş değildi. bonaparte tahttan vazgeçtiğini resmen ilan ediyor, gidiyor ve üç ay içinde geri dönüyordu. benjamin constant, zorbaya karşı o sert hücumunu bastırıyor ve yirmi dört saat içinde değişiveriyordu. mareşal soult, askerlerini eski başkomutanlarına karşı tahrik ediyor; birkaç gün sonra tuileries’de napoleon’un odasında bildirisine kahkahalarla gülüyor ve waterloo’da ordunun idari komutanlığına getiriliyordu; mareşal ney, kralın eline sarılıyor, bonaparte’ı bir demir kafes içinde kendisine getireceğine yeminler ediyor ve komutası altındaki bütün orduları napoleon’a teslim ediyordu. heyhat! ya fransa kralı? o da, altmış yaşında, ulusunun savunması uğrunda can vermekten daha iyi bir şekilde hayatını tamamlayamıyacağını söylüyor ve gand'a kaçıyordu! hislerde doğruluktan bu derece eser olmayışı, sözlerle hareketler arasındaki bu aykırılık karşısında; insan, insanlıktan tiksiniyor.

    gand'ın alışılmış ıssızlığı o sıralarda orayı canlandıran ve kısa bir süre sonra gidecek olan yabancılar kalabalığıyla daha da hissedilir bir hal almıştı. belçikalı ve ingiliz acemi erleri meydanlarda ve gezinti yerlerinin ağaçları altında talim görüyorlardı. topçular, mühendisler ve dragoonlar karaya top, mühimmat arabaları, sığır sürüleri ve indirilirken havada debelenen atlar çıkarıyorlardı. ordu kantincisi kadınlar, çuvallarla birlikte kocalarının silahlarını ve çocuklarını indiriyorlardı. bütün bunlar, sebebini bilmeden ve bunda en küçük bir çıkarları olmadan bonaparte’ın kendilerine verdiği büyük savaş mülakatına gidiyorlardı. birtakım siyaset adamlarının, bir kanal boyunda, hareketsiz bir balıkçının yanıbaşında ellerini kollarını saklayarak konuştukları, göçmenlerin kraldan veliahta, veliahttan krala gidip geldikleri görülüyordu. fransa şansölyesi mösyö d’ambray, sırtında yeşil elbise, başında yuvarlak bir şapka, kolluğu altında eski bir roma anayasasını ıslah etmek için bakanlar heyetine gidiyordu. lévis dükü ayaklarında fırlayan kocaman eski pabuçlarla krala gidiyordu çünkü; sanki çok cesur bir yeni akhilleus olduğu için topuğundan yaralanmıştı!

    wellington dükü arthur wellesley, ara sıra askerleri teftişe geliyordu. xviii. louis her gün öğleden sonra, altı atlı arabasıyla saray başsorumlusu ve muhafızları yanında olduğu halde, tıpkı paris’teymiş gibi gezintiye çıkıyordu. yolunda wellington düküne rasltyacak olsa, demir dük yanından geçerken bir koruyucu tavrı takınarak kralı başıyla selamlıyordu.

    xviii. louis doğuşundan gelen üstünlüğünü hiçbir zaman aklından çıkarmadı; (bir ahırda veya bir tapınakta olsun, altından ya da balçıktan bir mihrap üstünde olsun) nasıl tanrı her yerde tanrı ise o da her yerde kendince kraldı, bahtsızlığı ondan en küçük bir taviz koparamamıştır; alçaldığı oranda egosu artıyordu. tacı adıydı; sanki: "beni öldürün, alnımda yazılı yüzyılları öldüremezsiniz" der gibiydi. louvre sarayından armasını kazımışlarsa ne çıkardı, krallığın sembolü olan zambakların yeryüzünün türlü köşelerindeki egemenliğine işaret eder gibi görünen pusulanın ibresinden de koparıp alabildiler mi?

    soyunun büyüklüğü, eskiliği, şerefi ve haşmeti hususundaki saplantısı xviii. louis'ye gerçek bir egemenlik veriyordu. herkes bu egemenliğin etkisini hissederdi. bonaparte’ın generalleri bile bunu itiraf ederler: yüz muharebede kendilerine komuta etmiş olan müthiş efendilerinden çok, bu kötürüm ihtiyarın önünde çekingenlik duyarlardı. paris'te, xviii. louis galip hükümdarlara sofrasında ziyafet verdiği zaman, askerleri louvre sarayında ordugah kurmuş olan bu hükümdarların en önünde teklifsizce yürüyordu; onlara efendilerine asker getirerek görevlerini yapmış, kendisine bağlı derebeyleriymiş gibi davranıyordu. avrupa’da yalnız bir krallık vardı: fransa krallığı, öteki krallıkların kaderi onun talihine bağlıydı. bütün krallık sülleleri, hugues capet’nin hanedanı yanında daha dünkü soylardır ve hemen hepsi onun kızlarıdır. eski fransız krallığı, sabık dünya krallığıydı: capet’lerin kovulması, tüm dünyada hükümdarların sürülmesi devrinin başlangıcıydı.

    saint louis’nin torunundaki bu ihtişam ve yücelik merakı ne kadar siyasete aykırı ise (aynı şey varisleri için ağır sonuçlar doğurmuştur) ulusal gururu da o kadar okşuyordu: yenilerek bir adamın zincirlerini taşımış olan hükümdarların, yendikten sonra, bir sülalenin boyunduruğunu taşıdıklarını görmek fransızların hoşuna gidiyordu.

    xviii. louis’nin sülalesine olan sarsılmaz inancı onu tekrar tahta getirdi; avrupa’nın uğrunda insanlarıyla servetlerini tüketmek niyetinde ve iddasında olmadığı bir tacı iki defa onun başına geçiren bu inanç olmuştur. askersiz sürgün, vermemiş olduğu bütün savaşlara daima hazırdı. xviii. louis ise, meşru krallığın son canlı örneğiydi, o öldükten sonra hanedanı da görünmez olacaktı.
  • bölüm 21 (gand'taki küçük yüz gün'ü bir önceki bölümde okuduk. şimdi hazırsak, huzurlarınızda sürgünden dönen napoleon'un büyük yüz gün dönemi başlıyor: waterloo muharebesi vuku buluyor, l'empereur'un devri bu kez nihai olarak sona eriyor, napoleon tekrar tahttan feragat ediyor ve wellington dükü önderliğindeki müttefiklerin gelişi, kral xviii. louis'nin dönüşü ile siyasilerin çekişmesi sebepleriyle fransa yine karışıyor)

    napoleon'un gelişiyle paris’te tılsım bozulmuştu. meşru kralcılığın pek kısa süren devri, keyfi yönetimin kurulmasını imkansız kılmaya yetmişti. istibdat, yığınların burunlarına tasma geçirir, fertlere ise bir dereceye kadar serbestlik verir. anarşi yığınları ayaklandırır ve ferdi bağımsızlıkları ortadan kaldırır. o yüzden, anarşinin ardından gelen istibdat, hürriyeti andırır ama hürriyetin yerini alınca asıl benliği meydana çıkar: direktuvar meşrutiyetinden sonra kurtarıcı gibi görünen bonaparte, meşrutiyet anayasasından sonra bir zorbaydı. bunu o kadar iyi hissediyordu ki, xviii. louis'den de ileri giderek ulusal egemenliğin kaynaklarına çıkma zorunluğunu duydu. halkı bir efendi gibi ayakları altında çiğnemiş olan adam, yeniden halk temsilcisi rolünü oynamak, kenar mahallelerin ilgisini çekmek, ihtilal çocukları taklidini yapmak, ağzına yakışmayan ve her hecesi kılıcını öfkelendiren eski bir hürriyet dilini kekelemek konumuna geçmişti.

    onun kudret devri öylesine tamamlanmıştı ki, yüz gün içinde napoleon eski dehasını bir türlü gösteremedi. bu deha başarıya ve asayişe dayanıyordu, yoksa yenilgiye ve hürriyete değil. oysa kendisine yüz çevirmiş olan zafer yüzünden bir şey yapamazdı, asayiş uğrunda da bir şey yapamazdı çünkü onsuz da asayiş yerindeydi. hayret içinde: "bourbonlar nasıl olmuş da bir iki ay içinde fransa'daki işleri böyle yoluna koyuvermişler! bu işi yeniden başarmak için yıllara ihtiyacım olacak" diyordu. fatihin gördüğü şey krallığın eseri değildi, meşrutiyetin eseriydi; o fransa’yı dilsiz ve yere kapanmış bir durumda bırakmıştı, şimdi ayakta ve dili çözülmüş buluyordu: bildiğinden şaşmaz dikbaşlılığı yüzünden, hürriyetin asayişsizlik demek olduğunu sanıyordu.

    bununla birlikte bonaparte, tek hamlede yenemeyeceği fikirler karşısında boyun eğmek zorunda kalmıştı. gerçek bir halk sevgisinden eser olmadığı için adam başına iki franga tutulan işçiler, iş dönüşü carrousel meydanı'na gelerek "yaşasın imparator!" diye bağırıyorlardı. halk, buna "bağrışmaya gitmek" adını takmıştı. beyannameler önce bir unutma ve kusurları bağışlama harikası idi; bireyler hür, ulus hür, basın hür ilan ediliyordu. bütün istenen barıştan, bağımsızlıktan ve ulusun mutluluğundan ibaretti. bütün imparatorluk sistemi değişmişti, altın çağ başlayacaktı. uygulamayı da sisteme uygun hale getirmek için fransa yedi büyük polis bölgesine ayrıldı. yedi polis kaymakamına, konsüllük ve imparatorluk devirlerindeki genel müdürlüklerin yetkileri verildi. birey hürriyetini korumaya memur o adamların lyon’da, bordeaux’da, milano'da, floransa'da, lizbon'da, hamburg’da ve amsterdam'da neler yaptıkları bilinir. bu kaymakamların üstünde, bonaparte, gitgide hürriyete daha elverişli bir mertebeler silsilesi içinde, olağanüstü komiserler icat etti, bunlar konvansiyon devrinin halk temsilcilerini andırıyordu. joseph fouche'nin yönettiği polis, resmi bildirilerle, bundan böyle felsefeyi yaymaktan başka bir şey yapmayacağını, erdem yolundan ayrılmayacağını dünyaya haber veriyordu.

    bonaparte, bir kararname ile, vaktiyle yalnız ismi bile başını döndürmeye yeten krallık ulusal muhafızlarını yeniden kurdu. imparatorluk zamanında istibdatla demagojiyi birbirinden ayırmış olan kararı iptal ederek bunların yeniden birleşmelerine göz yummak zorunda kaldı: bu birleşmeden champ de mai’de, başında kırmızı külahla sarık, belinde memlük kılıcı, elinde ihtilal baltasıyla bir hürriyet doğacaktı: siyasetgahlarda ya da ispanya’nın yakıcı kırlarıyla rusya’nın buzlu çöllerinde yok edilen yüz binlerce kurbanın hayaletleriyle çevrili bir hürriyet.

    bonaparte, iktidarı tekrar yalnız kendi elinde toplamayı pek isterdi ama buna imkan yoktu. karşısında bunu kolay kolay elden çıkarmak istemeyecek adamlar görüyordu: ilkin istibdadın zincirleriyle krallığın kanunlarından kurtulmuş samimi cumhuriyetçiler, -belki de asil bir hatadan başka bir şey olmayan- bağımsızlığı muhafaza etmek istiyorlardı. azılı eski montanyar hizipleri, imparatorluk devrinde bir zorbanın hafiyelerinden başka bir şey olmadıklarına köpürerek, on beş yıl içinde imtiyazlarını bir efendiye kaptırmış oldukları o her istediklerini yapma hürriyetini kendi hesaplarına yeniden ele geçirmeye azmetmişlerdi.

    ama ne cumhuriyetçiler, ne ihtilalciler, ne de bonaparte'ın yardakçıları, tek başlarına kendi iktidarlarını kuracak ya da birbirlerini baskı altına alacak kadar güçlü değillerdi. dışarıdan bir istila tehlikesi karşısında bulundukları, içeriden halkın düşmanlığıyla karşılaştıkları için, birbirlerini desteklemezlerse mahvolacaklarını anladılar, tehlikeden kurtulmak için kavgalarını sonraya bıraktılar. ortak savunmaya birtakımları sistemlerini ve olmayacak hayallerini, ötekiler terörlerini ve sapıklıklarını getiriyorlardı. bu anlaşmada taraflardan hiçbiri iyi niyetli değildi; herbiri buhran bir kere atlatılınca, anlaşmayı kendi çıkarına uydurmaya niyetleniyordu. hepsi önceden zaferin sonuçlarını kendine mal etmeye çalışıyorlardı. bu korkunç kumar oyununda üç dev kumarbaz, kasayı sırasıyla elinde tutuyordu: hürriyet, anarşi ve istibdat. her üçü de hile yapıyor, hepsi için kaybedilmiş olan bir partiyi kazanmaya çalışıyordu.

    bu maksadı güttükleri için, ihtilalci tedbirler peşinde koşan beş on fedaiye karşı şiddet göstermiyorlardı. kenar mahallelerde federe kuruluşlar meydana gelmişti, britanya’da, anjou'da, lyon'da, burgonya’da federasyonlar kurulmaktaydı; marsilya'da, 1799'da napoleon tarafından söylenmesi yasaklanan devrimin sembolü la carmagnole şarkısının söylendiği işitiliyordu; paris'te kurulan bir kulüp taşradaki başka kulüplerle mektuplaşıyordu: journal des fatriotes'nin yeniden çıkmaya başladığı haber veriliyordu. ama 1793’ü hortlatanlar ne güven telkin edebilirdi? hürriyet, eşitlik, insan hakları derken neler kastettikleri bilinmiyor muydu? yaptıkları o büyük kötülüklerden sonra eskisine göre daha ahlaklı, daha aklı başında, daha samimi miydiler? bütün kötülüklerle lekelenmiş oldukları için mi şimdi baştan ayağa erdem kesilmişlerdi? işlenmiş cinayetlerden bir insan, tahtından feragat eder gibi elini yıkayamaz: korkunç çemberin sıkmış olduğu baş, onun silinmez izlerini taşır.

    deha sahibi bir büyüklük düşkününü, imparator mertebesinden başkomutan ya da cumhurbaşkanı durumuna düşürmeye kalkışmak boş bir hayaldi: yüz gün içinde büstlerinin başlarına geçirdikleri o kızıl külah bonaparte’a olsa olsa tacı tekrar başına geçireceğini haber verebilirdi.

    bununla beraber, seçkin birtakım liberaller zaferi kazanacaklarını umuyorlardı: benjamin constant gibi yolunu şaşırmış insanlar, jean charles léonard de sismondi gibi safdiller canino prensi lucien bonaparte'ı içişleri bakanlığına, general kont lazare carnot’yu savunma bakanlığına, merlin kontu philippe-antoine'ı adalet bakanlığına getirmekten söz ediyorlardı. görünüşte bezgin olan bonaparte, sonucu ordusuna asker sağlamak olan demokratça hareketlere karşı koymuyordu ve hatta aleyhinde hicviyeler yazılmasına ses çıkarmıyordu; papağanların xi. louis’ye "pérsonne" diye bağırması gibi, karikatürler durmadan ona elbe adası diye tekrarlıyordu. onların deyimiyle zindan kaçkınına, senli benli bir dille, hürriyet ve eşitlik dersleri veriyorlardı: bonaparte, bu azarlamaları adeta kendinden geçerek dinliyordu. birden bire, sözde onu sımsıkı sardıkları bağları kopararak, kendi kararıyla, halkçı bir anayasayı değil, aristokratik bir anayasayı, imparatorluk anayasasına bir ek kararname ile ilan etti.

    hayal edilen cumhuriyet, bu ustalık dolu el çabukluğuyla, feodallikle gençleştirilmiş eski imparatorluk hükümetine çevriliyordu. ek kararname, cumhuriyetçi partiyi bonaparte’ın aleyhine çevirdi ve hemen bütün öteki partilerde hoşnutsuzluk yarattı. paris’te düzensizlik, taşrada anarşi hüküm sürüyordu; sivil ve askeri makamlar birbirleriyle çatışıyorlardı; beri yanda şatoları yakmaya, papazları boğazlamaya kalkışıyorlar; öte yanda beyez bayrak çekiyor ve "hükümdarım çok yaşa!" diye bağırıyorlardı. hücuma uğrayınca bonaparte geri çekiliyordu. olağanüstü komiserlerinin elinden belediye reisi tayin yetkisini alıyor ve bu işi halka bırakıyordu. ek kararnameye karşı aleyhte oyların çokluğundan korkarak fiili diktatörlüğünü bırakıp henüz kabul edilmiş olmayan bu kararname gereğince mebuslar meclisini toplantıya çağırdı. bir bataktan ötekine saplanarak, bir tehlikeden daha yeni kurtulmuşken bir başka tehlikeye çattı: bir günlük hükümdarın, eşitlik zihniyetinin reddettiği saltanat sistemini kurması kolay mıydı? iki meclisi nasıl yönetecekti? bu meclisler hareketsiz bir baş eğme gösterecekler miydi? bu meclislerin champ de mai’de toplanması tasarlanan meclisle münasebetleri ne şekilde olacaktı? ek kararname daha oylar sayılmadan uygulanmaya konduğuna göre zaten artık bu yeni meclisin maksat ve anlamı da kalmamıştı. otuz bin seçmenden oluşan bu meclis, ulusu temsil ettiği kanısında olmayacak mıydı?

    o kadar şatafatla ilan edilip 1 haziran'da kutlanan o champ de mai, basit bir asker geçidinden, hor görülmüş bir mihrap önünde sancak dağıtmaktan ibaret kaldı. kardeşleri, devlet büyükleri, mareşaller, sivil ve adli erkanla çevrili olan napoleon, hiç inanmadığı bir milli egemenlik ilan etti. vatandaşlar bu büyük günde anayasayı kendileri meydana getireceklerini sanmışlardı; sakin burjuvalar, orada napoleon'un oğlu lehine tahttan feragatinin ilan edilmesini bekliyorlardı; bâle'de fouché'nin ve metternich'in adamları arasında çevrilen dolaplarda bu feragat kararlaşmıştı: oysa meydanlarda gülünç bir politika tuzağından başka bir şey yoktu. zaten ek kararname, meşru krallığa bir saygı nişanesi gibi görünüyordu, ufak tefek farklarla, özellikle yozlaşmanın kaldırılması bir yana bırakılırsa bu, krallık anayasasının ta kendisiydi.

    bu ani değişmeler, bu her şeyin birbirine karıştırılması, istibdadın can çekişmekte olduğunu haber veriyordu. bununla birlikte imparatoru yıkacak darbe içeriden gelemezdi çünkü kendisiyle mücadele eden kuvvetler, en az onun kadar bitkin bir haldeydi. napoleon’un vaktiyle yere sermiş olduğu ihtilal devi, eski gücünü toplamış olmaktan uzaktı; iki dev şimdi boşu boşuna yumruklaşıyorlardı, bu artık iki gölgenin çarpışmasından başka bir şey değildi.

    bu genel imkansızlıklara, bonaparte hesabına aile sıkıntılarıyla saray dertleri de katılıyordu: imparatoriçe ile roma kralının döneceklerini fransa'ya ilan ediyordu, oysa ikisi de bir türlü gelmiyordu. xviii. louis’nin saint-leu düşesi yaptığı hollanda kraliçesi hakkında "bir ailenin ikbalini kabul eden, onun kara günlerine de katlanmasını bilmelidir" diyordu. isviçre'den koşup gelen joseph, napoleon'dan hep para istiyordu, lucien de liberallerle olan ilişkileriyle onu kaygıya düşürüyordu; önce kaynına karşı cephe almış olan joachim murat aklını toplayınca avusturyalılara hemen hücuma geçmekten geri durmamıştı: napoli krallığı'nı elinden kaçırmış ve uğur getirmeyen bir kaçış sırasında yakalanarak tevkif edilmiş, marsilya yakınlarında, sonraki bölümde size anlatılacak olan felaketini bekliyordu.

    hem imparator eski taraftarlarına ve sözde dostlarına güvenebilir miydi? düştüğü zaman bunlar kendisini yüz üstü bırakmış değiller miydi? ayaklar altında sürünen, şimdi de sinmiş bir halde kımıldamayan o senato velinimetini tahttan indirmiş değil miydi? şimdi gelip de ona "fransa'nın çıkarı sizin çıkarınızdan ayrılmaz. talih gayretlerinize yar olmazsa, kötü sonuçlar bizim mutluluğumuzu sarsmayacak ve size olan bağlılığımızı bir kat daha güçlendirecektir" diyenlere inanabilir miydi?

    imparatorluğun savunma bakanı gand, viyana ve bâle ile yazışıyordu; bonaparte’ın askerlerinin komutasını ellerine vermek zorunda kaldığı mareşaller, daha önce xviii. louis’ye yemin etmişlerdi ve bonaparte’a karşı en sert bildirileri çıkarmışlardı. gerçi o zamandan beri imparatorlarıyla yeniden nikahlanmışlardı ama kendisi grenoble'da durdurulmuş olsaydı ne yaparlardı? bir yemini bozmak, tutulmamış başka bir yemini diriltmeye yeter mi? iki defa yemin bozanlık etmek sadakate eşit mi oluyor?

