• - dünyanın galaksideki cüssesi.
    - kur'an'ın en'am/38'de "biz kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. " demesiyle sünnetin zorunluluğunun tartışmaya açılması ve aslında daha ince ve narin bir kurallar dizgesiyle sarılı oluşumuzun keşfi.
    - osmanlı ve roma'nın, şimdi bir araya gelse birbirini boğazlayacak etnik ve dini grupları bir arada uzun zamanlar barış içinde yaşatabilmiş olması.
    - osmanlı'da yeniçeri ve ahi kültüründeki bektaşi ve dolaylı olarak alevi unsurlarının yoğunluğu ama buna rağmen ehl-i sünnet olunuşu.
    - anadolu'muzun dünyadaki konumu. her şeyin tam ortasında oluşu; belaların, güzelliklerin ve uçurumların. (avustralya'nın merkezde olduğu ulusal bir haritadan da baktım, sahiden ortadayız.)
    - osmanlıların ve selçukluların -adamına göre değişir elbet- çatır çatır içki içmesi. (ibn bibi ve inalcık'ın has bağçede ayş u tarab'ına bkz.)
    - türkler olarak iran'dan, araplardan, romalılardan çok şey öğrenmiş oluşumuz. bunları yorumlama biçimimizdeki özgünlüğümüz.
    - %99'u müslüman olan memleketimizde hala şamanik adetlerin -şamanî oldukları fark edilmeksizin- sürüyor oluşu. msl. nazar boncuğu, gidenin ardından su dökmek, çaput bağlamak vb.
    - tuğrul bey gibi büyük bir devrimci olmasa (ülüş denen bölük pörçük yağmacı göçebe devlet sistemini kaldırıp yerleşik devlet anlayışını getirmesi) türklerin muhtemelen asyaya döneceği ve roma'ya hiç yerleşemeyeceği gerçeği.
    - müslüman bilginler olmasa ortaçağda bilimin yok olacağı, antik yunan bilgisinin de unutulup rönesansa pek bir veri aktarılamayacağı gerçeği.
    - kadınlara dair her türlü keşif.
  • hala freud'un en ünlü, hemen herkes tarafından bilinen teorilerinin ufuk açıcı diye paylaşılmasıdır.

    ayrıca, son yıllarda psikolojiyi iyice bilimsel yöntemlerin domine etmeye başlamasıyla* freud'un adının artık o kadar çok anılmadığının bir türlü kabullenilememesidir.

    freud ilgi çekicidir ama dediklerini tamamen subjektif temeller üzerine oturtmuştur yani yöntemleri bilimsel değildir.

    edit: başlık öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler.
  • aslında kütle çekim kuvveti diye bir şeyin olmaması. ya da yanlış tanımlanması da diyebiliriz.

    konuyla biraz alakasız dipnot:
    [insanın içindeki boşluk doldurulamıyor, bilmiyorum belki de ben yapamıyorum. ama intihar etmeme henüz çok vakit var, ben de gitmeden önce bilim-felsefe-müzik üçgeninde bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum ve tanrıya yüzyüzeyken soracak sorular biriktiriyorum (tabi varsa).]

    her neyse konuyu dağıtmayayım, yazı baya uzun ama okuduğunuza değeceğinin garantisini veriyorum. fikir bana ait değil, alıntılayarak üzerinde biraz düzenleme yaptım, toparladım da denebilir. bu konu ve kuantum fiziği hakkında daha detaylı ve kapsamlı bilgiler için;

    (bkz: marcus chown)
    (bkz: biraz kuantum’dan zarar gelmez) adlı kitabı okuyabilirsiniz.

    `*****şimdi konumuzun çıkış noktası olarak, yüksekçe birgökdelen` düşünelim. bu binanın zemin katında, en tepesine nazaran daha yavaş yaşlanırsınız. bu durum, einstein’ın kendi özel görelilik teorisinin noksanlarını kapatmak için geliştirdiği genel görelilik teorisinin bir etkisidir. özel görelilik teorisinin sorunu ”özel” olmasıydı. teori temel olarak, bir kişinin, kendisine göre sabit hızla yol alan bir başka kişiye baktığında ne gördüğü üzerinedir. teoriye göre, hareket halindeki kişi, hareket ettiği istikamette büzülürken, zaman algısı yavaşlar; bu etki ışık hızına yaklaştıkça çok daha belirginleşir. ancak sabit hızda hareket çok özel bir durumdur. çünkü genel olarak cisimler, zamanla hızlarını değiştirir. örneğin, trafik ışığını geride bırakan bir otomobil hızını arttırırken, bir uzay mekiği atmosfere girdiğinde yavaşlar.
    bu bağlamda, 1905 yılında kendi özel görelilik teorisini yayınladığında einstein’ın cevaplamak istediği soru şuydu; ”bir kişi, kendisine göre hızlanan bir kişiye baktığında ne görür?” ve işte böylece o meşhur ”genel görelilik teorisi” ortaya çıktı. fakat einstein bu teorisi ile ilgili çalışmalara başladığında kafasında ”newton’un kütle çekim kanunu” ile ne yapacağı sorusu vardı. newton’un kütle çekim kanunu neredeyse 250 yıl boyunca tartışılmadan kabul edilmiş olsa da, einstein bu kanunun özel görelilik teorisi ile temel anlamda uyumsuzluk içinde olduğunu biliyordu. newton’a göre her kütleli cisim, bir diğer kütleli cisme kütle çekimi denilen bir kuvvetle çekilmektedir. örneğin; dünya ile her birimizin arasında bir kütle çekimi mevcuttur, ayaklarımızın zemine basmasını sağlayan da budur. güneş ve dünya arasında da kütle çekimi vardır; dünya’yı güneş’in etrafındaki yörüngesinde tutan bu çekim kuvvetidir. einstein’ın karşı çıktığı noktalar bunlar değildi elbette; asıl sıkıntı kütle çekiminin hızıydı.