    aradan daha birkaç hafta geçsin, bu champ de mai yemincileri, tuileries sarayı salonlarında xviii. louis’ye sadıklıklarını anlatacaklardır; mareşal soult gibi savaş ziyafetleri bakanı seçilmek için barış tanrısının kutsal sofrasına yanaşacaklardır; bonaparte'ın taç giyme töreninde arma ve krallık nişanlarının taşıyıcılığını yapmış olanlar, charles'ın taç giymesinde aynı görevi yapacaklar, bu esir kralı cherbourg’a götürecek ve yeni yeminlerinin levhasını asmak için vicdanlarında bir boş köşeciği güçlükle bulacaklardır. yalan dolan devrinde, karşı karşıya konuşan iki kişinin birbirini gücendirmemek ve yüzlerini kızartmamak için sözlerini tartarak söyledikleri bir devirde doğmak talihsizliktir.

    napoleon’a en şanlı zamanlarında bile bağlanamamış, servetlerini, şereflerini ve hatta adlarını bile borçlu oldukları velinimetlerine dirsek çevirmiş olanlar, şimdi onun cılız umutları uğrunda kendilerini feda edebilirler miydi? görülmemiş başarıların ve on altı yıl süren bir zaferler silsilesinin sağlamlaştırdığı bir ikbalin sebat ettiremediği nankörler, kendilerini çürük ve yeniden başlayan bir ikbale mi zincirleyeceklerdi? iki bahar arasında meşru kralcılık ve ihtilalcilik, napoleonculuk ve bourbonculuğa geçerek durmadan kalıp değiştirmiş, kılıktan kılığa girmiş olan bunca krizalitler, verilmiş ve tutulmamış bunca sözler; şövalyenin göğsünden atın kuyruğuna ve atın kuyruğundan şövalyenin göğsüne gidip gelmiş olan bunca haçlar, durmadan sancak değiştiren ve yalan yere ettikleri yeminleri er meydanına serpen bunca yiğitler, kimi bonaparte'ın imparatoriçesi marie-louise'e, kimi xviii. louis’nin kraliçesi marie-caroline’e hizmet etmiş bunca asil kadınlar, napoleon’un içinde ancak dehşet ve nefret bırakmış olmalıydı; bu kocamış büyük adam bütün bu ak gün dostu kalleşler ortasında, sallanan bir zemin üstünde, düşman bir gök altında, tamamlanmış kaderi ve tanrının hükmü önünde yapayalnızdı.

    napoleon kendisine sadık olarak ancak eski şan devrinin hayaletlerini bulmuştu; bunlar, karaya çıktığı yerden fransa’nın başkentine kadar onun muhafızlığını yapmışlardı ama cannes’dan paris’e kadar bir çan kulesinden ötekine uçmuş olan kartallar, daha ileriye gidemeyerek yorgun argın tuileries sarayının bacalarına kondular.

    napoleon, heyecana gelen halkı peşine takarak, bir ingiliz-prusya ordusu orada toplanmadan belçika üzerine atılmadı, durdu. avrupa’yla görüşmelere girişmeye ve meşru krallığın imzaladığı antlaşmaları alçak gönüllülükle muhafaza etmeye çalıştı. viyana kongresi, vicenza dükü armand-augustin-louis de caulaincourt'a karşı, 11 nisan 1814 tarihindeki tahttan vazgeçmeyi öne sürüyordu: bu vazgeçmeyle bonaparte, avrupa’da barışın kurulmasına kendisinin tek engel olduğunu kabul ediyor ve bunun sonucu olarak kendisi ve varisleri hesabına fransa ve italya tahtlarından feragat ediyordu. şu halde, tekrar iktidarı ele aldığına göre paris antlaşması'nı apaçık bir şekilde bozmuş oluyor ve 31 mart 1814’ten önceki siyasi duruma yeniden dönmüş bulunuyor: demek ki savaşı avrupa’ya bonaparte ilan etmiş oluyor, avrupa bortaparte’a değil.

    bonaparte’ın cannes’a çıktığı haberi, viyana’ya, olympos ile parnassos tanrılarının toplantısının temsil edildiği bir şenlik sırasında geldi. çar aleksandr, fransa, avusturya ve ingiltere arasında ittifak tasarısını yeni almıştı: iki haber arasında bir an tereddüt etti ve: "bu benim şahsi davam değil, dünyanın selameti davasıdır” dedi. ve bir haberci petersburg’a muhafız ordusunu yola çıkarmaları emrini götürdü. çekilmekte olan ordular durdular; bunların uzun kolları geri döndüler ve 800.000 düşmanın yüzü bir anda fransa’ya çevrildi. bonaparte savaşa hazırlanıyordu; yeni felaket alanları onu bekliyordu: tanrı, bonaparte’a, savaşlar devrine son verecek olan savaşa kadar mühlet vermişti.

    büyük bir asker yuvasından başka bir şey olmayan fransa'da yumurtadan ordular çıkarmak için marengo ile austerlitz şan ve şeref kanatlarının yarattığı sıcak rüzgarları yetmişti. bonaparte alaylarına o eski yenilmez, müthiş, eşsiz gibi adlarını tekrar takmıştı. savaş tanrısının yeni orduları; pireneler, alpler, jura, moselle ve ren ordusu adlarını yeniden alıyorlardı. hayali ordulara verilen bu isimler, umulan zaferlere çerçeve görevini yapan büyük hatıralardı. paris'le laon'da gerçek bir ordu toplanmıştı; muhafız ordusuna giren 10.000 seçkin er, yüz eli koşulu batarya; lützen ve bautzen'de ün kazanmış 18.000 bahriyeli; müstahkem mevkilerde garnizon tutan 30.000 tecrübeli asker, subay ve erbaş; kuzey ve doğudan kitle halinde orduya katılmaya hazır yedi vilayet; ulusal muhafızlardan seferber edilmiş 180.000 asker; lorraine, alsace ve franche-comté’nin başıbozuk orduları; mızrakları ve kollarıyla hizmet teklif eden federe’ler... paris günde üç bin tüfekli üretiyordu, imparatorun dayandığı kaynaklar işte bunlardı. vatana hürriyet vererek yabancı milletleri bağımsızlığa teşvik etmeye karar verebilseydi belki de dünyayı yeniden alt üst edebilirdi. bunun tam sırasıydı: tebaalarına meşruti hükümetler vadetmiş olan krallar yüz kızartıcı bir şekilde sözlerinden caymışlardı. ama iktidar kadehinden içtiğinden beri, napoleon hürriyetten hoşlanmaz olmuştu; askerlerle yenilmeyi, uluslarla yenmeye tercih ediyordu. birbiri ardından felemenk'e doğru yola çıkardığı orduların mevcudu 70.000'i buluyordu.

    göçmenler, charles-quint’in şehrinde, bu şehrin kadınları gibi oturuyordu. şehirde, pencereleri dibinde oturan bu kadınlar yan konulmuş küçük bir aynada sokaktan geçen askerleri seyrederler. xviii. louis orada bir köşede tamamıyla unutulmuştu; viyana’dan dönen mösyö de talleyrand'dan bir mektupçuk, wellington dükünün yanında komiser sıfatıyla bulunan siyasi heyet üyelerinden, mösyö pozzo di borgo, de vincent'den iki satırlık bir haber alıyordu. onları düşünmeye vakitleri mi vardı! politikadan anlamayan biri, lys çayı (fransa ile belçika’dan geçen bir çay, kralın o esnada bulunduğu gand yakınında escaut nehriyle birleşir) kıyısında gizlenmiş bir kötürümün, birbirini boğazlamaya hazır binlerce askerin çarpışması sayesinde yeniden tahta çıkarılacağına asla inanamazdı, özellikle ki ne kralları, ne de generalleri olduğu bu askerler onu akıllarından geçirmiyorlardı; adını sanını işitmiş değillerdi. gand’la waterloo’dan birbirine bu derece yakın olan iki noktadan, birinin bu derece meçhul, ötekinin bu kadar parlak olduğu asla görülmemişti; meşru krallık parçalanmış eski bir yük arabası gibi bir köşede yatıyordu.

    bonaparte’ın ordularının oraya yaklaşmakta olduğu biliniyordu; oradakileri korumak için iki küçük bölükten oluşan askerlerden başka bir kuvvetleri yoktu, bölükler berry dükünün emri altındaydı, bu prens de oradakilere hizmet edemezdi çünkü başka yerde ona ihtiyaç vardı. fransız ordusundan ayrılacak 1.000 atlı, o şehri bir iki saat içinde ele geçirebilirdi. gand'ın tahkimatı yıkılmıştı; ayakta kalmış olan surlar da, belçikalı halk oradaki göçmen fransızlara iyi gözle bakmadığı için kolayca zorlanabilirdi. tuileries’de şahit olunan sahne tekrarlandı: kralın arabaları gizliden gizliye hazırlanıyordu; atlar çağrılmıştı. kralın kendisine sadık kalan bakanları, çamurlara bata çıka peşinden yaya gideceklerdi. askeri hareketleri daha yakından izlemeyi üzerine alan veliaht prens charles, brüksel’e gitti. mösyö de blacas kaygılı ve mahzun bir hal almıştı, viyana’da kendisine iyi bir gözle bakmıyorlardı. mösyö de talleyrand onunla alay ediyordu. kralcılar kendisini, napoleon'un dönüşüne sebep olmakla suçluyorlardı. böylece, her iki ihtimalde de, ingiltere'de sürgün yaşasa eskisi gibi itibar görmeyecek, fransa’ya dönse baş mevkilere bir daha yükselemeyecekti. mösyö de blacas, bu zor döneminde, yalnızca o sürekli hor gördüğü chateaubriand'den destek görüyordu.

    18 haziran 1815 günü chateaubriand, öğlen saatlerinde brüksel yönüne doğru gand'dan çıktı. ana yolda gezintisini tek başına tamamlamaya gidiyordu. caesar’ın commentarii de bello gallico kitabını yanına almıştı, okumaya dalmış, ağır ağır yürüyordu. şehirden bir fersahtan fazla uzaklaşmıştı ki birdenbire boğuk bir gürleme işitir gibi oldu: durdu, hayli bulutlu olan göğe baktı, ilerlemeye mi devam etse, yoksa bir fırtına çıkması ihtimali olduğuna göre gand’a mı yaklaşsa, diye düşünüyordu. kulak verdi; sazlar arasında bir su kuşunun ötüşüyle bir köy saatinin sesinden başka bir şey duymadı. yoluna devam etti: otuz adım atmış atmamıştı ki, bu boğuk gürleme, az veya çok aralıklarla yeniden başladı, kimi kısa oluyor, kimi uzun sürüyordu; bu sonsuz kırlarda havanın toprağa da geçen bir titremesiyle bazen ancak hissediliyordu, o kadar uzaktan geliyordu. gök gürlemesinden daha az geniş, daha az dalgalı, daha dağınık olan bu patlamalar herhalde bir savaş olacak, dedi. bir şerbetçi otu tarlasının köşesine dikilmiş bir kavağın önünde bulunuyordu. yolun öbür yanına geçti, yüzünü brüksel yönüne çevirerek ayakta sırtını ağacın gövdesine dayadı. bir güney rüzgarı çıktı ve top seslerini ona daha belli bir şekilde getirdi. yankılarını bir kavağın dibinde dinlediği ve bir köy saatinin meçhul ölülerinin cenaze duasını çaldığı bu henüz adı konmamış muharebe, waterloo muharebesi'ydi!

    ulusların kaderini tayin eden bu heybetli olayı uzaktan tek başına ve sessizce dinleyen chateaubriand, o ana baba gününün içinde bulunsaydı daha az heyecan duyacaktı: tehlike, ateş ve can pazarı, düşünmek için ona vakit bırakmayacaktı ama gand kırlarında, bir ağacın altında yalnız, etrafında otlayan sürülerin çobanı gibi, düşüncelerin yükü altında eziliyordu: ne savaşıydı bu? kesin sonucu belirleyecek miydi? napoleon orada mıydı, isa’nın elbisesi gibi, dünyanın kaderi üzerine mi oynanıyordu? iki ordudan birinin zaferi veya yenilgisi halinde bu olay uluslar için nasıl bir sonuç doğuracaktı: hürriyet mi, kölelik mi? ama akan kimin kanıydı! kulağına çalınan her gürültü bir fransızın son nefesi değil miydi? fransa’nın en azılı düşmanlarını sevindirecek yeni bir crécy, yeni bir poitiers, yeni bir agincourt muydu? (crécy’de ingiltere kralı iii. edward, 1346‘da philippe de valois’yı; poitiers'de iii. edward’in oğlu kara prens edward, 1356'da jean le bon’u yenerek esir almıştı; agincourt’da ingiltere kralı v. henry’nin emrindeki ordular, 1415'te orléans dükünün kumandasındaki fransız ordusunu yenmişti) zaferi onlar kazanacak olursa fransızların şerefi mahvolmayacak mıydı? napoleon kazanacak olursa hürriyetlerinden eser kalacak mıydı? napoleon’un zaferi chateaubriand'i ebedi bir sürgüne mahkum edecek olmakla beraber, o anda, içinde vatan düşüncesi üstün geliyordu; şereflerini kurtarmakla yabancı baskısını fransa'dan uzaklaştıracaksa fransa’yı istibdadı altında inleten adamın kazanmasını diliyordu.

    wellington mu kazanacaktı? o zaman meşru krallık renklerini fransız kanıyla tazelemiş olan o kırmızı üniformaların ardında paris’e gidecekti. krallığın taç takma töreninde geçecek araba, yaralı fransız askerleriyle dolu hasta arabaları olacaktı! böyle şartlar altında kurulacak bir restorasyon'un ne değeri olacaktı? yüreğini parçalayan düşüncelerin bu ancak bir kısmıydı. her top sesi onu sarsıyor ve kalbinin vuruşunu hızlandırıyordu. pek büyük bir felaketten birkaç fersah ötede bulunuyor ve o olayı göremiyordu; nil kıyılarında bulak mahallesinde piramitlere doğru ellerini nasıl boşuna uzatmışsa, şimdi de öyle, waterloo’da dakikadan dakikaya yükselen o ölüm anıtına erişemiyordu.

    görünürde hiçbir yolcu yoktu. tarlalarda, sebze çizgilerinin otlarını rahat rahat ayıklayan tek tük kadınlar, bu gürültüyü işitmişe benzemiyorlardı. birden bir haberci peyda oldu: chateaubriand, ağacın dibinden ayrılarak yolun ortasına çıktı, haberciyi durdurup sorguya çekti. berry dükünün maiyetindenmiş ve alost’tan geliyormuş: "bonaparte dün (17 haziran) kanlı bir muharebeden sonra brüksel’e girdi. savaş bugün (18 haziran) tekrar başlamış olacak, müttefiklerin kesin bir yenilgiye uğradıkları sanılıyor, çekilme emri de verilmiş." haberci yoluna devam etti, adımlarını hızlandırarak o da peşinden gitti: karısıyla birlikte arabasını alıp kaçan bir tüccar önünden geçip gitti; o da habercinin söylediklerini doğruladı. gand’a döndüğü zaman ortalığı perişan bir halde buldu. şehrin kapılarını kapatıyorlardı; yalnız küçük kapılar yarı aralık bırakılıyordu; yarım yamalak silahlanmış şehirlilerle birkaç debboy askeri nöbet bekliyorlardı. doğruca kralın yanına gitti.

    veliaht prens de dolambaçlı bir yoldan henüz gelmişti: bonaparte’ın brüksel’e gireceğine ve kaybedilmiş ilk muharebenin, ikincisinin kazanılacağı hakkında hiçbir umut bırakmadığına dair çıkan yanlış bir haber üzerine oradan ayrılmıştı. prusyalılar vaktinde savaş alanına yetişemedikleri için ingilizlerin ezilmiş oldukları söyleniyordu.

    bu haber üzerine bir "canını kurtaran kaçsın" telaşı başladı: ellerinde ufak tefek imkanları olanlar yola çıktılar; her zaman eli boş olmaya alışmış olan chateaubriand ise daima hazırdı. bonaparte taraftarı olmakla birlikte top seslerinden hoşlanmayan madam chateaubriand’ın kendisinden önce oradan ayrılmasını istiyordu ama cesur kadın kocasının ayrılmaya yanaşmadı.

    akşam olunca kralın yanında meclis kuruldu. tekrar veliahtın raporlarından, kale komutanlarından ya da eckstein baronundan toplanmış söylentiler dinlendi. tacın elmaslarını taşıyan araba koşulmuştu.

    19 haziran günü, sabahın saat birinde, bir habercinin mösyö pozzo’dan krala getirdiği bir mektup meselenin gerçek niteliğini bildirdi. bonaparte brüksel’e girmemişti; waterloo muharebesi'ni kesin olarak kaybetmişti. 12 haziran'da paris’ten çıkmış, ayın 14’ünde ordusuna ulaşmıştı. 15 haziran'da sambre üzerinde düşmanın hatlarını zorlamıştı. 16 haziran'da zaferin daima fransızlara güldüğü o fleurus ovalarında prusyalıları yenmişti. ligny ve saint-armand köyleri zaptedilmişti. quatre-bras’da yeni bir başarı kazanılmıştı; brunswick dükü de ölüler arasında kalmıştı. tam çekilme halinde olan general friedrich wilhelm freiherr von bülow’un emrindeki 30.000 kişilik ihtiyat kuvvetlerine doğru geriliyordu; wellington dükünün komutasındaki ingilizler ve hollandalılar sırtlarını brüksel’e vermişlerdi. 18 haziran sabahı, ilk topların atılmasından önce, wellington dükü saat üçe kadar dayanabileceğini, o saate kadar prusyalılar yetişmezse kesin olarak ezileceğini söylemişti: planchenois’ya ve brüksel’e doğru atılmış olduğu için, çekilmesi imkansızdı. napoleon tarafından gafil avlandığı için askeri durumu pek kötüydü; bunu kendisi seçmemiş, kabul etmek zorunda kalmıştı.

    fransızlar, önce, düşmanın sol kanadında hougoumont şatosuna hakim sırtları haye-sainte ve papelotte çiftliklerine kadar zaptettiler; sağ kanatta mont saint-jean köyüne hücum ettiler; haye-sainte çiftliği merkezde prens jérôme tarafından alındı. ama akşamın altısına doğru prusyalıların ihtiyatları saint-lambert taraflarında göründüler; haye-sainte köyüne son ve müthiş bir hücuma geçildi; mareşal gebhard leberecht von blücher taze ordularla yetişti ve bağlantısı gevşemiş olan fransız ordusunun arka yanından imparatorluk muhafızlarını ayırdı. bu ölümsüz muhafız ordusunun etrafında bütün bu toz, kızgın duman ve kurşun yağmuru içinde savaş tapalarının izleriyle çizilen karanlıklar arasında, 300 topun gürlemesi ve 25.000 atın doludizgin koşması ortasında kaçanların seli, önünde ne bulursa hepsini sürüp götürüyordu: bu, imparatorluğun bütün savaşlarının adeta bir özeti gibiydi. fransızlar iki defa: "zafer!" diye haykırdılar, iki seferinde de haykırışları düşman kıtalarının basıncı altında boğuldu. fransız saflarının ateşi kesildi, cephane kalmamıştı. ayakları dibinde soğumuş ve yığılmış otuz bin ölünün, yüz bin kanlı gölgenin ortasında beş on yaralı asker, süngüleri kırılmış, namlusu kurşunsuz tüfeklerine dayanmış, ayakta duruyorlar, onlardan az uzakta, savaşlar adamı, gözleri bir noktaya dikili, hayatında işiteceği son top sesini dinliyordu. bu boğuşma alanında, kardeşi jérôme, sayı üstünlüğü altında ezilmiş bitkin taburlarıyla hala dövüşüyordu ama cesareti zaferi geri getiremedi.

    müttefikler tarafında ölü sayısı 18.000, fransızlar tarafında 25.000 olduğu tahmin ediliyordu; 200 ingiliz subayı ölmüştü; wellington dükünün hemen hemen bütün yaverleri ölmüş ya da yaralanmıştı: ingiltere’de yas tutmayan tek aile yoktu. oranj prensi omuzundan kurşunla yaralanmıştı; avusturya elçisi vincent baronunun eli delinmişti. ingilizler, zaferi biraz da, fransız süvari hücumlarının, kıtalarını yaramadığı irlandalılarla iskoçyalı dağlıların tugayına borçluydular. mareşal emmanuel de grouchy’nin ordusu, ilerlemiş olmadığı için işe karışmadı. iki ordu, fransız ve ingiliz orduları, on yüzyıllık ulusal düşmanlığın harekete getirdiği bir cesaret ve gayretle çarpıştılar. lordlar kamarası'nda muharebeyi anlatan lord castlereagh diyordu ki: "ingiliz askerleriyle fransız askerleri iş bittikten sonra, kanlı ellerini aynı derecede yıkıyorlar, bir kıyıdan karşı kıyıya, cesaretlerinden dolayı birbirlerini tebrik ediyorlardı." wellington, bonaparte’ın daima yolunu kesmişti, daha doğrusu fransa'nın rakibi olan ingiliz dehası, bonaparte için zafer yolunu kapıyordu. prusyalılar bu kesin zaferin şerefini ingilizlere bırakmak istemiyorlardı ama muharebede yeneni belirten görülen iş değil, isimdir: gerçek jena muharebesi'ni kazanan da aslında napoleon değildi.

    fransızların hataları büyük oldu: düşman ve dost orduları birbirine karıştırdılar; quatre-bras mevzisini çok geç zaptettiler; 36.000 askeriyle prusyalıları durdurma görevini alan mareşal grouchy, onları geçtiğinin farkına bile varmadı: bu yüzden fransız generalleri birbirlerini suçlu çıkarmışlardır. bonaparte, ingilizleri çevireceği yerde, hep adeti olduğu üzere cepheden hücum etti ve bir galip böbürlenmesiyle, yenilmemiş bir düşmanın çekilme yolunu kesme çareleriyle meşgul oldu.

    bu felaket hakkında birçok yalanlar ve bazı gerçekler ileri sürülmüştür: "muhafız kıtası ölür de teslim olmaz", sonradan artık kimsenin savunmaya cesaret etmediği bir uydurmadır. muharebenin başlangıcında mareşal soult’un imparatora strateji üzerine bazı itirazlarda bulunmuş olduğu kesin görünüyor. napoleon ona soğuk bir tavırla: "wellington bizi yendi diye onun büyük bir komutan olduğuna hala inanıyorsunuz demek" cevabını verdi. muharebenin sonunda, mösyö turenne, düşmanın eline düşmekten kurtulmak için bonaparte’ın çekilmesinde ısrarcı oldu: bir rüyadan uyanır gibi düşüncelerinden sıyrılan bonaparte önce kızdı; sonra, öfkesi geçmeden, ansızın atına atladı ve kaçtı.

    19 haziran'da les invalides’den atılan yüz pare top ligny, charleroi ve quatre-bras zaferlerini ilan etti; bir gün önce waterloo’da can vermiş zaferler kutlanıyordu. sonuçları bakımından dünyanın en büyük yenilgilerinden olan bu yenilginin haberini paris’e getiren ilk ulak napoleon’un kendisi oldu: 21 haziran gecesi paris kapılarından girdi. girişi, dostlarına artık bu dünyadan göçmüş olduğunu haber vermeye gelen bir ruhun girişi gibiydi. elysée-bourbon sarayına indi, elbe’den dönüşte tuileries sarayına inmişti; bir içgüdü ile seçilmiş bu iki bina, kaderinin değiştiğini gösteriyordu.

    yabancı topraklardaki soylu bir savaşta yere serilmiş olan napoleon, paris’te, felaketlerini yağma etmek isteyen avukatların hücumlarına katlanmak zorunda kaldı. orduya gitmeden önce meclisi dağıtmadığına pişman oluyordu; fouché ile talleyrand’ı kurşuna dizdirmediğinden ötürü de sık sık pişmanlığını dile getirmiştir. ama bonaparte’ın ister mizacının doğuştan yumuşaklığı yüzünden, ister kadere yenildiği için waterloo’dan sonra her türlü sertlik hareketlerinden kaçınmış olduğu muhakkaktır; ilk vazgeçişinden sonra dediği gibi artık "büyük bir adamın ölümünün ne demek olduğunu görecekler" demiyordu. büyük laflar etmekten artık vazgeçmişti. hürriyetten hoşlanmadığı için lanjuinais kontu jean denis başkanlığındaki mebuslar meclisini feshetmeyi düşündü. bu adam basit bir vatandaş iken senatör olmuş, senatörlükten `pair’liğe yükselmiş, sonra tekrar pair olmak üzere yine vatandaşlığa dönmüştü. mebus general la fayette, kürsüde bir tasarı okudu. bu tasarıda: "daimi meclis, kendisini feshetmek için girişilecek her teşebbüsü vatana büyük ihanet olarak suçlar ve bu suçu işleyen kimse, vatan haini sıfatıyla yargılanır" diyordu. (21 haziran 1815)

    generalin nutku şu sözlerle başlıyordu:
    "baylar, eski hürriyet aşıklarının hala tanıyacakları sesimi uzun yıllardan sonra tekrar yükseltiyorsam, bu, vatanın tehlikede olduğundan size bahsetmek gereğini duyduğum içindir. üç renkli bayrak, 1789’un bayrağı, hürriyet, eşitlik ve kardeşlik bayrağı altında birleşme zamanı gelmiştir."

    bu modası geçmiş söylev yüzünden bir an hayale kapılanlar oldu; la fayette’te vücut bulan ihtilal’in, mezarından çıkarak solgun ve buruşuk yüzüyle kürsüye gelmiş olduğu sanıldı. ama bu mirabeau taklidi teklifler, eski bir depodan çıkarılmış köhne silahlardı. la fayette hayatının başlangıcıyla sonunu asil bir şekilde bağlıyordu. kopmuş zaman zincirinin parçalarını birbirine eklemek elinde değildi. benjamin constant, elysee-bourbon’da imparatorun yanına gitti; onu bahçesinde buldu. ahali, marigny caddesini dolduruyor ve "yaşasın imparator!" diye bağırıyordu. halkın bağrından kopmuş duygulandırıcı bir haykırış; bu ses yenilmiş adama hitap ediyordu! bonaparte, benjamin constant’a dedi ki: "bunlar bana ne borçludurlar? onları yoksul buldum, yoksul bıraktım." mebusun heyecanı kulaklarını yanıltmadıysa, bu belki nopoleon’un yüreğinden kopmuş tek sözdür. olayların alacağı seyri önceden tahmin eden bonaparte, kendisine yapılacak teklifi önledi, vazgeçmeye zorlanmamak için tahttan vazgeçti: "siyasi hayatım sona erdi. oğlumu, ii. napoleon adı altında fransızların imparatoru ilan ediyorum." x. charles’ın v. henri lehine tahttan vazgeçmesi gibi boşuna bir tedbir: insan ancak sahip olduğu tacı bir başkasına verir, düşenin vasiyetine kimse kulak asmaz. zaten imparator ikinci defa tahttan inerken ilk seferkinden daha samimi değildi; onun için fransız komiserleri wellington düküne napoleon’un tahttan vazgeçtiğini haber verdikleri zaman wellington dükü: "bunu geçen yıldan beri biliyorum" cevabını vermişti.

    mebuslar meclisi, menuel’in söz aldığı birtakım müzakerelerden sonra, hükümdarının yeni vazgeçişini kabul etti ama açık bir şekilde ve naip tayin etmeden bunu yaptı.

    bir yürütme komisyonu kuruldu: otranto dükü fouche buna başkanlık ediyordu; üç bakan, bir danıştay üyesi, imparatorun bir generali komiteyi teşkil ediyor ve efendilerini yeniden soyuyorlardı: bunlar fouché, caulaincourt, carnot, quinette ve grenier idi. bu uzlaşmalar sırasında, bonaparte düşüncelerini zihninde evirip çeviriyordu: "artık ordum yok, kaçaklardan başka askerim yok. mebuslar meclisinin çokluğu iyidir; aleyhimde olanlar la fayette, lanjuinais ile daha başka birkaç kişiden ibaret. ulus ayaklanırsa düşman ezilir; ayaklanacak yerde çekişmelerle vakit geçirilirse her şey bitmiş olur. ulus mebuslarını beni devirmek için değil, beni desteklemek için gönderdi. ne yaparlarsa yapsınlar onlardan korkum yok; ulus ve ordu her zaman bana tapacak: bir kelime söylesem bu adamların işi bitmiştir. ama biz anlaşacak yerde kavgaya tutuşursak sonumuz bizans’ın sonuna döner.’"

    mebuslar meclisinin bir delege heyeti, vazgeçmesinden dolayı kendisini tebriğe gelince, imparator şu cevabı verdi: "teşekkür ederim: bunun fransa’yı mutlu kılmasını isterim ama kılacağına umudum yok."

    kısa süre sonra mebuslar meclisinin beş üyeli bir hükümet komisyonu kurduğunu öğrenince, feragat ettiğine pişman oldu. bakanlara dedi ki: "ben yeni bir direktuvar lehine tahttan feragat etmedim, oğlum lehine feragat ettim. oğlumu imparator ilan etmezlerse vazgeçişim hükümsüz kalır. meclisler müttefiklerin karşısına başı eğik ve diz çökmüş bir durumda çıkmakla onları ulusun bağımsızlığını tanımaya mecbur edemezler."

    la fayette, sebastiani, pontécoulant ve benjamin constant’ın kendi aleyhinde dolaplar çevirdiklerinden, meclislerin de yeteri kadar canlılık göstermediğinden şikayet ediyordu. ancak kendisinin her şeyi yoluna koyabileceğini ama elebaşların buna asla razı olmayacaklarını, uçurumu kapamak için onunla birleşmektense uçurumun dibine yuvarlanmayı tercih edeceklerini söylüyordu.

    27 haziran günü, malmaison’da, şu ulvi mektubu yazdı: "iktidardan çekilmekle en asil hak olan vatandaşlık hakkından, vatanımı müdafaa etmek hakkından vazgeçmiş değilim. bu vahim şartlar içinde, kendime vatanın başaskeri gözüyle baktığım için, general sıfatıyla hizmet etmeye hazırım."

    bassano dükü meclislerin onun tarafını tutmayacaklarını söyleyince: "şu halde görüyorum ki, daima boyun eğmek gerekiyor; içlerinde biraz aklı eren yalnız caulaincourt’la carnot’dur ama o fouché kalleşi, o sersem quinette ve grenier ile ne istediğini bilmeyen iki meclisle onların da elinden ne gelir? hepiniz yabancıların güzel vaatlerine budala gibi inanıyorsunuz; tencerenizi kotarıp önünüze koyacaklarını ve size kendi istedikleri bir hükümdarı vereceklerini sanıyorsunuz, değil mi? ama yanılıyorsunuz."

    müttefiklere elçiler gönderildi. napoleon 29 haziran'da, kendisini fransa dışına götürmek üzere, rochefort’da demirlemiş olan iki fırkateyni istedi; şimdilik malmaison’a çekilmişti.

    ayan meclisinde şiddetli tartışmalar oluyordu. uzun zaman bonaparte’a düşman olmuş, avignon katliamı emrini okumaya vakit bulamadan imzalamış olan carnot, yüz gün içinde, kont unvanına cumhuriyetçiliğini feda etmeye vakit bulmuştu. 22 haziran'da, lüksemburg sarayında, savunma bakanına, fransa’nın askeri imkanları hakkında mübalağalı bir rapor okumuştu. yeni gelmiş olan mareşal michel ney bu raporu işitince, kızmaktan kendini alamadı. napoleon, bildirilerinde mareşalden, hayli aşikar bir hoşnutsuzlukla söz etmişti, gourgaud da ney’i waterloo muharebesi'nin kaybedilmesinin başlıca sebebi olmakla suçladı. mareşal ney ayağa kalkarak dedi ki: "bu rapor yanlıştır, hem de her bakımdan yanlıştır: grouchy’nin emrinde topu topu 20-25.000 askerden fazla bir kuvvet olamaz. muhafız kıtasından hizmet edebilecek tek er kalmamıştır; ona ben komuta ediyordum; muharebe alanından ayrılmadan önce bu kıtanın tamamıyla yok edildiğini gördüm. düşman 80.000 kişiyle nivelle’dedir; altı güne kadar paris’e ulaşabilir: fransa’yı kurtarmak için müzakerelere girişmekten başka çareniz yoktur."

    yaver flahaut, savunma bakanının raporunu savunmak istedi; ney yeni bir şiddetle cevap verdi: "tekrar ediyorum, müzakereden başka çıkar yolunuz yoktur. bourbonları çağırmalısınız. bana gelince, ben amerika’ya çekileceğim."

    bu sözler üzerine lavalette ile carnot, mareşale fena halde çıkıştılar; ney onlara küçümseyerek cevap verdi: "ben kendilerinden başka bir şey düşünmeyen insanlardan değilim: xviii. louis’nin gelmesinden ne kazancım olur? görevden kaçmak suçuyla kurşuna dizilmekten başka. ama vatanıma doğruyu söylemek boynumun borcudur."

    23 haziran günü ayan meclisinin toplantısında general drouot bu sahneyi hatırlatarak dedi ki: "silahlarımızın şanını küçültmek için dün söylenen sözleri, felaketlerimizin büyütüldüğünü, imkanlarımızın küçültüldüğünü üzüntüyle gördüm. bu sözleri söyleyenin yüksek cesareti ve askeri bilgileri yüzünden bunca defa vatanın himmetine hak kazanmış seçkin bir general olması beni daha çok şaşırttı."

    22 haziran toplantısında, ilkinin ardından ikinci bir fırtına kopmuştu: bonaparte’ın tahttan çekilmesi sorunu konuşuluyordu. lucien bonaparte, yeğeninin imparator olarak tanınması için direniyordu. mösyö de pontecoulant hatibin sözünü kesti ve bir yabancı ve roma prensi olan lucien’in fransa’ya hükümdar tayin etme hakkını nereden aldığını sordu. "yabancı memlekette oturan bir çocuğu hükümdar tanımak olur mu hiç?" diye ilave etti. bu soru üzerine la bedoyere yerinde duramaz oldu: "hükümdarın talihi yaver gittiği sürece tahtının çevresinde söylenenleri işitmiştim; onun kara gününde şimdi herkes başka bir hava tutturmuş. birtakım kimseler var, ii. napoleon’u tanımak istemiyorlar çünkü müttefik adını verdikleri yabancılara yaranmak istiyorlar. napoleon’un tahttan vazgeçişi bir bütündür, bölünemez. oğlunu tanımak istemiyorlarsa, o uğrunda kanlarını döken ve hala yaralarla kaplı olan fransızlarla çevrili bir halde dövüşmelidir. daha önce de ona ihanet etmiş olan alçak birtakım generaller, kendisini tekrar yüzüstü bırakacaklar. ama bayrağını bırakıp kaçacak her fransızın namussuz sayılacağı, evinin yıkılarak ailesinin sürüleceği ilan edilirse o zaman artık hainlere rastlanmaz, son felaketleri doğuran ve elini bu işlere bulaştıranlardan bazıları belki şu an burada otururken entrikalara artık meydan kalmaz."

    meclis gürültüyle ayağa kalkıyor: bu laftan alınan mebuslar: "disiplin! disiplin!" diye böğürüyorlardı. andre massena: "delikanlı, ne dediğinizi bilmiyorsunuz!" diye bağırdı. lameth: "siz kendinizi hala muhafız kıtasında mı sanıyorsunuz?" diye soruyordu.

    ikinci restorasyonun bütün alametleri tehlikeli bir mahiyet arz ediyordu: bonaparte 400 fransızın komutasında dönmüştü. xviii. louis ise 400.000 yabancının yanında dönüyordu; waterloo’nun kan gölleri yanından geçerek kendi cenaze törenine gider gibi saint-denis’ye gitti.

    meşru krallık bu şekilde yolda bulunurken ayan meclisinden sert sesler yükseliyordu; burada felaketlerin büyük günlerinde, mahkemede, mahkumlar arasında hançerin elden ele dolaştığı o müthiş ihtilalci sahnelere benzeyen bir taraf vardı. uğursuz büyülenmeleri, yabancıların ikinci istilasına yol açarak fransa’nın mahvına sebep olan birkaç general sarayın eşiğinde çırpınıp duruyorlardı; bunların geleceği keşfeden ümitsizlikleri, mezardan geliyor hissini veren hareketleri, sözleri, üçüz bir ölümü haber verir gibiydi: kendilerinin ölümü, taptıkları adamın ölümü ve lanetledikleri sülalenin ölümü.

    bonaparte, sona eren imparatorlukla birlikte malmaison’a çekilirken, kral xviii. louis ile maiyeti de yeniden başlamakta olan krallıkla birlikte gand’dan yola çıkıyordu. yüksek makamların meşru kralcılığa ne kadar az itibar ettiğini bilen mösyö pozzo, xviii. louis’ye yerini başkaları kapmadan tahtını ele geçirmek istiyorsa çabuk yola çıkıp gelmesini hemen yazdı: xviii. louis, 1815’te tacını işte bu mektuba borçlu oldu.

    maurice de talleyrand, kesesini doldurmuş olan siyasi pazarlıklarının gururu içinde meşru krallığa en büyük hizmetleri ettiğini iddia ediyor ve hakim bir tavırla geri dönüyordu. paris’e dönüş için kendisinin çizdiği yolun takip edilmemiş olmasına şaşarken mösyö de blacas’yı kralın yanında görünce büsbütün keyfi kaçtı. mösyö de blacas’ya krallığın baş belası gözüyle bakıyordu ama ona karşı duyduğu düşmanlığın asıl sebebi bu değildi: mösyö de blacas’yı en gözde adam, dolayısıyla da rakip sayıyordu; kralın kardeşi prens charles'dan çekiniyordu ve on beş gün önce prens, onu lys boyundaki konağını kendisine teslim etmek zorunda bırakınca kızmıştı. mösyö de blacas’nın uzaklaştırılmasını istemek pek doğal bir şeydi ama bu hususta ısrarda bulunmak bonaparte’ı gereğinden fazla hatırlatmak demekti.

    talleyrand, akşamın altısı sularında mons’a vardı, yanında abbé louis bulunuyordu: mösyö de rice, mösyö de joucourt ve daha birkaç sofra arkadaşı ona koştular. hiçbir zaman adeti olmayan bir huysuzlukla, nüfuz ve itibarına saygı gösterilmediğini sanan bir kralın huysuzluğuyla ilk önce xviii. louis’nin yanına gitmeye yanaşmadı, bu hususta kendisine ısrarda bulunanlara çalımlı cümlesiyle: "acele etmek adetim değildir, hele bir yarın olsun." cevabını veriyordu.

    xviii. louis büyük bir üzüntü içindeydi. mösyö de blacas’dan ayrılması gerekiyordu, kendisi fransa’ya dönemezdi çünkü halk ona kızgındı. bu arada krala talleyrand’ın sözlerini yetiştirmişlerdi. kral: "tacı ikinci defadır başıma koymuş olmakla övünüyor ve beni tekrar almanya'nın yolunu tutmakla tehdit ediyor" diyordu.

    derhal talleyrand'ın yanına varıldı. talleyrand ise, kendi dalkavukları arasında, her zamankinden daha nazlı ve öfkeliydi. mösyö pozzo, ona bu kadar önemli bir zamanda kalkıp gitmeyi aklından çıkarması gerektiği yönünde ısrarda bulundu. pozzo, talleyrand'i hiç sevmezdi ama eski bir tanıdık sıfatıyla onu dışişleri bakanlığında görmek istiyordu; üstelik de çarın kendisine yakınlık duyduğunu düşünüyordu. talleyrand ise fikir değiştirmedi. prens charles'ın yakınları da talleyrand'ı bu durumun merkezinden uzaklaştırmak istiyorlardı. talleyrand'a kralın şehre dönmekte olduğu söylendiğinde ise şaşırmış ve "kral buna cesaret edemez" demişti.

    sonra kralın yanına döndüler. kont blacas da oradaydı. prens charles, talleyrand'i mazur göstermek için hasta olduğunu, ertesi gün muhakkak gelip krala saygılarını sunacağı söylendi. xviii. louis, "canı isterse gelir, saat üçte yola çıkıyorum." sonra muhabbetli bir tavırla şu sözleri ekledi: "mösyö blacas’dan ayrılacağım, bu görev boş kalacak, mösyö de chateaubriand."

    bu, saray bakanlığının chateaubriand'e teklif edilmesi demekti. açıkgöz bir politikacı, talleyrand’la artık meşgul olmadan atlarını arabasına koşturur, kralın peşinden ya da önünden giderdi: chateaubriand ise budala gibi oturduğu handan ayrılmadı.

    talleyrand, kralın gideceğine bir türlü inanamadığı için yatmıştı; saat üçte kendisini uyandırıp kralın yola çıkmak üzere olduğunu haber verdiler; kulaklarına inanamıyordu: "bana oyun ettiler! ihanete uğradım!" diye bağırdı. kendisini yataktan kaldırıyorlar, hayatında ilk defa olarak, sabahın saat üçünde, mösyö de rice’nin koluna dayanarak sokağa çıkıyor, kralın konağı önüne geliyor, kralın arabasının ilk iki atı yarı yarıya avlu kapısından çıkmış bulunuyordu. arabacıya işaret ediyorlar, duruyor. kral "ne var" diye soruyor; kendisine, "haşmetlimiz, mösyö talleyrand geldi" diye bağırıyorlar. xviii. louis, "o uykudadır" diyor. "işte kendisi, efendimiz" kral: "pekala" diyor. atlar arabayla birlikte geri geri gidiyorlar; arabanın kapısını açıyorlar, kral iniyor, sürüklenerek dairesine giriyor, topal bakan da peşinden geliyor. orada talleyrand, öfkeli bir tavırla, birtakım açıklamalara girişiyor, kral kendisini dinliyor ve cevap veriyor: "benevent prensi, bizden ayrılıyorsunuz demek? kaplıcalar size iyi gelir; bizi afiyetinizden haberdar edersiniz." kral, talleyrand'i şaşkın bir halde bırakıyor, tekrar arabasına gidiyor ve hareket ediyor.

    talleyrand küplere biniyordu; xviii. louis’nin soğukkanlılığı onu şaşırtmıştı. soğukkanlılığı ile övünen talleyrand, orada, mons’ta en önemsiz bir adam gibi sokak ortasında bırakılsın; bunu bir türlü aklı almıyordu. susuyor, arabanın uzaklaşmasını seyrediyor, sonra levis dükünü ceketinin bir düğmesinden yakalayarak haykırıyordu: "dük cenapları, gidin, gidin de bana nasıl davrandıklarını anlatın, kralın başına tacını ben taktım (bu taç hikayesini hiç dilinden düşürmezdi), şimdi de tekrar bir sürgün hayatına başlamak üzere almanya’ya gidiyorum."

    dalgın bir tavırla dinleyen levis dükü, topuklarını kaldırıp boyunu yükselterek: "prens benevent, ben gidiyorum; kralın yanında hiç olmazsa bir tane büyük adam bulunmalı" dedi ve arabaya atlayarak kralın peşinden devam etti.

    talleyrand, ne yapacağını şaşırmış bir haldeydi. chateaubriand'in sözünü dinlemediğine ve şımarık bir teğmen gibi, o akşam kralı ziyarete gitmediğine pişman olmuştu. onsuz birtakım düzenler yapılmasından, kendisinin siyasi iktidar dışında bırakılmasından ve hazırlamakta olduğu para dalaverelerini çeviremeyeceğinden korkuyordu. aralarındaki görüş ayrılıklarına rağmen, chateaubriand, bir elçinin bakanına bağlılıyla kendisine bağlı kalmakta devam ettiğini ona söyledi. kralın yanında dostlarının bulunduğu için yakında iyi haberler almayı umduğunu da ekledi. talleyrand kulak kesilmişti, omzuna yaslanıyordu; muhakkak ki o anda chateaubriand'i çok büyük bir adam sanıyordu.

    çok geçmeden duras'dan bir mektup geldi. cambrai’den işin yolunda gittiği, talleyrand'in yola çıkma emrini pek yakında alacağını bildiriyordu. prens benevent bu sefer itaat etmeyi ihmal etmeyecekti.

    talleyrand, daha mons’tan ayrılmadan viyana’daki alışverişlerinden birinin ürünü olan milyonları tahsil etmek üzere mösyö duperey’i napoli’ye gönderdi. blacas da bu sırada cebinde napoli elçiliğiyle o cömert gand sürgününün mons’ta kendisine verdiği daha başka milyonlarla yoldaydı. salt herkes kendisinden nefret ettiği için, chateaubriand mösyö blacas ile iyi geçinmişti ve bir huysuzluğuna sadakat göstermekle kendini talleyrand’ın dostluğuna maruz bırakmıştı. xviii. louis onu açıkça yanına almak istemişti, chateaubriand ise sözüne güvenilmez bir adamın fesatçılığını kralın beğenisine tercih etmişti. bu ahmaklığının cezasını çekmeyi, hepsine birden hizmet etmek istediği için herkes tarafından yüzüstü bırakılmayı hak etmişti. kenarda bırakılmışların üstüne servetler yağarken, chateaubriand yol masraflarını bile ödemekten aciz bir halde fransa'ya döndü, bu cezayı hak etmişti. herkes altın zırhlar giymişken fakir bir şövalye gibi kılıç sallamak neyse neydi ama büyük hatalar yapmamak gerekti. eğer kralın yanında kalsaydı, talleyrand’le fouche’yi bir araya getirecek bir kabine adeta imkansız olacaktı. restorasyon, şerefli ve dürüst bir kabineyle işe başlayacak, gelecekteki bütün yönetimler değişmiş olacaktı. şansına karşı gösterdiği kayıtsızlık, onu olayların önemi üzerinde yanılttı; pek çok kimsenin kusuru kendini gereğinden fazla göz önünde tutmaktır; chateaubriand'in kusuru ise kendini en az derecede düşünmekti, kendi ikbalini hor görmeye alışmış olduğu zihniyetine bürünmüştü.

    cambrai'de çeşit çeşit birçok kralın dostu meydana çıkmaya başlamıştı. bu dostlar, cambrai'ye yeni anayasaya karşı elbirliği etmeye geliyorlardı. kralın ayakları dibine sadakatleriyle birlikte anayasaya karşı kinlerini getirmeye koşmuşlardı. krala yaranmak için bu yolu tutmayı gerekli görüyorlardı, havada yeni bir jakobenlik kokusu vardı.

    23 haziran'da cambrai bildirisi yayımlandı. kral burada diyordu ki: "ancak ünleri fransa için bir acı ve avrupa için bir dehşet konusu olan kimseleri yanımdan uzaklaştıracağım." ama işe bakın ki, fouche’nin adı, prens tarafından şükranla anılmıştı! kral, kardeşinin bu yeni tutkusuna gülüyor ve "bu sevgi ona tanrının bir ilhamı olmasa gerek!" diyordu.

    başkentin hükümet makamları tarafından gönderilen general lamotre, üç renkli armayı takmadan paris'e girilmesinin imkansız olduğunu haber verdi. la fayette ve daha başka komiserler, müttefiklerinden hiç de yüz bulamadan bir devletin kumandanlarından ötekine koşup yaltaklanarak, yabancılardan fransa için herhangi bir lider dileniyorlardı: saint louis ile xiv. louis’nin soyundan gelmemek şartıyla, kazakların seçecekleri bir kralı, kim olursa olsun, pek uygun bulacaklardı.

    kral ve maiyeti roye bölgesindeyken, oturup durumu görüştüler. talleyrand, arabasına iki diri hayvan daha koşturdu ve hızla kralın yanına gitti. arabası bakanın oturduğu handan kralın kapısına kadar bütün alanı kaplıyordu. arabasından indi ve beraberinde getirdiği muhtırayı okudu: paris’e varınca ne şekilde hareket edileceği gözden geçiriliyordu, görev ve mevkilerin paylaşılmasından fark gözetmeksizin herkesi faydalandırmak gerektiğini üstü kapalı olarak anlatıyor, cömertlik gösterilerek xvi. louis'yi mahkum edenlere bile hoşgörü gösterilebileceğini ima ediyordu. kral kıpkırmızı kesildi ve koltuğunun iki koluna iki eliyle vurarak: "asla!" diye bağırdı. bu, yalnızca 24 saat sürecek bir asla idi.

    yola devam eden kral ile beraberindekiler, philippe-auguste’un doğduğu yere, yani gonesse’e vardı. yaklaşınca onlara doğru gelen iki kişi görüldü: bunlar mareşal jacques macdonald ile hyde de neuville’di. arabayı durdurdular, talleyrand’in nerede olduğunu sordular. kendisini, fouché’yi bakanlığa tayin etmeden önce kralın paris’in kapılarından girmeyi aklından geçirmemesi gerektiğini haber vermek üzere aradıklarını gizlemediler. chateaubriand: "nasıl olur mareşal, paris'e girmemizin bu kadar ağır şartlara bağlı olması mümkün mü?" dedi. mareşal de: "mösyö, ben de buna pek inanmış değilim." kral gonesse’te iki saat kaldı. orada krallığın akıbetini tayin edecek bir tedbir görüşüldü. tartışmalar başladı; xviii. louis’nin fouché’ye kabinesinde asla yer vermemesi gerektiğini sadece mösyö beugnot ile chateaubriand savundu. kral dinliyordu ve bu düşünce ona da en doğrusu gibi geliyordu ama wellington dükü ve prens charles, fransa'nın tam huzuru için bu fikrin aksi yönünde görüş belirtiyorlardı.

    partiler kabul ettikleri hükümet şeklini akıllarına bile getirmeden iş görüyorlardı. herkes anayasadan, hürriyetten, eşitlikten, ulusların haklarından söz ediyordu ama kimsenin bunları istediği yoktu; bu moda olmuş bir gevezelikti. yakında ortadan kalkacağını umarak, hiç düşünmeden anayasa hakkında sorular soruyorlardı. liberallerle kralcılar aradan geçen zamanla ve yeni alışkanlıklarla düzeltilmiş bir mutlakiyetçiliğe yöneliyorlardı. fransa’nın mizacı ve gidişatı böyleydi, maddi çıkar düşüncesi hakimdi. ihtilal zamanında yapılmış olan şeylerden vazgeçilmek istenmiyordu; herkes kendini düşünüyor ve başkaları için çalıştığını iddia ediyordu. ortaya çıkan kötülüğün artık halkın ayrılmaz bir parçası haline geldiği, bundan böyle bu unsurun hükümetlerle birleşmesi ve topluma hayati bir ilke olarak girmesi gerektiği temin ediliyordu.

    özgürlükçü, dini ve ahlaki bir eylemler bütünüyle oluşturulacak bir anayasa isteyen çocukça tavsiyeleri, birtakım partilerin chateaubriand'e karşı husumet beslemelerine sebep oldu. chateaubriand, kralcılara göre hürriyete fazla düşkündü; ihtilalcilere göre ise işlenen cinayetleri fazla hor görüyordu. kendi zararına olarak ortaya çıkıp anayasacılık taraftarlığının elebaşılığını yapmış olmasaydı, daha ilk günden aşırı kralcılarla jakobenler, anayasayı zambak işlemeli fraklarının ya da cassiusvari carmagnole ceketlerinin cebine koymuş olacaklardı.

    talleyrand fouche’yi sevmezdi. fouche de talleyrand’dan nefret eder ve onu hor görürdü. bu iki adamı birleştirme başarısı zor elde edilirdi. fouche’yle aynı yola sokulmasa önceleri memnun kalacak olan talleyrand, ötekinin bakanlığa geçmesinin bir zorunluk olduğunu anlayınca bu tasavvura taraftar göründü. anayasa rejimi altında fouche’nin başına geçmesinin ne derece yersiz olduğunu hissetmedi.

    beklenen oldu ve otranto dükü joseph fouche'nin göreve kabulünden bir fayda temin edilmedi, sadece utancıyla kalındı. yaklaşmakta olan bu meclislerin gölgesi, kürsünün açık sözlülüğüne hedef olabilecek bakanları ortadan kaldırmaya yetti ve bir uzlaşı sağlanamadı. zayıf iradeli insanların adeti üzerine, kral hiçbir şeyi kararlaştırmadan oturuma son verdi. karar ancak arnouville şatosunda verilecekti.

    bu son oturumda meclis kurulamadı. yalnız kralın yakınlarıyla sırra aşina olanlar toplandı. herkesten önce davranan talleyrand ise kendi dostlarıyla görüştü. devamında waterloo'nun muzafferi wellington dükü arthur wellesley oraya geldi, atıyla geçerken şapkasının tüyleri rüzgarda uçuşuyordu. demir dük, fouche ile talleyrand’ı, waterloo zaferinin fransızlara verdiği ikiz bir armağan gibi fransa’ya bağışlıyordu. fouche'nin xvi. louis’yi idam edenler arasında bulunması belki bir sakınca olur diyenlere "bırakın bu çoouklukları" diye cevap veriyordu. protestan bir irlandalı, fransızların tarihini ve adetlerini bilmeyen bir ingiliz mareşali, 1793 fransız yılını, 1649 ingiliz yılı (1793’te fransa'da xvi. louis, 1649’da ise ingiltere’de i. charles idam edilmişti) ile bir tutan bir adam, fransızların kaderini tayin edecekti! bonaparte’ın sonu gelmeyen hırsı, fransa'yı bu derece alçaltmıştı.

    buradan sonra saint-denis’ye gittiler. orada prusyalılarla ingilizlerin açık ordugahlarının uzanıp gittiğini gördüler. gözler uzaktan manastır kulesinin üstündeki okları görüyordu: 639 yılında ölen kral dagobert, bu manastırın temellerine mücevherlerini ve bedenini atmıştı, birbiri ardından gelen kuşaklar da onun yeraltı mahzenlerine krallarını ve büyük adamlarını gömdüler. xvi. louis’nin kemikleri de oraya bırakıldı. o anda ingilizlerle dolu olan bu yerde, kısa bir zaman önce napoleon’un askerleri ordugah kuruyor ve nöbet tutuyordu.

    kral xviii. louis, manastır binalarında oturuyordu. chateaubriand'in, kralın yanına giderken denk geldiği légion d’honneur verilen askerlerin çocukları için açılan bir okulun küçük öğrencilerinin "yaşasın napoleon!" diye bağırmalarına engel olması hayli güç işti. manastıra girince kralın odasının yanındaki bir odaya alındı, içerde kimseler yoktu, bir köşeye oturup bekledi. ansızın bir kapı açıldı: cinayetin koluna yaslanmış olarak ahlaksızlık içeri girdi. talleyrand, fouche’nin koluna dayanarak yürüyordu; bu cehennemlik hayaletler ağır ağır chateaubriand'in yanından geçip kralın odasına girdiler ve gözden kayboldular. fouche, efendisine sadakat yemini etmeye geliyordu; kral katili, diz çökerek, xvi. louis'nin boynunu vurduran ellerini, öldürülen kralın kardeşinin ellerine bıraktı, zındık papaz da bu yemine kefil oluyordu.

    ertesi gün, paris'in asilzadelerinin ikamet ettiği saint-germain mahallesi erkanı geldiler; fouche’nin şimdiden elde edilmiş olan tayininde dinle dinsizlik, erdemle ahlaksızlık, kralcı ile ihtilalci, yabancı ile fransız; hasım olan her şey elbirliği etmişti: "fouche olmazsa kral emniyette olmaz, fouche olmazsa fransa için kurtuluş yoktur, vatanı evvelce yalnız o kurtarmıştı, eserini yalnız o tamamlayabilir." ihtiyar duras düşesi onu methetmekte en ileri giden asil kadınlardan biriydi; nesli tükenmiş malta şövalyelerinden biri olan crussol valisi aynı telden çalıyordu; başı hala omuzları üstünde duruyorsa bunun fouche’nin müsaadesi sayesinde olduğunu söylüyordu. korkak kimseler bonaparte’tan o kadar yılmışlardı ki, lyon katliamcısını hayırsever roma imparatoru titus yerine koyuyorlardı. bu zavallılar, sonradan görmüşlerin ayaklarına kapanıyorlar ama yine de asaletleriyle, ihtilalcilere karşı kin beslemekte sarsılmaz sadakatleriyle ve ilkelerinin şaşmazlığıyla övünmekten geri durmuyor, bir yandan da fouche’ye tapıyorlardı.

    fouche bakanlıkta kalışının temsili krallıkla bağdaşamayacağnı hissetmişti. meşru bir hükümetin unsurlarıyla kaynaşamadığı için, siyasi unsurları kendi mizacına uydurmaya kalkıştı. etrafa suni bir korku salmıştı; hayali tehlikeler farz ederek, tahtı bonaparte’ın iki meclisini tanımaya ve acele tamamlanmış olan haklar beyannamesini kabule zorlama iddiasındaydı; hatta prens ile oğullarını sürgüne gönderme gereğini bile usulca fısıldayanlar vardı: kralı tek başına bırakmak, fouche'nin şaheseri olacaktı.

    fouche bu oyuna kanmaya devam ediyordu ama milli muhafızlar paris surlarını aşarak krala sadakatlerini bildirmeye mi geliyordu? bu muhafızların iyi niyetler beslemediği temin ediliyordu. yüz gün zarfında kralcı kalmış olan halk, yoluna akın etmesin diye karakollar şehir kapılarını kapatıyordu ve bu halkın yolda xviii. louis’yi boğazlayabileceği ileri sürülüyordu. gaflet şaşılacak bir dereceyi bulmuştu çünkü fransız ordusu loire üzerine çekiliyor, 150.000 müttefik askeri başkentin dış karakollarını işgal ediyordu ve hala kralın, tek askeri kalmamış, içinde kımıldamaya kalksalar bir avuç ihtilalciyi baskıda tutmaya elverişli burjuvalardan başka kimse bulunmayan paris’e girecek kadar kuvvetli olmadığı iddia olunuyordu. kral, ingilizlerle prusyalıların başkanı gibi görünüyordu, etrafını kurtarıcıların sarmış olduğunu sanıyor, oysa sadece düşmanlarla çevrili bulunuyordu, ona refakat eden kıtalar görünüşte bir saygı görevi görüyorlardı ama gerçekte kendisini krallığın dışına çıkaran jandarmalardı. paris'ten yabancılarla birlikte sadece geçiyordu ama bu yabancıların silueti bile, hanedanının kovulmasına vesile olacaktı.

    bonaparte’ın tahttan çekilişinden sonra kurulmuş olan geçici hükümet, tahta karşı adeta bir suçlama belgesi yayımlayarak feshedildi. bu, bir gün üzerinde yeni bir ihtilalin binasını yükselteceklerini umdukları bir temel taşıydı.

    chateaubriand, saint-denis’den ayrılmadan önce kral tarafından kabul edildi ve aralarında şöyle bir konuşma oldu, xviii. louis: "e, söyleyin bakalım?" diyerek söz açtı:

    -"ne söyleyeyim, haşmetlim, demek otranto dükü fouche'yi kabul ediyorsunuz?"

    -"öyle icap etti. kardeşimden tutun da crussol'e kadar herkes başka çıkar yol olmadığını söylüyor, siz ne dersiniz?"

    -"haşmetlim, olan olmuş. sizden susma müsaadesini dilerim."

    -"yok hayır, söyleyin. gand'dan beri ne kadar direndiğimi bilirsiniz."

    -"haşmetlim, emrinizi yerine getiriyorum; sadakatimi af buyurun, krallığın mahvolduğu kanısındayım."

    kral sesini çıkarmadı; chateaubriand cüretinden korkmaya başlarken kral atıldı:

    -"size bir şey söyleyeyim mi, mösyö chateaubriand? ben de sizin gibi düşünüyorum."

    bu konuşmayla yüz gün hikayesini tamamlayalım ve son iki bölüme hazırlanalım.
  • 22. bölüm (finale 1 kala: napoleon, bellerophon gemisiyle son sürgünü için yola çıkarken; dehası, hataları, yüceliği ve çöküşü üzerine değerlendirmeler)

    bir adam, hayatın en gürültülü safhalarından, bir anda buz denizinin sessiz kıyısına geçiverse, napoleon’un mezarı başında duyduklarımızı duyardı; işte şimdi, ansızın o mezarın başına geliverdik.

    29 haziran'da paris’ten çıkan napoleon, fransa'dan ayrılacağı anı malmaison’da bekliyordu. şimdi, bir önceki bölümde fransa'yı konuşurken, tekrar ona geliyoruz: arada geçen günlere dönerek, gelecek zamanlardan vaktinden önce söz ederek, ölünceye kadar artık ondan ayrılmayacağız.

    imparatorun kaldığı malmaison sarayı bomboştu. josephine'i ölmüştü, bonaparte bu ıssız köşede yapayalnızdı. ikbaline orada başlamıştı, orada aşkıyla mutlu olmuştu, dünya hakimiyeti hülyasıyla orada sarhoşa dönmüştü, dünyanın rahatını kaçıran emirler oradan çıkmıştı. zamanında kalabalık bir halk ve ordunun çiğneyip ezdiği kumlu yollarda, napoleon'un öldüğü vakitlerde otlar ve böğürtlenler yeşermişti. daha o zamandan bakımsızlık yüzünden yabancı ağaçlar kurumaya yüz tutmuştu, kanallarda artık okyanusyanın kara kuğuları yüzmüyordu, tropik kuşlar artık kafeslerde esir değildi: sahiplerini kendi vatanlarında beklemek üzere uçup gitmişlerdi.

    bununla beraber bonaparte, hayatının ilk günlerini bir film şeridini başa sarar gibi hatırlamakla bir avuntu konusu bulabilirdi. düşmüş krallar, özellikle zaman nehrini yukarı doğru çıktıkça, soylarındaki bir sindirici güç içinde doğdukları muhitin şatafatlarından başka bir şey görmedikleri için kederlenirler fakat napoleon’un, ikbal devrinden önceki zamanlarında gördüğü neydi? bir korsika köyünde içinde doğduğu kulübe. kırmızı imparatorluk hilatını sırtından atmakla daha büyümüş olarak keçi çobanının çulunu sırtına geçirebilirdi ama insanlar, mütevazı bir menşeden geliyorlarsa, bir daha onu hatırlamak istemezler; talih piyangosunda sadece sonradan kazandıklarını kaybetmiş olmalarına rağmen, kaderin haksızlığı kendilerini babadan kalma bir mirastan yoksun etmiş gibi yanarlar; oysa napoleon’un büyüklüğü kendi kendine yetişmiş olmasındadır: soyundan hiç kimse ondan önce bir varlık göstermemiş, ona gücünü hazırlamamıştı.

    o yüzüstü bırakılmış bahçeleri, o boş ovaları, o türlü şenliklerden artakalmış ıssız dehlizleri, şarkılarla çalgıların artık duyulmaz olduğu o salonları görünce, napoleon kaderini gözden geçirebilirdi: "biraz ılımlı hareket etmiş olsaydım, acaba ikbalimi koruyamaz mıydım," diye kendi kendine sorabilirdi. şimdi yabancılar, düşmanlar onu kovuyor değildi, ulusları geçmişine hayran bırakarak adeta bir galip durumunda gidiyor değildi; 1814 seferinden sonra yenilmiş olarak çekiliyordu. fransızlar, dostlar, hemen tahtı bırakmasını istiyor, hemen gitmesi için onu sıkıştırıyor, general sıfatıyla bile hizmet teklifini reddediyor, üzerine şeref ve şan derecesinde afetler serpmiş olduğu toprakları bir an önce bırakmaya zorlamak için ona haberci üstüne haberci salıyorlardı.

    bu pek acı derse daha başka ihtarlar da katılıyordu: prusyalılar malmaison yakınlarında dolanıyorlardı; zafer sarhoşu mareşal blücher, ayakları birbirine dolanarak, kralların ensesine basıp geçmiş olan fatihi yakalamaları ve asmaları için emir veriyordu. ikbalin hızı, insanlar arasındaki ilişkilerde bayağılık, kişilerin yükseliş ve düşüşlerindeki çabukluk, tarihte daha önce görülen asaletin bir kısmından, sonraki devirleri yoksun bırakacak: roma ve yunanistan, iskender ile caesar’ı asmaktan asla söz etmiş değillerdi.

    1814’te geçen olaylar 1815’te tekrarlandı ama bu sefer insanın daha ayıp karşılayacağı bir taraf vardı çünkü nankörlerin bayağılığını korku artırıyordu: napoleon'u çabuk başlarından savmaları gerekiyordu çünkü müttefikler geliyordu. çar aleksandr da ilk anda orada bulunmayacaktı ki, zaferi ılımlılığa yöneltsin ve ikbalin küstahlığına engel olsun. paris artık o parlak dokunulmazlığı ile süslü olmaktan çıkmıştı, daha önceki istila tapınağı kirletmişti ama bu sefer tanrının öfkesine değil, kaderin küçümsemesine uğruyorlardı: yıldırım artık sönmüştü.

    yüz gün, bütün alçaklıklara yeni bir yüzsüzlük derecesi kazandırmıştı: yurt sevgisi uğruna şahsi bağları feda etme maskesi altında napoleon’un 1814 antlaşmalarını bozmakla büyük suç işlediğini ileri sürüyorlardı. ama asıl suçlular onun tasarladıklarını kolaylaştırmış olanlar değil miydi? 1815’te, kendisini bir kere yüzüstü bıraktıktan sonra bir kere daha aynı oyunu tekrarlamak üzere ona ordular hazırlayacak yerde, tuileries sarayında yatmaya geldiği zaman kendisine: "dehanız sizi yanıltmış, artık halk sizi tutmuyor, fransa’ya acıyın. yeryüzüne yaptığınız bu son ziyaretten sonra çekilin. washington'un vatanında yaşamaya gidin. bourbonların hatalar işlemeyeceği ne malum? siz hürriyet okulunda kanunla saygı göstermesini öğrendiğiniz zaman, günün birinde fransa'nın gözlerini size çevirmeyeceği ne malum? o zaman siz avının üstüne atılan bir zorba değil, memleketini dirliğe ve düzene kavuşturan büyük bir vatandaş gibi dönersiniz" demediler.

    ona hiç de bu ağzı kullanmadılar, dönen şeflerinin hırslarına alet oldular, zaferlerinden veya yenilgisinden istifade edeceklerinden emin oldukları için onun gafletini artırdılar. yalnız askerler napoleon uğrunda hayran olunacak bir samimiyetle öldüler. geri kalanı sağdan soldan otlanan, yağlanan bir sürüden başka bir şey değildi. hepsi onun son dakikalarından kendi hesaplarına faydalanıyorlardı, onu rezilce istekleriyle hırpalıyorlardı, hepsi de onun yoksulluğundan para sızdırmaya bakıyorlardı.

    bundan daha tam bir yüzüstü bırakılış görülmemiştir. bonaparte buna meydan vermişti: başkalarının dertlerine kayıtsızdı, şimdi de dünya ona kayıtsızlığa karşı kayıtsızlıkla cevap veriyordu. zorbaların çoğu gibi kendi adamlarına karşı iyi davranırdı ama aslında hiçbir şeye değer verdiği yoktu: münzevi bir adamdı, kendi kendine yeterdi, felaket onu hayatının çölüne geri çevirmekten başka bir şey yapmamıştı.

    george washington’u philadelphia’daki küçük evinde ve bonaparte’ı da saraylarında görünce, virginia’daki tarlasına çekilmiş olan washington, malmaison'daki bahçelerinde sürgünü bekleyen bonaparte'ın vicdan azabını duymuş olmasa gerek. birincisinin hayatında hiçbir değişiklik olmamıştı: yeniden mütevazı ihtiyaçlarıyla başbaşa kalıyordu, kölelikten kurtardığı çiftçilerin hayat seviyesinin üstüne çıkamamıştı; ikincisinin hayatında ise her şey altüst olmuştu.

    napoleon, malmaison’dan beraberindeki general bertrand, rovigo ve becker ile birlikte ayrıldı. general becker inzibat ya da komiser sıfatıyla yanında bulunuyordu. yolda napoleon’un aklına esti, rambouillet’de biraz kaldı. x. charles’ın cherbourg’dan gemiye bindiği gibi rochefort’dan gemiye binmek üzere buradan ayrıldı. rambouillet, soy ve insan olarak içinde dünyanın en büyük kimselerinin söndüğü şerefsiz bir sığınak olmuştu: i. françois bu uğursuz yerde ölmüş; barikatlardan kurtulan iii. henri, yol üstü çizmelerini çıkarmadan burada gecelemiş; xvi. louis burada gölgesini bırakmıştı. louis, napoleon ve charles sadece rambouillet’de otlayan sürülerin meçhul çobanları olsalardı, ne mutlu olacaktı onlar adına!

    rochefort’a vardığı zaman napoleon tereddütteydi: yürütme komitesi kesin emirler gönderiyordu: "rochefort ve la rochelle garnizonları napoleon’u gemiye bindirmek için hükümete yardımda bulunmalıdır. kuvvet kullanınız. kendisini hemen yola çıkarınız. hizmet teklifi kabul edilemez."

    napoleon'un hizmeti kabul edilemezmiş! ama nimetlerini ve zincirlerini kabul etmemişler miydi? napoleon gitmiyordu, kovuluyordu, hem de kimler tarafından?

    bonaparte, ikbalden başka bir şeye inanmamıştı. felakete aldırış etmezdi, nankörleri önceden mazur göstermişti: haklı bir kısasla şimdi kurduğu sistemin kurbanı oluyordu. başarı onun şahsından uzaklaşarak başka birinde belirince, çömezler okulu değiştirmediler, hocayı değiştirdiler.

    1 temmuz'dan beri fırkateynler kendisini rochefort koyunda bekliyorlardı: hiç sönmeyen umutlar, son vedasının ayrılmaz hatıraları onu durdurdu. huzur içindeki gözlerinin ilk yağmurun yağışını daha görmemiş olduğu çocukluk günlerini kimbilir ne kadar arıyordu! ingiliz filosuna, yaklaşması için zaman bıraktı. denizde bir danimarka gemisine yetişecek olan iki küçük gemiye henüz binebilirdi (kardeşi joseph öyle yapmıştı) ama fransa kıyılarına bakarken karar veremedi. cumhuriyetten hoşlanmazdı; birleşik devletlerin eşitliği ve hürlüğü onu tiksindiriyordu. ingilizlerden bir sığınak istemeye yöneliyordu, danıştığı kimselere: "bunda ne gibi bir sakınca görüyorsunuz?" diyordu. bir deniz subayı ona: "şerefinizi lekeleme sakıncası görüyorum, hatta ölünüz bile, ingilizlerin eline geçmemelidir. sizi zamanla doldurup adam başına bir şiline seyrettirirler."

    bu düşüncelere aldırmayarak imparator kendisini yenenlere teslim olmaya karar verdi. 13 temmuz'da, xviii. louis beş günden beri paris’te bulunurken, napoleon bellerophon ingiliz gemisinin süvarisine, naip prens'e hitaben yazdığı şu mektubu gönderdi:
    "altes, memleketimdeki siyasi ihtilafların ve avrupa'nın en büyük devletlerinin hücumlarına hedef olduğum için siyasi hayatım sona ermiştir. perslere sığınan themistokles gibi, ingiliz ulusunun ocağına sığınıyorum. onun kanunlarının himayesine sığınıyor ve bu kanunların tatbikini, düşmanlarımın en güçlüsü, en devamlısı ve en alicenabı olan sizden istiyorum.
    -rochefort, 18 temmuz 1815"

    bonaparte yirmi yıl durmadan ingiliz ulusuna, hükümetine, kralına ve bu kralın varisine hakaretler yağdırmış olmasaydı bu mektubun ifadesi hoş görülebilirdi ama napoleon tarafından o derece hor görülmüş, hakarete uğramış olan bu altes nasıl oluyor da, sadece galip geldiği için birden bire düşmanlarının en güçlüsü, en devamlısı, en alicenabı oluveriyor? söylediğine kendisi inanamazdı, doğru olmayan da güzel olamaz. bir düşmana sığınan düşmüş bir yüceliği anlatan cümle güzeldir ama themistokles'in bayağı örneğine gerek yoktu.

    bonaparte'ın bu hareketinde bir samimiyet noksanından daha kötü bir taraf vardır; fransa'yı unutmuştur. imparator yalnız kendi felaketiyle meşgul olmuştur, bir kere düşünce artık onun nazarında fransa'nın hiçbir kıymeti kalmamıştı. ingiltere’yi amerika'ya tercih etmekle, bu seçiminin vatanın yasına hakaret olduğunu düşünmeden, yirmi yıldan beri avrupa’yı fransa'ya karşı peşine takıp sürükleyen hükümetten, rus ordusundaki komiseri general wilson'un, fransa'yı tamamen yok etmesi için mareşal kutuzov'u sıkıştırdığı hükümetten bir sığınak dilendi: son savaşı kazanan ingilizler boulogne korusunda ordugah kurmuştu. uğrunda waterloo'da dökülen fransız kanını toprak daha tamamıyla içmeden gidip ingiliz ocağına sığınmak! ey themistokles! istilaya uğramış fransa'nın, louvre’da diktatör olmuş wellington'un karşısında kaçak imparator, thames kıyılarında, belki de el üstünde taşınarak, nasıl bir rol oynayacaktı? napoleon'un büyük talihi ona daha iyi bir hizmette bulundu: dar ve intikamcı bir siyasete kapılan ingilizler, son görevlerini kaçırdılar; yalvarıcıyı zindanlarına ya da ziyafetlerine kabul ederek onu ıekeleyecek yerde sözde başından aldıkları tacını gelecek kuşaklar için daha parlak bir hale koydular. esirliğinde devletlerin müthiş korkusu onun şerefini artırdı: okyanusun zincirine vurulmuş olmasına rağmen silahlı avrupa, gözlerini denizlere dikmiş, kıyılarda nöbet bekliyordu.

    15 temmuzda, epervier gemisi, bonaparte’ı bellerophon gemisine götürdü. fransız gemisi o kadar küçüktü ki, ingiliz gemisinin güvertesinden dalgalar üstündeki devi göremiyorlardı. imparator, süvari maitland'ın yanına giderek ona: "ingiliz kanunlarının himayesine sığınmaya geliyorum" dedi. kanunları daima hor gören adam bir defa olsun kanunun nüfuz ve itibarını itiraf ediyordu.

    filo torbay’e doğru yelken açtı: bellerophon’un çevresinde bir sürü kayıklar gidip geliyordu; plymouth limanında da aynı telaş hakimdi. 30 temmuz'da lord keith, sainte-helene adasına kapatılacağını bildiren kararı müracaat sahibine verdi. napoleon: "bu timur'un bayezid'i koyduğu kafesinden de beter" dedi.

    insanlık haklarını ve konukluk saygısını ayaklar altına alan bu hareket çirkindi: yelken açmış olması şartıyla herhangi bir gemide dünyaya gelirseniz doğuştan ingiliz sayılırsınız: londra'nın eski adetleri gereğince denizler albion ülkesi olarak kabul edilir. oysa bir ingiliz gemisi, sığınan biri için dokunulmaz bir tapınak olamıyor, bellerophon’un pupasını kucaklayan büyük adamı ingiliz himayesi altına koymuyordu! bonaparte itiraz etti; kanunları ileri sürdü, dönekliğe ve ihanete uğradığını söyledi, geleceğin vereceği hükmü hatırlattı: bu sözler onun ağzına yakışıyor muydu? adaletle eğlenmemiş miydi? şimdi kendisine uygulanmasını istediği kutsal hakları güçlü zamanında ayaklar altına almamış mıydı? touis-saint-louverture'le ispanya kralını kaçırmamış mıydı? amiens antlaşması'nın bozulması sıralarında fransa'da bulunan ingiliz yolcularını yakalattırarak tutuklamamış mıydı? kendisinin yapmış olduğu şeyleri taklit etmek ve çirkin misillemelere başvurmakta tüccar ingiltere haklıydı ama başka türlü de hareket etmek mümkündü.

    napoleon geniş kafalı olduğu ölçüde yüksek ruhlu değildi: ingilizlerle çıkardığı kavgalar pek adicedir; bunlar lord byron’u isyan ettirdi. zindancılarına hitap etmekle onları şereflendirmeye nasıl tenezzül etti? torbay’de lord keith'le, sainte-hélène’de sir hudson lowe’la ağız kavgalarına girişmek, kendisine verilen sözde durulmadığı için itiraz bildirileri çıkarmak, bir unvan için, biraz daha altın veya şeref koparmak için çekişmek suretiyle kendini alçalttığını görmek insanı üzüyor.

    kendinden başka bir şeyi kalmamış olan bonaparte’ın şan ve ününden başka bir şeyi kalmamış demekti, bu ona yetmeliydi: insanlardan isteyecek bir şeyi yoktu, kara bahtı yeterli derecede hükmü altına alamamıştı, felaketi son kölesi haline getirmiş olsaydı bunda mazur görülürdü. konukluk kurallarına aykırı hareket edildiğini ileri süren yakınma mektubunda bu yazının tarihiyle imzasından başka dikkate değer bir nokta pek yoktur. "denizdeki bellerophon gemisinden, napoleon." bunlar uçsuz bucaksızlıktan haber veren şeylerdir.

    bellerophon'dan napoleon, northemberland’a geçti, sainte-hélène’in ilerideki garnizonunu taşıyan iki fırkateyn gemiyi izliyordu. bu garnizonun subaylarından bazıları waterloo’da savaşmışlardı. bu dünya kaşifinin, beraberinde mösyö ve madam bertrand, mösyö montholon, general gaspard gourgaud ve las cases'i götürmesine izin verilmişti. bunlar batmış geminin enkazına gönül rızasıyla sarılan ak yürekli yolculardı. süvarinin talimatının bir maddesi gereğince bonaparte’ın silahları alınacaktı: okyanusun ortasında, tek başına, bir gemide esir olan napoleon’un silahlarını almak! kudretinin aşıladığı ne büyük korkudur bu! ama kılıcını kötüye kullananlara tanrının ne güzel bir dersidir de! ahmak amirallik, insan soyunun büyük mahkumuna, botany-bay’e sürülen bir kürek mahkumu gibi davranıyordu: kara prens, kral jean’ın silahlarını aldırmış mıydı?

    filo demir aldı. caesar’ı götürmüş olan gemiden beri hiçbir gemi böyle bir kadere araç olmamıştı. napoleon’un gördüğü son fransız toprağı la hogue burnu oldu; bu da muzaffer ingilizlerin bir başka ganimetiydi.

    imparator avrupa'da kalmak isterken hatırası hesabına hata etmişti; çok geçmeden adi ve unutulmuş bir mahkum haline gelecekti: eski rolü sona ermişti. ama bu rolün ötesinde başka bir durum kendisini yeni bir ünle gençleştirdi. ünü dünyayı tutmuş insanların hiçbiri napoleon’unkine benzer bir akıbete uğramamıştır. ilk düşmesinde olduğu gibi, birinden kılıcını, ötekinden heykelini yapması için onu bir demir ve mermer ocağının hükümdarı ilan etmemişlerdi; bu kartala bir kaya vermişlerdi, ölümüne kadar o kayanın tepesinde güneşlenmiş, oradan bütün dünya kendisini seyretmişti.

    bonaparte avrupa’dan ayrıldığı, hayatını terk ederek eceline kavuşmaya gittiği sıralarda, bu çifte hayatlı adamı incelemek, sahte ve gerçek napoleon’u tasvir etmek yerinde olur: bu iki napoleon birbirine karışır ve gerçeği ile sahtesinin birleşmesinden bir bütün meydana getirir.

    bu gözlemlerin bir araya getirilmesinden şu sonuç çıkar ki, bonaparte bir hareket şairi, muharebe alanında sınırsız bir deha, yönetim bakımından yorulmak bilmez, becerikli ve makul bir zeka, çalışkan ve aklıbaşında bir kanuncu idi. işte ulusların hayalinde bu derece hüküm sürmesi ve olumlu insanların muhakemelerinde bu derece nüfuz sahibi olması bu yüzdendir. ama politika adamı olarak devlet adamlarının nazarında hep kusurlu bir insan olarak kalacaktır. kendisini övenlerin çoğunun ağzından kaçan bu düşünce, ondan kalan son kanaat olacaktır; bu düşünce başardığı harikulade işlerle bunların biçare sonuçları arasındaki çelişkiyi açıklar. sainte-hélène’de kendisi siyasi hareketlerinin iki noktasını şiddetle yermiştir: ispanya savaşıyla rusya seferi; itiraflarını daha başka günahlarla da genişletebilirdi. hayranları, napoleon’un kendi hakkındaki tenkitlerinde yanılmış olduğunu iddiaya kalkışmazlar umarım, özetleyelim:

    -bonaparte, giriştiği işlerde tedbir ve ihtiyatı hiçe saydı, enghien dükünü öldürmekle ne çirkin bir harekette bulunmuş olduğunu tekrar anlatmaya gerek yok ama bununla birlikte omuzlarına büyük bir sorumluluk yükü almış oldu. hakkında çocukça methetmelere girişenler ne derlerse desinler, bu öldürme, yukarıda da söylediğimiz gibi, sonraları aleksandr’la napoleon ve prusya ile fransa arasında patlak veren ihtilafların gizli mayası oldu.

    -ispanya’ya karşı girişilen teşebbüs tam anlamıyla yersizdi: yarımada imparatorun elindeydi; ondan en kazançlı bir şekilde faydalanabilirdi ama bunun yerine ispanya’yı ingiliz askerleri için bir yurt haline getirdi ve bir ulusu kendi aleyhine ayaklandırarak kendisini mahvetmenin yolunu göstermiş oldu.

    -papanın gözaltına alınması ve papalık arazisinin fransa’ya katılması bir zorbanın kaprisinden başka bir şey değildi ve dini yeniden ihya etmiş olma şerefini onun elinden aldı.

    -kayserlerin kızını aldıktan sonra bonaparte, artık durması gerekirken durmadı: rusya ile ingiltere aman dileyecek konuma gelmişlerdi.

    -avrupa’nın selameti polonya’nın diriltilmesine bağlı iken bu krallığı diriltmedi. generallerinin ve müşavirlerinin itirazlarına kulak asmadan rusya’nın üstüne atıldı. delilik bir kere başladıktan sonra, smolensk’i geçti: ilk adımında daha ileriye gitmesi doğru olmayacağını, ilk kuzey seferinin sona ermiş bulunduğunu ve ikincisinin (bunu kendisi de hissediyordu) onu çarlar imparatorluğuna hakim kılacağını her şey ona işaret ediyordu.

    -ne günleri hesaplamasını, ne de iklimin sonuçlarını önceden tahmin etmesini bildi, oysa moskova'da herkes bunu hesaplıyor ve tahmin ediyordu. kıta ablukası ve ren konfederasyonu hakkında ise; ilki heybetli bir tasarı ama sonucu şüpheli bir hareketti; ikincisi büyük bir eserdi ama uygulamada asker içgüdüsü ve fazla vergi toplama hırsı yüzünden bozulmuştu. napoleon eski fransız krallığına, yüzyılların ve arasız birbirini izleyen büyük adamların meydana getirdiği xiv. louis'nin azametiyle xv. louis'nin ittifaklarını bıraktığı ve cumhuriyetin genişlettiği şekliyle sahip oldu. bu muhteşem kaide üzerine oturdu, kollarını uzattı, ulusları yakalayarak etrafına topladı ama avrupa'yı ne kadar çabuk ele geçirdiyse o kadar da çabuk kaybetti: askeri zekasının yarattığı harikalara rağmen müttefikleri iki defa paris’e getirdi. bütün dünya ayakları altındaydı, oysa ondan topu topu çıkarabildiği, kendisi için bir zindan, ailesi için bir sürgün, bütün fetihlerinin ve eski fransız topraklarının bir kısmının kaybedilmesi oldu.

    olayların ispat ettiği ve kimsenin inkar edemeyeceği tarih budur. bu derece çabuk ve bu derece feci bir sonun izlediği bu işaret edilen hataların kaynağı neydi? cevap; bonaparte’ın siyaset alanındaki kusurlarıydı.

    ittifakına aldığı hükümetleri toprak tavizleriyle kendine bağlıyor ve çok geçmeden bunların sınırlarını değiştiriyordu; verdiğini geri almayı gizlice tasarladığını durmadan gösteriyor, bir zorba olduğunu hep hissettiriyordu. istila ettiği yerleri, italya dışında, yeniden örgütlemeye hiç girişmiyordu. her attığı adımdan sonra yere serdiği şeyleri başka bir şekilde yeniden ayağa kaldırmak için duracağı yerde harabeler arasında ilerlemesine hiç ara vermiyordu: o kadar hızlı gidiyordu ki, geçtiği yerlerde bir nefes almaya bile zor vakit buluyordu. bir nevi vestfalya antlaşması gibi almanya, prusya ve polonya’daki devletlerin varlıklarını düzenlemiş ve güvene kavuşturmuş olsaydı, geriye doğru ilk gidişinde bu memnun uluslara dayanabilir ve sığınacak yerler bulabilirdi. ama onun zaferlerden kurulmuş şairane binası, temelsiz olduğu ve ancak kendisinin dehasıyla havada asılı durduğu için, bu deha çekilmeye başlayınca yıkılıverdi. iskender koşarak imparatorluklar kuruyordu, bonaparte koşarken sadece kurulmuşları yıkmasını biliyordu; tek amacı kendi başına dünyann efendisi olmaktı, bunu koruma çarelerine aldırış ettiği yoktu.

    bonaparte’ mükemmel ve kusursuz bir insan, bir duygu, incelik, ahlak ve adalet örneği, caesar’la thukydides gibi bir yazar, demosthenes’le tacitus gibi bir hatip ve tarihçi diye gösterilmek istendi. napoleon'un söylevleri, çadır altında ya da toplantılarda söylediği sözler hiç de kehanetli şeyler değildi çünkü haber verdiği felaketler gerçekleşmemiştir, oysa kılıç isaie’sinin (israiloğullarının dört peygamberinden biri. yehuda krallığının yıkılışından sonra putperestliğe karşı mücadele ederek yahudiye devletinin yıkılışını önlemeye çalışmış, bu yüzden öldürülmüştü. m.ö 774 sıralarında doğmuş ve 690 sıralarında ölmüştür) asıl kendisi yok olmuştur: yakıp yıkmaktan söz ettiği halde devletlerin ardından yetişip onları yok edemeyen sözler ulvi olacak yerde çocukça kalır. bonaparte tam on altı yıl gerçekten kaderin kendisi olmuştu: kader dilsizdir, bonaparte da öyle olmalıydı. bonaparte eğitim konusunda hiç de caesar değildi; tahsili ne alimce, ne de seçkindi; yarı yabancı olduğu için fransızcanın en esaslı kurallarından habersizdi ama sözlerinin hatalı olmasından ne çıkar? o dünyaya ferman veriyordu. bildirilerinde zaferin gücü ve mizacı vardır. ara sıra, zafer sarhoşluğu içinde, bunları bir trampetin üstünde karalama gösterisinde bulunuyorlardı; en acıklı sözler arasında uğursuz kahkahalar çınlıyordu. bonaparte’ın yazdığı tüm eserler; çocukluğunun ilk yazıları, romanları, buttafuoco’ya hitaben yazdığı risaleleri, beaucaire ziyafeti, joséphine’e yazdığı özel mektupları, söylevlerinin beş cildi, her biri ilginçtir ama dahi korsikalı'nın gerçek mizacına uygun düşüncelere ancak elbe adasında bırakılmış kötü bir el yazmasında rastlanır:

    "-kalbim bayağı acılara karşı olduğu gibi sıradan sevinçlere de kapalıdır.

    -bana canımı veren ben değilim, onun için bu can bu tende durdukça ona kendim kıymayacağım.

    -kara bahtım bana göründü ve ikbalimin sonu gelmiş olduğunu haber verdi, bu sonu leipzig’de buldum.

    -yeryüzünü kasıp kavuran o korkunç yenilik zihniyetini ben önledim."

    muhakkak ki bu sözler gerçek bonaparte’tan haber vermektedir. bonaparte’ın bildirilerinin, söylevlerinin, hitabelerinin belli başlı vasfı enerjidir. bu enerji onun kendi özelliği değil, hüküm sürdüğü zamanlara hastı. ihtilalci ilhamdan geliyordu, bu ilham bonaparte’ta zayıfladı çünkü o ilhamın ters doğrultusunda yürüyordu. danton derdi ki: "erimiş maden kaynamaya başladı; ocağa göz kulak olmazsanız hepiniz yanarsınız." saint-just de "cüretli olun!" derdi. bütün ihtilal siyaseti bu sözün içindedir; bir ihtilali yarım yapanlar kendilerine mezar kazmaktan başka br iş yapmış olmazlar.

    napoleon’u hayatta iken nefrete layık kılmış olan şeylerden biri de her şeyi küçültmek yönelimidir: cayır cayır yanan bir şehirde, birtakım aktörleri örgütleyen tüzükleri, kralları tahtlarından indiren kararnamelerle birlikte hazırlıyordu; dünyanın ve bir karıncanın kaderini tayin eden tanrı gücünün gülünç bir taklidi. imparatorlukları devirirken kadınlara hakaret ediyordu. yenmiş olduklarını küçük düşürmekten hoşlanıyordu; kendisine karşı koymaya cüret edenlere iftira atıyor ve özelikle canlarını yakıyordu. bahtı kendine yar olduğu ölçüde böyleydi; başkalarını ne kadar küçültürse kendisinin o kadar büyük görüneceğini sanırdı. generallerini kıskanır, kendi hatalarını onlara yüklerdi, çünkü aklınca kendisinin hata etmesi imkansızdı. bütün meziyetleri kendinde topladığı için onların kusurlarını acı acı yüzlerine vuruyordu. ramillies bozgunundan sonra xiv. loui, mareşal villeroi'ya "mösyö mareşal, bizim yaşımızdayken, insan her zaman başarılı olamıyor" demişti. napoleon asla böyle bir şey söylemezdi, bu ruh yüksekliğinden onun haberi yoktu. xiv. louis, kendi yüzyılını meydana getiren o büyük louis idi, bonaparte da kendi yüzyılını meydana getirmişti.

    yanlış rivayetlerle tahrif edilmiş olan imparatorun tarihi, imparatorluk devrindeki toplum hayatının tarzıyla büsbütün tahrife uğrayacaktır. basın özgürlüğü olan yerde devrimin tarihi yazılırsa olayların iç yüzlerini fark etmek mümkün olur çünkü o olayları herkes kendi gördüğü gibi anlatır: oliver cromwell'in saltanat devresi malumdur, onun hareketleri ve şahsı hakkında ne düşünüyorlarsa hepsini söylerlerdi. fransa'da da cumhuriyet zamanında bile celladın amansız sansürüne rağmen gerçek belirirdi: galip gelen hizip hep aynı değildi ve nöbeti ondan devralan hizip kendinden öncekilerin kendisinden gizlediği şeyleri meydana vururdu: bir giyotin kaldırılıp yenisi kuruluncaya kadar, düşen iki kelle arasında hürriyet vardı. ama bonaparte iktidarı ele geçirince, düşüncenin ağzı tıkanınca, artık sadece kendini övmek için ağzını açan ve kendinden başka bir şeyden söz edilmesine izin vermeyen bir istibdadın sesinden başka bir ses işitilmez olunca gerçek ortadan silindi.

    bu devrin sözde gerçek belgeleri tahrife uğramıştır; kitap olsun, gazete olsun, şefin izni olmadıkça hiçbir şey yayımlanmazdı: le moniteur’ün yazdığı makaleleri bonaparte gözden geçirirdi; paris hükümet makamlarının yolladığı ve dikte ettiği hitabeleri, tebrikleri ve kutlamaları, kendi atadığı valileri ona tekrar gönderir, böylece gerçek, kamuoyunda tamamıyla ayrı uydurma bir kamuoyunu yansıtırdı.

    bonaparte’ın hayatı su götürmez bir gerçekti ama o hayatı yazma işi bir baskı, denetleme ve yalanlarla çerçevelendirilmişti.

    eşi görülmemiş bir gurur ve sonu gelmeyen bir yapmacıklık merakı, napoleon’un tabiatını bozmuştu. egemenliği sıralarında, orduların tanrısı ona tekerlekleri canlı fransız askerleriyle vücut bulan o savaş arabasını hediye etmişken, zaten ismini en büyüklerin arasına kazımışken, kendisini olduğundan da büyük göstermeye ne ihtiyacı vardı?

    onda italyan kanı vardı, çözülmesi zor bir mizaca sahipti, yeryüzüne pek seyrek gelen büyük adamlar, ne yazık ki taklit edecek kimse bulamazlar. hem örnek, hem de kopya; hem gerçek kişilik, hem de bu kişiliği temsil eden aktör olan napoleon, kendi kendisinin taklitçisi idi, bir kahraman kılığına bürünmezse kahraman olamayacağını sanırdı. bu garip zaaf hayret verici gerçekliklerine sahte ve iki cepheli bir nitelik vermektedir: insan, krallar kralını roscius; yahut da roscius'u krallar kralı yerine koymuş olmaktan korkar. (roscius: meşhur bir romalı aktör. lucius cornelius sulla ve marcus tullius cicero’ya hitabet dersleri vermiştir)

    kendisi için iyi yürekli ve merhametli diye bahsedilen şarkılar dahi yazılmıştı ama bonaparte hiç de saf ve merhametli bir adam değildi. zorbalık timsali olan napoleon kalpsizdi, bu duygusuzluk ateşli hayaliyle bir çelişki teşkil ederdi. içinde hiç söz bulmazdı, sadece bir gerçek bulurdu, öyle bir gerçek ki en küçük bağımsızlığa tahammülü yoktur: emri olmadan uçan bir sinekçik, onun için asi bir böcekti.

    kulaklara söylenen yalanlar yetmiyormuş gibi gözleri de aldatmaya çalıştılar: şurada bir resim görürsünüz, avusturyalı yaralıların önünde şapkasını çıkaran napoleon’u gösterir; beride bir acemi asker imparatorun geçmesine engel olmaktadır; daha ilerde napoleon yafa’daki vebalılara elleriyle dokunmaktadır, oysa asla el sürmemiştir; saint-bernard geçidini azgın bir atın sırtında kar tipisi altında geçmektedir, oysa çok güzel bir havada geçmişti.

    sonraki dönemlerde napoleon'u, roma'nın yedi tepesinden olan aventin tepesinin ilk günlerindeki bir romalı gibi, hürriyet misyoneri, insanları salt hürriyet aşkıyla köleleştiren bir ihtilalci gibi göstermek istediler. onu eşitliğin büyük kurucusu diye gösterirler, bu sıfata ne dereceye kadar layık olduğunu anlamak için şu iki hareketine bakınız: kardeşi jérôme’un matmazel peterson'la nikahının feshini istemişti, çünkü napoleon’un kardeşi ancak hükümdar hanedanından kız alabilirdi; sonraları, elbe adasından dönüşünde, yeni demokratik anayasaya ek kararname ile bir pair’lik ve taç takmıştı.

    cumhuriyetin başarılarını devam ettirmiş olan bonaparte'ın her tarafa bağımsızlık ilkeleri serpmiş olduğu, zaferlerinin uluslarla hükümdarlar arasındaki bağların gevşemesine yardım ettiği, bu ulusları eski geleneklerle eski düşüncelerin baskısından kurtardığı; bu bakımdan, toplumsal hürriyete hizmet etmiş olduğu inkar edilemez ama milletlerin siyasi ve toplumsal kurtuluşuna kendi iradesiyle isteyerek çalışmış olması; en sıkı istibdadı salt avrupa'ya ve özellikle fransa’ya en geniş anayasayı vermek için kurmuş olması; kendisini zorba gibi göstermiş bir halk temsilcisi olması: işte bunlar kabul edilemez birer varsayımlardır.

    bonaparte, hanedan mensupları gibi, sadece iktidarı istemiş ve kullanmıştır. bununla birlikte iktidara hürriyet yolundan gelmiştir çünkü dünya sahnesinde kendisine bir rol görmeye ta 1793’te başlamıştı. napoleon’a ortamı hazırlamış olan ihtilal, kendisine bir düşman gibi görünmekte gecikmedi, onu yere vurmaktan da hiç geri durmadı. zaten imparator, kötülüğü, kendisinden gelmiyorsa pek iyi fark ederdi çünkü toplumsal görüşten yoksun değildi. bonaparte’ın hürriyet aşkı hakkındaki safsata sadece bir şeyi, aklın ne derece kötüye kullanılabileceğini ispat eder; bugün akıl istenilen yola sevk edilir olmuştur. terör dönemi'nin bir insaniyet devri olduğu ispat edilmedi mi? gerçekten, bir yandan bunca insanlar öldürülürken öte yandan da ölüm cezasının kaldırılması istenmemiş miydi? dedikleri gibi büyük uygarlıklar, daima insanları kurban etmiş değil midir ve ispat ettikleri gibi bu bakımdan maximilien robespierre, nasıralı isa’nın halefi olmamış mıdır?

    imparator her şeye karışırdı, zihni dinlenmek bilmezdi, düşünceleri bir türlü durulmayan bir kaynaşma içindeydi. ateşli mizacı yüzünden, açık ve devamlı bir seyir yerine sıçrayışlar ve hamlelerle ilerlerdi. yeryüzünün üstüne atılır ve onu temelinden sarsardı; kendisini bekletecek olan bir dünyaya tahammülü yoktu: en yüksek hareketlerini, hor görerek küçültmenin çaresini bulan ve en önemsiz hareketlerini kendi yüksekliğine çıkaran anlaşılmaz bir insandı. istekleri bakımından sabırsız, mizacı bakımından sabırlı, tamamlanmamış ve adeta yarım kalmış bir adam olan napoleon’un dehasında, parlak olmakla birlikte eksikler vardı: zekası, üzerinde ölmeye gideceği öteki yarıkürenin göklerine benziyordu, yıldızları arasında boşluklar bulunan o göklere.

    pek bir aristokrat ve pek bir halk düşmanı olan bonaparte’ın halk arasında kazandığı itibara nasıl erişmiş olduğu muammadır çünkü bu boyunduruk ustasının, bağımsızlık ve özgürlük anıtları yükseltmeye kalkışmış bir ulusun içinde bütün namı ve itibarıyla kalmış olduğu bir gerçekti. işte bu muammanın anahtarı: fransızlar içgüdüleriyle iktidarda olana bağlıdırlar, hürriyeti hiç sevmezler, sadece eşitliğe taparlar. oysa eşitlikle istibdat arasında gizli bağlar vardır. bu iki bakımdan napoleon, askeri bir duyguyla iktidara yönelen, halkçı bir duyguyla da bir örnekleşmeye bayılan fransızların kalbinde kaynağını bulmuştu. tahta çıkınca halkı da birlikte tahtına oturttu; proleter bir kral sıfatıyla, krallarla soyluları, odasının kapısında sıra bekleterek küçük düşürdü; yüksektekileri alçaltıp alttakileri yükselterek birbirinin hizasına getirdi: alçaltılan seviye halk takımının hasedini daha çok körükleyecekti, yükseltilen seviye onun daha çok koltuklarını kabarttı. bonaparte’ın avrupa üzerinde fransa'ya kazandırdığı üstünlük de fransız gururunu okşadı; napoleon’un halk arasında sevilmesinin bir başka sebebi de son günlerini acılar içinde geçirmiş olmasıdır. sainte-hélène’de çektiği ıstıraplar ölümünden sonra, daha iyi öğrenildikçe halk üzülmeye başladı; istibdadı unutuldu, düşmanları önce yendikten, ardından da onları fransa’ya çektikten sonra, onlara karşı fransa'yı savunmuş olduğu hatırlandı; ölümünden sonraki dönemde, şayet sağ olsaydı, fransa'nın içinde bulunduğu yüz kızartıcı durumdan fransızları kurtaracağı sanılıyordu: bahtsızlığı onun eski ününü fransa'ya tekrar getirdi; namı ve şanı, felaketinden faydalandı.

    bonaparte yüzünden fransa'nın toprakça ve itibarca uğradığı kayıpları itiraf etmemek için, sonraki kuşaklar, kuvvet ve iktidarı azaltmışsa da, sağladığı şöhretle bunu telafi ettiğini sanarak: "artık dünyanın dört bir yanında nam kazanmadık mı? fransızlar, her yanda tanınan, aranan, itibar gören ve çekinilen ulus olmamış mıdır?" diyordu.

    ama fransa, kudretsiz bir ölümsüzlükle, ölümsüzlükten yoksun bir kudretten birini seçmek zorunda mı kalmıştı? iskender bütün dünyaya yunanların adını tanıttı; bununla beraber aynı yunanlara asya’da dört imparatorluk bırakmaktan da geri kalmadı; yunan diliyle uygarlığı nil’den babil’e, babil’den indus’a kadar uzandı. öldüğü zaman, anayurdu makedonya, küçülmek şöyle dursun, yüz kat daha kuvvetlenmişti. bonaparte fransa'yı her yanda tanıttı; onun komutası altında fransızlar, avrupa’yı karşılarında öylesine dize getirdiler ki fransa’nın adı hala dillerde destandır ve etoile meydanındaki zafer takı kimse tarafından anlamsız bir anıt sayılamadan yükselmeye devam edebilir ama fransa o felaketlere uğramamış olsaydı bu anıt sadece bir hatıra değil bir tanık olacaktı. bununla beraber dumouriez, devşirme askerleriyle yabancılara ilk dersleri vermiş; jourdan, fleurus savaşını kazanmış; pichegrue, belçika ile hollanda’yı fethetmiş; hoche, ren'i geçmiş; massena, zürich’te; moreau, hohenlinden’de galip gelmiş değil miydi? bütün bunlar elde edilmesi son derece güç ve başka hareketleri tamir eden başarılardı. bonaparte bu dağınık başarıları sırtladı; onları devam ettirdi, zaferden zafere koştu ama o ilk mucizeler yaratılmış olmasaydı, sonuncuları elde edebilir miydi?

    napoleon'un ünü, fransa'ya yılda ortalama 200-300.000 cana mal oluyordu; bu üne ödenilen toplam bedel 3.000.000 askerden fazladır. ama tabii ki bu sonuçlarda bütün sorumlu napoleon demek de tarihe karşı suç olur. fransa’yı napoleon yaratmamıştı, fransa napoleon'u yaratmıştı.

    bonaparte, fransız toplumunu ses çıkarmadan boyun eğmeye alıştırmış, insanlarını düşünce haysiyetinin bilinmediği devirlere doğru geri atmıştı. fransızların kendilerine ve avrupa’ya karşı elini kolunu bağlayan acizlik, sonraki harplerde düştükleri durum, napoleon köleliğinin bir sonucudur çünkü fransızların ellerinde boyunduruğa alışmaktan başka bir şey kalmamıştı. bonaparte, geleceği bile rahat bırakmadı; yarattığı acizliğin doğurduğu huzursuzluk içinde, fransızlar avrupa’ya uzanacakları yerde ona karşı savunmaya çekildiler; kendilerini küçülttüler, dışarıdan gelecek hayali bir tehlikeden kendilerini kurtarmak için içerde hürriyetlerinden vazgeçtiler. bonaparte’ın havada asılı bıraktığı istibdat, kaleler halinde tepelerine inecekti. 1871'de birleşen almanya, fransızları tepeledikten sonra, aynalar galerisinde kuruluşunu ilan edecekti. fransızlar durmayacak, iki cihan harbinde de savunmada kalmak zorunda hissedeceklerdi.
  • farina marka parfüm kullanır imiş.
  • uzun bir serinin sonuna geldik. sözümü tutmuş olmanın verdiği huzurla, okumak isteyenler için bu seri birkaç gün kalacak ve ardından da yeni sözümü tutmak adına bir daha dönmemek üzere gideceğim. vaktini ayırıp bu ve bütün girdilerimi okuyan herkese sonsuz teşekkürler, katkısı olduysa ne mutlu bana.

    23. bölüm (final: savaş tanrısına veda)
    napoleon'un anısına, en sevdiğim eseri naçizane hediye etmek isterim, hataları ve doğrularıyla, onun gibisi bir daha gelmeyecektir.

    şimdi, napoleon'un devrinden çıktıktan sonra, tarihi, tamamlandığı ve destanı başladığı sırada bir de nasıl öldüğünü görelim. avrupa’dan ayrılalım, ününün en yüksek doruğuna çıkacağı gökler altında onu izleyelim. gemilerinin yelken indirdiği yerde denizin ürperişi bize onun kaybolduğu yeri gösterecektir. tacitus der ki: "yarıküremizin bittiği yerde güneşin denizde batarken çıkardığı gürültü işitilir -sonum insuper immergentis audiri."

    portekizli gemici joao da nova, afrika’yı amerika’dan ayıran sularda yolunu kaybetmişti; 1502 yılının 18 ağustosunda, ilk hristiyan imparator olan konstantin'in annesi olan azize helena’nın yortusunda, 16 derece güney enlemiyle 11 derece boylamında bir adaya rastladı; oraya yanaştı ve adaya keşfedildiği günün adını verdi.

    portekizliler birkaç yıl bu adaya gidip geldikten sonra onu bıraktılar, hollandalılar oraya yerleştiler. sonra ümit burnu'na gitmek üzere oradan ayrıldılar, ingilizlerin hindistan seferine çıkan ordusu burayı ele geçirdi, hollandalılar 1672’de adayı tekrar aldılar, ingilizler yeniden işgal ettiler ve oraya yerleştirler.

    joao da nova, sainte-helene’e çıktığı zaman, insanı olmayan adanın içi baştan başa ormandı. portekizli bir mürtet olan ve bu vahaya sürülen fernando lopez adayı inekler, keçiler, ispenç tavukları ve yeryüzünün dört bir bucağından devşirilmiş kuşlarla doldururdu. adaya, tıpkı nuhun gemisine yapıldığı gibi, birbiri ardından dünyanın bütün hayvanları getirildi.

    500 avrupalıyla 1500 afrikalı, habeş, cavalı ve çinli, adanın nüfusunu teşkil eder. buranın merkezi ve limanı jamestown’dur. ingilizler ümit burnunu ele geçirmeden önce, hint seferinin gemileri, hindistan’dan dönüşte jamestown’a yanaşırlardı. tayfalar getirdikleri ufak tefek mallarla palmiyelerin altında sergi kurarlardı. sessiz ve ıssız bir orman, yılda bir, gürültülü ve kalabalık bir pazar haline gelirdi.

    adanın iklimi sağlam ama yağmurludur; neptün'ün, çevresi yedi sekiz fersahtan ibaret olan bu kulübesi, okyanusun buharlarını üstüne çeker. ekvator güneşi öğlenleyin bütün canlıları kovar, böceklere varıncaya dek bütün mahlukları susmaya ve dinlenmeye zorlar, insanlarla hayvanları saklanmak zorunda bırakır. geceleri dağlar deniz ışığı denilen bir ışıltı ile aydınlanır, bu ışığı fırtınalardan elektrikleşen sevişmeleri uçsuz bucaksız denizin yüzünde bir gerdek donanmasını tutuşturan sayısız böcekler meydana getirir. gıvıl gıvıl bir elmas tarlasında adanın karanlık ve hareketsiz gölgesi yanar. göklerin manzarası da görülecek şeydir, bilgin mösyö de humbold anlatır: "ekvatora yaklaşırken ve özellikle bir yarıküreden ötekine geçerken ta çocukluğundan beri tanıdığı yıldızların gitgide alçalarak nihayet gözden kaybolduklarını görünce insan bir tuhaf olur. sınırsız ufukta gemi, takımyıldızıyla o ışıltılı macellan seraplarının gökte yükseldiğini görünce artık avrupa’da olmadığınızı hissedersiniz. güney haçı’nı* ilk defa olarak ancak 4-5 temmuz gecesi, 16 enlem derecesinde gördük," diye de devam eder.

    en ünlü yorumcuların bu takımyıldıza telmih saydıkları dante’nin güzel sözleri:
    "ı'mi mi volsi a man destra
    al'atro polo, e vidi quattro stelle
    non viste mai fuor ch'ala prima gente"

    “şekli onlara ataları tarafından yeni dünyanın çöllerine dikilen hristiyanlık timsalini hatırlatan bu takımyıldıza dini bir his portekizlilerle ispanyolları bağlar." -purgatorio i, 22-24, la divina commedia

    fransa ve lusitanya şairleri, eski portekiz sömürgesi olan kenya'nın melinde ile civarındaki adalarında geçen acıklı sahneleri tasvir etmişlerdir. beatrice’in şairi tarafından önceden haber verilmiş ve hint okyanusundaki maurice adasının eleonore’u ile virginie'sinin denizlerindeki bu hayal ürünü acılar napoleon’un gerçek acılarından pek uzaktır. yunan adalarına sürülen roma’nın büyükleri o kıyıların güzelliklerine ve girit’le nakşa’nın tanrılarına aldırış ederler miydi? vasco de gama ile camoens’i hayran bırakan şeyler bonaparte’ı etkilemezdi: geminin pupasında uzanmış yatarken başının üstünde ışıkları ilk defa gözleriyle karşılaşan meçhul takımyıldızlar bulunduğunun farkına varmıyordu. açık ordugahlarında gecelediği sıralarda asla görmemiş olduğu bu yıldızlar onun umurunda mıydı? bununla birlikte kaderinde hiçbir yıldız eksik kalmamıştır: göğün yarısı doğduğu ve fethettiği yerleri aydınlatmıştı, öteki yarısı da cenaze törenine ayrılmıştı.

    napoleon’un geçtiği okyanus, kendisini korsika körfezlerinden, abukir kumlarından, elbe adası kayalıklarından provence kıyılarına getirmiş olan o dost sular değildi; onu almanya, fransa, portekiz ve ispanya’da hapsettikten sonra -ardında yeniden kapanmak üzere- önünde açılan o düşman okyanustu. dalgaların gemisini ittiğini, mevsim rüzgarlarının onu devamlı bir esişle uzaklaştırdığını seyrederken, uğradığı felaket üzerinde düşünüyordu; her insanın hayatını kendine göre bir duyuşu vardır; dünyaya büyük bir gösteri seyrettiren adam o seyirciden daha az duygulanır ve daha az şey öğrenir. sanki geri dönmesi mümkünmüş gibi geçmiş ile uğraşan, hatıraları içinde bir şeyler uman bonaparte, iki yarıküreyi birbirinden ayıran çizgiyi geçmekte olduğunu ancak farketti ve kürelerin ebedi seyirlerini içinde hapsetmeye mahkum bulundukları o daireleri çizenin kim olduğunu sormak aklından dahi geçmedi.

    gezgin koloni, 15 ağustos günü, aziz napoleon yortusunu, napoleon’u son mola yerine götüren gemide kutladı. 15 ekim günü northumberland sainte-hélène yakınlarına gelmişti. geminin yolcusu, güverteye çıktı; mavimtrak sonsuzluk içinde ufacık bir kara noktayı güçlükle fark etti. bir dürbün aldı, eskiden bir göl ortasındaki kaleye nasıl bakarsa bu toprak kırıntısını öyle gözden geçirdi. sarı kayalara tünemiş jamestown’u gördü; bu kısır kayanın yüzünde bir tek kırışıklık yoktu ki, üstüne bir top yerleştirilmiş olmasın; ada, sanki esirini dehasına yaraşır bir şekilde karşılamak istemiş gibiydi.

    16 ekim 1815’te bonaparte, türbesi olan bu kaya parçasına yanaştı. kristof kolomb da 12 ekim 1492’de anıtı olan yeni dünyaya böyle çıkmıştı. walter scott der ki: "orada, hint okyanusunun batı ağzında, bonaparte ikinci bir avatara (hindistan’da, bir tanrının yeryüzünde bir yaratığın cisminde belirmesine verilen ad) yapma, yani yeryüzüne bir kere daha inme imkanlarından yoksundu.”

    longwood konağına götürülmeden önce, bonaparte balcomb’s cottage yakınlarında briars’ta bir kulübeye yerleşti. 9 kasım'da, ingiliz filosunun doğramacıları tarafından aceleyle genişletilen longwood, konuğunu koynuna aldı. bir dağ düzlüğünde inşa edilmiş olan ev bir salon, bir yemek odası, bir kütüphane, bir çalışma odasıyla yatak odasından ibaretti. bu azdı ama temple kulesiyle vincennes burcuna konulmuş olanlar daha kötü şartlar altında oturmuşlardı; gerçi onların fazla kalmamalarına dikkat edilmişti. general gourgaud, mösyö ve madam montholon’la çocukları, mösyö las cases’le oğlu geçici olarak çadırlarda oturdular. bertrandlar, longwood arazisinin sınırındaki bir evcik olan hutt’s gate’e yerleştiler.

    bonaparte’ın gezinti yeri olarak on iki millik bir meydan vardı: bu yerin çevresinde nöbetçiler bekliyordu ve en yüksek tepelere de nöbetçiler dikilmişti. aslında daha öteye de geçebilirdi ama bu takdirde bir ingiliz aslan terbiyecisinin gözetimi altına girmeye rıza göstermesi gerekti. aforozlanmış kaleyi iki ordugah bekliyordu: akşamları longwood’u çeviren nöbetçilerin çemberi daralıyordu. göz hapsinde bulunan napoleon saat dokuzdan sonra dışarı çıkamazdı, civarda devriyeler dolaşırdı; kol gezen atlılar, öteye beriye dikilmiş piyadeler. kumsala inen sel çukurlarıyla hendeklerde etrafa göz kulak olurlardı. iki silahlı birlik, biri rüzgara, öteki de imbata tabi olarak kol geziyorlardı. denizlerin ortasındaki bir adamı kaçırmamak için ne çok tedbir! güneş battıktan sonra, hiçbir şalupa denize indirilemezdi; balıkçı gemileri sayılırdı, geceleri bir deniz teğmeninin sorumluluğu altında limanda kalırlardı. dünyayı ayağına getiren yüce başkomutan, günde iki defa bir inzibatın karşısına çıkmaya zorlanıyordu. bonaparte bu yoklamaya asla razı olmuyordu; talih eseri olarak görevli subayın gözünden kaçmadığı zaman, bu subay, napoleon’u nerede ve nasıl gördüğünü söylemeye cesaret edemezdi, o napoleon’u ki yokluğunu gözlemlemek, varlığını dünyaya ispat etmekten daha zordu.

    bu sıkı talimatı düzenlemiş olan sir george cockburn’un yerine sir hudson lowe tayin edildi. işte o zaman bütün alışverişler başladı. yeni komiser, sainte-hélène’in kocaman örümceklerini avlayan ve yılan bulunmayan o ormanların kertenkelesi gibi bir adamdı. londra’da inşa edilen büyük bir ahşap ev sainte-helene’e gönderildi ama napoleon’un bu evde oturacak kadar sağlığı yerinde değildi. longwood’da hayatı şöyle geçiyordu: belirsiz saatlerde kalkıyordu; oda hizmetçisi madam marchand, yatağındayken ona istediği şeyleri okurdu; erken kalktığı zamanlar, general montholon’la general gourgaud’ya ve las cases’in oğluna yazmak istediği şeyleri yazdırırdı. saat onda kahvaltı eder, saat üç sularına kadar atla ya da arabayla dolaşır, saat altıda eve döner ve onda yatardı. jean baptiste isabey’nin portresinde resmedildiği şekilde giyinmeye heveslenirdi: sabahları bir kaftana bürünür ve başına bir hint başlığı sarardı.

    sainte-helene iki kutup arasında yer almıştır. bir yandan öbür yana geçen gemiciler okyanusun manzarasından yorulmuş gözleri toprağıyla dinlendiren ve tozdan kavrulmuş dudaklara yemişler ve tatlı suyun serinliğini sunan bu ilk durağı selamlarlar. bonaparte’ın orada bulunuşu bu cennet adayı lanetli bir kayalık haline getirmişti: yabancı gemiler artık oraya yanaşmıyorlardı; yirmi fersah uzakta bir gemi görünecek olsa, bir karakol gemisi gidip kim olduğuna bakıyor ve onu sahilden açılmaya zorluyordu; fırtına hali dışında olmak üzere, ancak ingiliz gemilerinin adaya yanaşmasına izin verilirdi.

    ganj nehrinin harikalarına hayran olup dönen ya da bunları görmeye giden bazı ingilizler yol üstü bir başka harikayı ziyaret ediyorlardı: fatihlere alışmış olan hindistan'ın kapılarında zincirli bir fatih bulunuyordu.

    napoleon bu ziyaretlere üzülerek katlanıyordu. çin elçiliğinden dönüşünde lord amherst’i kabul etmeye razı oldu. amiral sir pultney malcolm’dan hoşlandı. ona: "hükümetiniz beni ölünceye kadar bu kayanın üstünde tutmak niyetinde midir?" dedi. amiral "korkarım ki öyle" dedi. napoleon: "o halde ölümüm gecikmez." amiral: "umuyorum ki öyle olmaz, mösyö; yaptığınız büyük işleri yazacak kadar ömürlü olursunuz; bu işler o kadar çoktur ki göreviniz size uzun bir ömür sağlıyor."

    napoleon böyle mösyö diye kendisine basit bir insanmış gibi hitap edilmesine alınmadı; o anda gerçek büyüklüğünü kavradı. ne mutlu ona ki hayatını yazmadı; yoksa kendini küçültmüş olacaktı: bu soydan insanlar bırakmalı hatıralarını kimsenin malı olmayan ve milletlerle yüzyılların koynundan çıkan o meçhul ses anlatsın. kendisinden söz etmek, ancak kimsenin söz etmeyeceği küçük insanlara düşer.

    kaptan basil hall, longwood’a geldi. bonaparte; kaptanın babasını brienne’de görmüş olduğunu hatırladı: "babanız hayatımda gördüğüm ilk ingilizdi, o yüzden kendisi hiç aklımdan çıkmadı." kaptanla o sıralarda keşfedilmiş lu-çu adası hakkında görüştü. kaptan: "ada ahalisinde silah namına hiçbir şey yok” dedi. bonaparte: "ne diyorsunuz?" diye haykırdı.
    -ne topları var, ne tüfekleri.
    +kargıları, yayları, okları da mı yok?
    -hayır böyle şeyleri yok.
    +hançerleri de mi yok?
    -hançerleri de.
    +peki ama nasıl dövüşüyorlar?
    -dünya yüzünde olup biten şeylerden hiç haberleri yok; fransa ile ingiltere’nin varlığını bilmiyorlar; haşmetlinizden söz edildiğini hiç işitmemişler.

    bonaparte, kaptanı hayrete düşüren bir şekilde gülümsedi.

    bu çeşitli yolcular bonaparte’ın tamamıyla renksiz olduğuna dikkat etmişlerdi. başı zamanla hafifçe sararmış bir mermer büste benziyordu. alnında çizgiden, yanaklarında kırışıklıktan eser yoktu; ruhu huzur içinde gibi görünüyordu. bu zahiri sükunet dehasının ateşi uçup gitmiş olduğunu tahmin ettirdi; ara sıra insanın gözlerini kamaştıran bakışları vardı ama bu hal çabuk geçiyordu: gözleri sisleniyor ve hüzünleniyordu.

    napoleon’un tanıdığı başka yolcular vaktiyle bu kıyılara uğramıştı. 5 ocak 1801 tarihli bir senatus consultum, hiç muhakemesiz, sadece bir emniyet tedbiri olmak üzere 130 cumhuriyetçinin deniz aşırı sürgüne gönderilmesini kararlaştırmıştı: la chiffonne adlı fırkateynle la flèche adlı korvete bindirilen mahkumlar seyşeller'e götürülmüş ve sonra da afrika ile madagaskar arasında komor takımadalarına dağıtılmıştılar; bunların hemen hemen hepsi orada öldü. sürgünlerden ikisi, lefranc ile saunois, bir amerikan gemisiyle kaçmayı başarıp 1803’te sainte-hélène'e uğradılar: onlara çile çektiren büyük adamı, kader on iki yıl sonra orada hapsetti.

    bunların felaket arkadaşları olan o pek ünlü general rossignol, son nefesini vermeden bir çeyrek önce şöyle demişti: "en müthiş acılar içinde ölüyorum ama vatanımı zulmü altında inleten adamın aynı acıları çektiğini öğrenmiş olsaydım mutlu ölürdüm." görüldüğü gibi, hürriyetin bedduaları, ona ihanet etmiş olanın peşini öteki yarıkürede bile bırakmıyordu.

    uzun uykusundan napoleon’un uyandırdığı italya, kendisine eski ününü vermek istemiş ve kendisiyle birlikte tekrar boyunduruk altına düşmüş olan o ünlü evlada gözlerini çevirmişti. ilham perilerinin asil ve kadirbilir insanları sainte-hélène’e bakıyorlardı. vergilius’un vatanının son şairi, caesar’ın vatanının son savaşçısına türküler yakıyordu:

    tutto ei provo, la gloria
    maggior dopo il periglio,
    la fuga e la vittoria,
    la reggia e il triste esiglio;
    due volte ne la polvere
    due volte sugi altar.
    ei si nomo: due secoli,
    l'un contro l'altro armato
    sommessi a lui si volsero
    come aspettando il fato
    ei fe silenzio ed arbitro
    s’assise in mezzo a lor.

    "iki defa barut kokusu içinde, iki defa tahta çıkarak, o en büyük tehlikeden sonra, en büyük şanı, kaçışı ve zaferi, krallığı ve hazin sürgünü, her şeyi tatmıştır.
    adını söyledi: birbirine karşı silaha sarılmış iki yüzyıl, akıbetlerini bekler gibi ona döndüler: o susun dedi ve hakem sıfatıyla aralarına oturdu." -alessandro manzoni'nin, napoleon’un ölümü üzerine yazdığı beş mayıs* isimli şiirinden

    bonaparte ölüme yaklaşıyordu; bir yara, içinden onu kemiriyordu, keder yüzünden büsbütün ağırlaşan bu yara mutlu zamanlarında da vardı: ona babasından kalan tek miras buydu; geri kalanı ona tanrının ihsanıydı.

    sürgünde geçen zamanı altı yılı bulmuştu; avrupa’yı fethetmek için bu kadar zamana ihtiyacı olmamıştı, hemen bütün gün evinde kapalı oturuyor ve cesarotti’nin italyanca çevirisinden ossian’ı okuyordu. güneş bu yarıkürede ötekine göre üç gün daha az durduğu için ömrü daha kısa gösteren bir göğün altında her şey ona hüzün veriyordu. bonaparte dışarı çıkınca iki yanında sarısabırlarla kokulu katırtırnakların sıralandığı tehlikeli patikalarda geziniyordu. rüzgarların hep aynı yana eğdiği çiçekleri eşsiz okaliptüsler arasında dolaşır, yahut da yerde sürünen büyük bulutlar içinde gizlenirdi. diam tepesinin, flay staff’ın, leader hille’in eteklerinde oturup dağların arasındaki gediklerden denizi seyrettiği görülüyordu. önünde bir yandan afrika kıyılarına, öte yandan amerika kıyılarına dayanan ve kenarsız bir nehir gibi gidip güneyden buz denizlerinde kaybolan o okyanus uzanırdı. en yakın medeni memleket tempêtes burnu idi. ecelin canlı canlı kemirdiği bu prometheus’un, acıyan göğsüne elini bastırarak gözlerini sular üstünde dolaştırdığı sıralarda neler düşünmüş olduğunu kim söyleyebilir? isa, bir dağın tepesine götürülmüş, oradan dünya nimetlerini seyretmişti ama insanı baştan çıkarana isa hakkında: "tanrının oğluna dokunmayacaksın" denilmişti.

    bonaparte, "bana canımı veren ben değilim, onun için bu can bu tende durdukça ona kendim kıymayacağım" lafını unutarak kendini öldüreceğinden söz ediyordu; askerlerinden birinin intiharı dolayısıyla çıkardığı günlük emri de unutmuştu. esaret arkadaşlarının kendisine bağlılıklarını onunla birlikte bir kömür mangalının dumanıyla boğulmaya razı olacak dereceye götüreceklerini umuyordu. las cases, konulmuş olan usül ve nizamlara aykırı olarak lucien’e beyaz ipekli bir kumaş parçası üzerine mektup yazdığı için sainte-hélène’den uzaklaştırılma emri aldı. onun gidişi napoleon’un etrafındaki boşluğu artırmış oldu.

    18 mayıs 1817’de, lord holland, lordlar kamarasında general montholon tarafından ingiltere’ye bildirilen şikayetler hakkında bir teklifte bulundu: "gelecek kuşaklar napoleon’un cinayetlerinin cezasını haklı olarak çekip çekmediğini değil, ingiltere’nin büyük bir ulusa layık akyürekliliği göstermiş olup olmadığını araştıracaktır" dedi. lord bathurst önergenin aleyhinde bulundu.

    kardinal fesch italya’dan yeğenine iki papaz gönderdi. prenses borghèse kardeşinin yanına gitmesine izin verilmesini diliyordu. napoleon: "hayır, içinde bulunduğum zillete ve uğradığım hakaretlere tanık olmasını istemem" demişti. bu sevgili kızkardeş, denizleri aşmadı; napoleon’un ardında ününü bırakmış olduğu yerlerde öldü.

    kaçırma girişiminde bulunanlar oldu: albay latapie adında biri, amerikalı maceracılardan oluşan bir çetenin başında olarak sainte-hélene’e bir baskın yapmayı tasarlıyordu. cüretli bir kaçakçı olan johston, bir denizaltı gemisi aracılığıyla napoleon’u kaçırma iddiasındaydı. genç lordlar bu projelere ilgi gösteriyorlardı; zalimin zincirlerini kırmak için fesatlar hazırlanıyordu; insanoğlunun kurtarıcısı zincire vurulmuş olsaydı, kimse onunla ilgilenmezdi. bonaparte, avrupa’daki siyasi hareketlerin, kurtarılmasına yol açacağını umuyordu. 1830’a kadar yaşamış olsaydı, belki de avrupa'ya dönerdi. ama orada ne yapardı? yeni düşünceler içinde o, geri ve köhne kalırdı. eskilerin köleliğe alışmış kafalarına onun istibdadı hürriyet gibi görünüyordu; şimdi de onun büyüklüğü fransa'nın küçüklüğüne istibdat gibi görünürdü.

    takatten düşen bonaparte artık çocuğa dönmüştü; bahçesinde küçük bir havuz kazarak eğleniyordu; bu havuza birkaç balık koydu; havuzun macununa bakır karışmış olduğu için balıklar öldüler. bonaparte; "neye elim değse mahvoluyor."

    1821 şubatına doğru napoleon yatmak zorunda kaldı ve bir daha kalkmadı. "bu hale mi gelecektim!" diyordu: "bir zamanlar dünyayı yerinden oynatırdım, şimdi kirpiklerimi açamaz oldum!" hekimliğe inanmıyor ve antomarchi’nin jamestown’daki hekimlere danışmasına razı olmuyordu. bununla birlikte ölüm döşeğine doktor arnold’u kabul etti. 13’le 17 nisan arasında vasiyetnamesini yazdırdı; 28 nisan'da kalbini marie-louise’e göndermelerini emretti; ölümünden sonra hiçbir ingiliz cerrahının cesedine dokunmamasını sıkı sıkı tembih etti. babasının da bu tutulduğu hastalıktan öldüğü kanısında olduğu için otopsi raporunun reichstadt düküne verilmesini tavsiye etti: bu baba ilgisi bir işe yaramadı; ii. napoléon da i. napoleon’un birkaç yıl ardından gitti.

    bonaparte’ın daima bağlı kaldığı din duygusu son saatinde tekrar uyandı. thibaudeau, konsüllük devrine ait dinin yeniden ihyası dolayısıyla başkonsül’ün kendisine şöyle dediğini anlatır: "geçen pazar, tabiatın sessizliği içinde, bu bahçelerde dolaşıyordum (malmaison sarayı bahçelerinde). birden ruel kilisesinin çan sesini işittim, bu ses gençliğimin bütün intibalarını içimde tazeledi; duygulandım, ilk alışılan şeyler bakın ne kadar iz bırakıyor, kendi kendime dedim ki: ben bile duygulandıktan sonra bu türlü hatıralar basit ve kolay inanır insanlar üzerinde ne etkiler bırakmaz? filozoflarınız buna cevap versinler! ve ellerini göklere kaldırarak: bütün bunları kim yarattı?"

    1797’de, macerata’da yayımladığı beyanname ile, bonaparte, papalık topraklarına sığınmış olan fransız papazlarının orada kalmalarına izin veriyor, kendilerine ilişilmesini yasaklıyor, manastırların bunları beslemesini emrediyor ve onlara aylık bağlıyordu.

    mısır’daki değişimleri, koruyucusu olduğu kiliseye karşı öfkelenmeleri, yolunu şaşırdığı zamanlarda bile maneviyatçı bir içgüdünün kendisine hakim olduğunu gösterir çünkü günahkarca hareketleri ve kızgınlıkları felsefi bir kanı ürünü değildi, dini bir karakterin izlerini taşırdı.

    cenazesinin çevresinde yakılmasını istediği mumlar hakkında vignale’e talimat veren bonaparte, tembihlerinin antomarchi’nin hoşuna gitmediğini sezer gibi oldu; doktorla bu hususta konuştu ve ona dedi ki: "siz bu türlü zaaflara kapılmazsınız ama ne yaparsınız, ben ne filozofum, ne de hekim; ben tanrıya inanırım; babamın dinindenim. dinsiz olmak herkesin harcı değildir... tanrıya nasıl inanmazsınız? çünkü her şey onun varlığını haber veriyor, en büyük dahiler de buna inanmışlar... siz hekimsiniz bu adamlar sadece maddeyle uğraşırlar: hiçbir zaman hiçbir şeye inanmazlar."

    napoleon'un vasiyetnamesi şu maddeyle başlar: "elli yılı aşkın bir zaman önce koynunda doğduğum apostolik ve roma dininde ölüyorum."

    xvi. louis’nin vasiyetnamesinin üçüncü maddesi de şöyleydi: "katolik, apostolik ve rumen olan kutsal annemiz kiliseye bağlı olarak ölüyorum."

    3 mayıs günü, napoleon son kutsamayı yaptırdı ve kutsal şarapla ekmeği tattı. odanın sessizliğini ancak ölümün hıçkırığıyla bir saat sarkacının gürültüsü bozuyordu: gölge, saatin kadranında durmadan önce (biri öldüğü zaman odasındaki saati durdurmak adettir) bir iki devir daha yaptı, o gölgeyi çizen güneş batmak istemiyor gibiydi. 4 mayıs'ta, cromwell’in can çekişmesinde kopmuş olan fırtına başladı; longwood’un hemen bütün ağaçlarını kökünden söktü. nihayet, ayın 5’inde, akşam saat beşi kırk dokuz geçe, rüzgarın, yağmurun ve dalgaların gürültüsü arasında, bonaparte insan toprağına can katmış olan en güçlü nefesi tanrıya geri verdi. fatihin dudaklarından işitilen son sözler “tête... armée" ya da "tête d'armée" (baş ordu ya da ordu başı) oldu. aklı hala savaş alanlarındaydı. gözlerini ebediyen yumduğu zaman, kendisiyle birlikte can vermiş olan kılıcı solunda yatıyordu, göğsünde bir çarmıh vardı: bu barış timsali haç, napoleon’un kalbi üstüne konulunca, bir güneş ışını nasıl dalgaları dindirirse öylece bu kalbin çarpıntısını yatıştırdı.

    bonaparte önce ajaccio katedralinde gömülmeyi istemişti; sonra 16 nisan 1821 tarihli bir ek vasiyetname ile kemiklerini fransa’ya bıraktı. tanrı ona daha iyisini takdir etmişti; onun gerçek türbesi, üstünde can verdiği kayaydı. napoleon, son arzusuna ingiliz hükümetinin engel olacağını tahmin ettiğinden her ihtimale karşı sainte-hélène’de kendisine bir mezar yeri seçmişti. slane veya ıtır çiçeği vadisi, sonradan kabir vadisi adı verilen dar bir vadide bir pınar akar; napoleon’un, camoens’in cavalısı gibi sadık olan çinli uşakları destilerini burada doldurmayı adet edinmişlerdi: pınarın üstüne iki salkım söğüt sarkar; etrafta arasına çampa’lar serpili taze çimenler biter. sanskrit şiirleri der ki: "çampa, parlak ve kokuludur ama sevilen bir bitki değildir çünkü mezarlar üstünde çiçek açar." ağaçsız kalmış kayaların yamaçlarında acı limonlar, hindistancevizleri, kara çamlar ve keçilerin sakalına yapışan sakızları toplanan pirekapan denilen bitkiler güçlükle yetişir.

    napoleon pınarın söğütlerinden hoşlanırdı; dante nasıl sürgününde corvo manastırında huzura kavuşur idiyse o da öyle slane vadisinde dinlenirdi, ömrünün son günlerinde burada tanıdığı geçici sükuna şükranını belirtmek için ebedi istirahatgahı olarak orasını gösterdi. pınardan söz ederken: "tanrı izin verir de iyileşirsem pınarın fışkırdığı yere bir anıt dikeceğim" derdi. bu anıt onun kabri oldu. plutarkhos’un zamanında, strymon kıyılarında nemf'lere tahsis edilmiş bir yerde, iskender’in üstünde oturmuş olduğu taştan bir iskemle hala görülürdü.

    napoleon’un cenazesi, hassa albayı üniforması giydirilmiş, légion d’honneur nişanı takılmış, çizmeli ve mahmuzlu olarak demir karyolasında teşhir edildi; hiçbir zaman şaşmamış olan bu yüzde, ruh, çıkıp giderken ulvi bir hayret bırakmıştı. doğramacılarla kabaracılar bonaparte’ı ilkin akaju, sonra kurşun, tekrar akaju ve tenekeden yapılma iç içe dört tabuta çivileyip etrafını macunladılar; sanki içinden kaçıp gideceğinden korkmuş gibiydiler. bir zamanki galibin marengo meydanının hesapsız cenazeleri gömülürken taşıdığı kaput, tabutun üstüne örtüldü.

    cenaze töreni 28 mayıs'ta yapıldı. hava güzeldi; yaya seyislerin güttüğü dört at cenaze arabasını çekiyordu; yirmi dört ingiliz kumbaracı eri, silahsız olarak, arabanın etrafını çevirmişti; arkadan napoleon’un atı geliyordu. adanın garnizonu yolun uçurumlu kenarlarına dizilmişti. üç dragoon bölüğü alayın önünde yürüyordu; 20. piyade alayı, deniz erleri, sainte-hélène gönüllüleri, on beş topla krallık topçusu arkadan geliyordu; aralıklı olarak kayalara yerleştirilmiş olan mızıkacılar acıklı nağmelerini birbirlerine gönderiyorlardı. bir geçit yerinde cenaze arabası durdu; silahsız yirmi dört er, tabutu kaldırdılar ve onu mezara kadar omuzlarında taşıma şerefini kazandılar. tam cenaze toprağa verilirken üç top salvosu kendisini selamladı: bu toprak üstünde koparmış olduğu bütün gürültüler toprağın iki karış derinliğine işleyemiyordu.

    sürgün, napoleon için yeni bir ev yapılmasında kullanılacak olan son bir taşı, zindanının kapağı gibi üstüne kapandı.

    87’nci mezmurun ayetleri okundu: "gençliğimde yoksul ve çalışkandım, yükseltildim, sonra küçük düşürüldüm... öfkeleriniz beni delik deşik etti." her dakikada bir, amiral gemisi top atıyordu. okyanusun sonsuzluğu içinde kaybolan bu savaş ahengi requiescat in pace’ye (huzur içinde uyusun) cevap veriyordu. waterloo’da kendisini yenenler tarafından gömülen napoleon, bu savaşın son atılan topunu işitmişti; ingiltere’nin sainte-helene’deki uykusunu taciz ettiği ve aynı zamanda şereflendirdiği son topu işitmedi. sanki palmes yortusundan (paskalyadan önceki pazar günü, isa’nın kudüs'e girişinin hatırasını anmak için herkes eline bir dal alarak alaya katılır) dönülüyormuş gibi herkes elinde bir söğüt dalı tutarak döndü.

    lord byron, krallara diktatörlük edenin kılıcıyla birlikte ününden de vazgeçtiğini, unutulmuş bir halde öleçeğini sanmıştı. şair bilmeliydi ki, napoleon’un kaderi bütün büyük kaderler gibi bir ilham perisiydi. bu ilham perisi, kaçırılmış bir sonucu, kahramanını yepyeni bir hale koyan bir sona çevirdi. napoleon’un sürgününün ve mezarının ıssızlığı parlak bir hatıraya başka türlü bir büyüklük kattı. iskender, yunanistan’ın gözü önünde ölmedi; babil'in muhteşem uzaklıklarında can verdi. bonaparte da fransa’nın gözü önünde ölmedi; sıcak iklimlerin parıltılı ufukları içinde can verdi. ıssız bir yolun ucundaki bir vadide bir keşiş ya da bir aziz gibi uyumaktaydı. üstüne kapanan sessizliğin büyüklüğü etrafını çeviren gürültünün heybetiyle boy ölçüşür. uluslar orada hazır değildir, onların kalabalıkları çekilip gitmiştir. buffon’un, güneşin arabasına kovulmuş dediği üstüva kuşları ışık yıldızından süzülüp gelir; bugün nerede yatıyorlar? ağırlığı dünyanın dengesini değiştirmiş olan insanların kemikleri üstünde...

    "imposuerunt omnes sibi diademata, post mortem cjus... et multiplicata sunt mala in terra. (onun ölümünden sonra hepsi tacı aldılar... ve yeryüzünde kötülükler çoğaldı)" -makkabiler (kitab-ı mukaddes'te eski ahit'in son iki bölümüne verilen isim, bu bölümlerin ilkinde iskender’in ölümünden sonra yahudilerin ayaklanmaları anlatılır)

    iskender üzerine yazılmış makkabilerin bu özeti, sanki napoleon için söylenmiş gibidir: "taçlar gaspedildi ve yeryüzünde kötülükler çoğaldı." bonaparte’ın ölümünden yirmi yıl sonra, ne fransız krallığı kalacaktı, ne de ispanya krallığı. dünyanın haritası değişmişti; yeni bir coğrafya öğrenmek icap etti; meşru krallarından ayrı bırakılan uluslar gelişigüzel hükümdarların kucağına atıldı; ünlü aktörler sahneden indiler ve oraya adları işitilmemiş aktörler çıktı; denize düşen yüksek çamın tepesindeki kartallar uçup gitti, yerinde kalan hala koruyucu gövdenin yamaçlarına cılız midyeler yapıştı.

    eninde sonunda her şey sonucuna doğru yürüdüğüne göre, imparatorun yeryüzünü kasıp kavuran o korkunç yenilik zihniyeti dediği ve karşısına dehasının seddini diktiği şey tekrar yoluna koyuldu; fatihin kurduğu kurumlar sallanıyor; o, büyük fertlerin sonuncusu olacaktı; bayağılaşmış ve tesviye edilmiş toplumlarda artık kimse tahakküm edemez; yıkılmış o eski dünyanın bir ucunda napoleon’un hayali, girdabının kenarında tufanın tayfı gibi yükselecek, çok sonra gelecek nesiller toplumun yepyeni temeller üzerinde canlanacağı büyük güne kadar meçhul yüzyılların içine gömüleceği bu girdabın kenarında o hayali göreceklerdi.

    napoleon'un sainte-hélène’deki mezarı, yaşıtı olan söğütlerden birini eskitmişti. çürüyüp devrilen ağaçtan orayı ziyaret edenler her gün bir parça koparıp götürürlerdi. kabir, dökme demirden bir parmaklıkla çevriliydi; mezarın üzerine çapraz şekilde üç taş konulmuştu; baş ve ayak uçlarında birkaç süsen çiçeği yeşerir; vadinin pınarı, o heybetli ömrün tükendiği yerde akardı. fırtınanın buraya attığı yolcular, meçhullüklerini pek meşhur kabre emanet etmeyi görev bilirlerdi. ihtiyar bir kadın mezarın yakınında yerleşmiş, bir hatıranın gölgesiyle yaşamaktaydı; bir adam da kulübede nöbet beklerdi.

    yenisinden iki yüz adım ötede olan eski longwood, yüzüstü bırakılmıştı. etrafı bölmeli, gübreyle dolu bir yerden geçilerek bir ahıra varılır; burası bonaparte’ın yatak odasıydı. bir afrikalı, içinde bir el değirmeni bulunan dehlizimsi bir yer göstererek der ki: “here he dead. (o burada öldü)" napoleon’un içinde doğduğu korsika'daki ev de bu yerden ne daha büyüktü, ne de daha süslü.

    yeni longwood’da, vali konağında, wellington dükünü ve yaptığı savaşları tasvir eden tablolar vardı. camlı bir dolapta ingiliz generalinin waterloo’da yanında durduğu ağaçtan bir parça vardır; bu hatıra zeytin bahçesinden koparılmış bir zeytin dalıyla güney denizi vahşilerinin süsleri arasına konulmuştur: denizlerle aşırı oynayanların bunları yanyana getirmeleri ne garip. galip gelen, burada, kudüs’ten gelme bir zeytin dalıyla bir kaşif olan james cook’un hatırasının himayesi altında, boş yere yenilen adamın şanını almaya çalışıyor ama sainte-helene’de insanın, ıssızlığı, okyanusu ve napoleon’u bulması yeterliydi, gerisi yalnızca onun hatırasına yetişmeye çalışan şeylerdi.

    cılız insan ömrünün geçtiği isimsiz meskenlerde bile bu kadar garip değişimler meydana geldiğine göre mezarlar, doğum yerleri, saraylarla ün almış yerlerdeki gelişmelerin tarihi araştırılacak olsa ne çeşitli olaylar ve kaderler meydana çıkardı! i. clovis hangi kulübede doğdu? attila hangi arabada dünyaya geldi? alarik’in mezarı üstünden hangi çağıltılı ırmak akar? iskender’in altın ve billurdan mezarının yerinde hangi çakalın ini vardır? bu kemikler kaç defa yer değiştirmişlerdir? mısır’ın ve hindistan’ın bütün o anıtkabirleri kimler için yapılmıştır? öyle gerçekler vardır ki, zamanın derinlikleri içinde insan gözünden saklanmıştır; bunlar ancak yüzyılların yardımıyla meydana çıkar, nasıl ki, bazı yıldızlar vardır, dünyaya o kadar uzaktırlar ki, ışıkları hala bize erişememiştir.

    napoleon'un defnedilmesinden sonra aradan bir zaman geçti; geçen zaman bir olay yarattı. bonaparte’ın naaşı londra'dan istendi ve talep kabul edildi: birtakım eski kemiklerin ingiltere için ne önemi vardı? napoleon’un naaşı fransa'ya küçük düştüğü bir sırada geldi; muayeneye tabi tutulabilirdi ama yabancı devlet kolaylık gösterdi: güçlük çıkarmadan cenazenin geçmesine izin verdi.

    napoleon’un cenazesinin nakli, ününe karşı işlenmiş bir günahtır. paris’teki bir mezar hiçbir zaman slane vadisindeki kadar etkili olmayacaktı: pompeius’u, yoksul bir azatlı köle tarafından yükseltilmiş bir kum tümseğinden başka yerde görmeyi kim ister? en sert granit bile bonaparte’ın eserlerinin sürekliliğini temsil edebilir mi? hiç değilse kabir taşını işleyecek bir michelangelo olsaydı! anıtı nasıl yapacaklardı? bari tabutu zafer takı’nın tepesine assalardı, milletler, kendi zaferlerinin omuzları üstünde taşınan galibi uzaktan görmüş olsalardı! trajanus’un küllerini taşıyan çömlek, roma’da, namına dikilen sütunun üstüne konmamış mıydı? napoleon, fransa'da sessizce sıvışıp giden o baldırı çıplak ölüler yığını arasında kaybolup gidecek. fransa'da pek sık görülen o mezara saldırılardan nasıl korunacaktı? ihtilalin bir tarafı galip gelmeyegörsün, fatihin kemikleri tutkuların dört bir yana dağıttığı kemiklere karışabilirdi; o zaman ulusları yenmiş olanı unutur, yalnız hürriyetleri çiğnemiş olanı hatırlarlardı. napoleon’un kemikleri dehayı bir daha doğuracak değildir, sadece kabiliyetsiz askerlere onun zorbalığını talim edecekti.

    louis-philippe’in oğullarından birine la belle poule adlı bir fırkateyn verildi: eski deniz zaferlerinin şanlı bir adı bu gemiyi dalgalar üstünde koruyordu. bonaparte’ın güçlü zamanında mısır’ı fethetmek üzere denize açıldığı toulon’dan hareket eden gemi, hiçliği almak üzere sainte-helene’e geldi. mezar, sessizliği içinde, slane veya ıtır vadisinde yükselmeye devam ediyordu, iki salkım söğütten biri devrilmişti; ada valilerinden birinin karısı olan leydi dallas yıkılan ağacın yerine on sekiz söğüt fidanıyla otuz dört selvi diktirmişti; hep aynı yerde duran pınar, tıpkı napoleon’un sularından içtiği zamanki gibi akıp duruyordu. bütün gece, alexander adında bir ingiliz subayının emri altında kabri delmek işiyle uğraşıldı. birbiri içine konulmuş olan dört tabut, akaju tabut, kurşun tabut, ikinci akaju tabut ve teneke tabut sapasağlam bir halde bulundu. bir çadırın altında, bazıları bonaparte’ı tanımış olan subaylar içinde naaşın hüviyeti incelendi.

    abbe coquereau anlatır: "sonuncu tabut açılınca, herkes içine baktı. cesedi boylu boyunca örten beyazımtrak bir kitle görüldü. doktor gaillard elle dokununca bunun tabutun üst yanını içeriden kaplayan beyaz saten olduğunu anladı: yerinden sökülerek cesedi bir kefen gibi sarmıştı. bütün ceset sanki hafif bir yosunla örtülmüştü; onu adeta yarı saydam bir bulutun ardından seyrediyor gibiydik. gördüğümüz başın onun başı olduğuna şüphe yoktu: bir yastık, başı hafifçe yukarı kaldırmıştı; geniş alnı, hala birkaç teli kalmış olan kirpiklerin altında göz çeperi çiziliyordu: yanakları dolgundu, yalnız burnu bozulmuştu; yarı açık ağzında pek beyaz üç diş görünüyordu; çenesinde sakal izleri açıkça fark ediliyordu; özellikle elleri sanki hala sağ kalmış bir insanın elleriydi, o kadar canlı bir renkleri vardı; sol eli sağ elinden biraz daha yukardaydı; tırnakları öldükten sonra uzamıştı: uzun ve beyazdılar; çizmelerinden biri sökülmüştü, donuk bir beyazlıkta olan ayaklarının dört parmağı dışarı fırlamıştı."

    sainte-hélène’de sönen yıldız tekrar meydana çıkarak ulusları sevindirdi: bütün dünya tekrar napoleon’u gördü ama napoleon bir zamanlar fethettiği o dünyayı görmedi. fatihin naaşı, sürgününe giderken kendisine rehberlik eden aynı yıldızlar tarafından seyredildi: bonaparte, her yerden geçtiği gibi, mezardan da geçti ama orada da kalmadı. le havre’da karaya çıkarılan cenaze zafer takı’na, yılın bazı günlerinde altında güneşin göründüğü o sayvana getirildi. bu taktan les invalides meydanına kadar yollar tahta sütunlar, alçı büstlerden geçilmez olmuştu, büyük condé’nin bir heykeliyle, galibin ebedi hayatının sembolü çam obelisk’ler sıralanmıştı. müthiş bir soğuk, cenaze arabası etrafında, tıpkı moskova çekilişinde olduğu gibi generalleri yere düşürüyordu. seine nehri üstünde napoleon’u ve bir çarmıhı taşımış olan matem gemisinin dışında hiçbir şey güzel değildi. kayalardan oluşan katafalkından mahrum kalan napoleon, gelip paris’in çirkefleri arasına gömüldü. oeta dağı üstünde can vermiş yeni herakles’i selamlayan gemiler yerine, vaugirard'ın çamaşırcı kadınları grande armee'yle bir ilgisi olmayan gazilerle birlikte etrafta dolanacaklardı. birkaç yağmurlu günden sonra, mezarındaki süslerden artakalan, çamurlu paçavralardan ibaretti. istediklerini yapsınlar, galibin hakiki mezarı denizlerin ortasında daima görülecektir: savaş tanrısının naaşı fransa'da, ebedi hayatı ise sainte-hélène’dedir.

    napoleon geçmiş bir devri kapamıştı: savaşı öyle büyük ölçüde yapmıştı ki, artık hiçbir savaş insanları bu kadar etkilemeyecekti. janus tapınağının kapısını ardından kapadı ve açılmasın diye bu kapının arkasına ceset kümeleri yığdı. (roma’da janus tapınağı ancak cumhuriyetin barış halinde bulunduğu zamanlar kapalı kalırdı. bu hal bin yıl içinde ancak dokuz defa görülmüştür)

    her büyük devrin sonunda, bir çağın bittiğini herkese ilan eden, geçmişe hasretlerle dolu ağlamaklı sesler işitilir; fransa'da şarlman'ın, saint-louis'nin, i. françois'nın, iv. henri’nin, xiv. louis’nin ölümüne tanık olanlar böyle inlemişlerdi. hepsinden daha fazla ses duyulan napoleon'un ardında bıraktığı hikaye de işte böyledir.

    -mémoires d’outre-tombe: kitap i, kitap ii, kitap iii, kitap iv, kitap v, kitap vi, françois-rené de chateaubriand'e sonsuz saygılarımla
  • büyük iskender ve jül sezar'dan sonra harp tarihindeki en büyük askerlerden biridir. tabi ki kartacalı hannibal veya biz türklerden timur gibi dehalar da vardır. ancak dünya çapında harp okulları tarafından okutulan bahsedilen atıf yapılan birkaç adamdan birisidir. zamanın fransız halkının çoğunluğu kendisini pek severmiş. resmen açık çek vermişler adama. son savaşı olan waterloo savaşının avrupa'nın siyasi kaderini belirlediği söylenir.
hesabın var mı? giriş yap