    newton, kütle çekiminin anında etki gösterdiğini düşünüyordu. bunun anlamı, dünya’nın güneş’in kütle çekimini herhangi bir gecikme olmaksızın hissettiğiydi. bu bağlamda, güneş tam şu anda yok alacak olsa, dünya’nın da, güneş’in kütle çekim yokluğunu aynı anda hissetmesi ve yörüngesini kaybederek uzayın derinliklerine doğru kaymaya başlaması gerekiyordu.
    güneş ve dünya arasındaki mesafeyi hiç zaman kaybetmeksizin kat edecek bir etkinin, yani güneş’in kütle çekiminin sonsuz hızda yol alması gerekir. anında bir başka yerde olmak ve sonsuz hız eşdeğer şeylerdir. fakat einstein, kütle çekimi de dâhil hiç bir şeyin ışıktan daha hızlı olamayacağını keşfetmişti. ışığın, güneş ve dünya arasındaki mesafeyi alması 8 dk. sürdüğünden, eğer ki güneş birdenbire yok olsaydı, dünya’nın yörüngesinden çıkıp diğer yıldızlara kaymasından önce en azından 8 dakikadan biraz daha uzun bir süre geçmesi gerekirdi. öte yandan newton’un, kütle çekiminin uzay boşluğunu sonsuz bir hızla kat ettiğine yönelik üstü kapalı çıkarımı, kütle çekim kanunundaki tek ciddi hata değildi. newton aynı zamanda kütle çekim kuvvetinin kaynağının kütlenin kendisi olduğunu düşünüyordu. einstein ise, tüm enerji türlerinin etkin bir kütlesi (ya da ağırlığı) olduğunu ortaya koydu. dolayısıyla, yalnızca kütle enerjisinin değil, tüm enerji türlerinin bir kütle çekim kaynağı olması gerekiyordu. einstein’ın karşı karşıya kaldığı güç durum, özel görelilik teorisindeki fikirleri yeni bir kütle çekim teorisine dâhil etmek ve dünyanın hızlanmakta olan bir insana nasıl görüneceğini tanımlamak için özel görelilik teorisini genellemekti. bu devasa sorunlarla boğuşurken, einstein’ın aklında bir ampul yandı. evet, bu iki işin aslında tek ve aynı şey olduğunu fark etmişti.

    şimdi kütle çekimi hakkında tuhaf bir özelliği göz önüne alalım. tüm cisimler, kütlelerinden bağımsız olarak, aynı hızda yere düşer. örneğin bir yer fıstığı, bir insanla aynı sürede hızlanır. bu davranış ilk olarak 17. yüzyıl italyan bilim adamı galileo tarafından fark edilmiş. galileo’nun, kütle çekiminin bu özelliğini gözlemlemek için, yanına biri hafif diğeri ağır iki cisim alarak, her ikisini de aynı anda pisa kulesi’nden attığı söylenir. iki cisim de yere aynı anda iner.
    kütle çekiminin bu özelliğinin dünya üzerinde her zaman aynı şekilde gözükmemesinin nedeni, hava direncinin farklı ağırlıktaki cisimler üzerinde farklı etkilere yol açıyor olmasıdır. bunun yanında, galileo’nun deneyi cisimlerin düşüş süresini değiştiren hava direncinin olmadığı bir ortamda mesela ay’da yinelenebilir. 1972 yılında, apollo 15 komutanı david randolph scott bir çekiç ve tüyü aynı anda yere bıraktı. ve beklendiği üzere ikisi de ay zeminine tam olarak aynı anda indi.
    bu olayın tuhaf yanı ise, genellikle, cismin bir güce karşılık nasıl hareket edeceğinin, cismin kütlesine bağlı olduğudur. işleri karıştıracak sürtünme unsurunun bulunmadığı, buz pateni pisti gibi bir zemin üzerinde, tahta bir tabure ve dolu bir buzdolabı düşünelim. ve iki kişinin tabure ve buzdolabını tam olarak aynı ölçüde bir kuvvet uygulayarak ittiğini… buzdolabına göre daha az kütleye sahip tabure açık bir şekilde daha kolay itilecek ve daha kısa sürede hız kazanacaktır.
    peki, tabure ve buzdolabı, kütle çekim kuvveti altında nasıl davranır? her ikisini de 10 katlı bir apartmanın tepesinden aşağı bıraktığımızı düşünelim. bu durumda galileo’nun da ön göreceği gibi, tabure buzdolabına nazaran daha kısa sürede hız kazanamaz. aralarındaki ciddi boyuttaki kütle farkına rağmen, tabure de buzdolabı da zemine doğru düşerken aynı oranlarda hız kazanır. sanırım artık kütle çekimi hakkındaki tuhaflığı bir parça anlatabilmişimdir. büyük bir kütle, küçük kütleli bir cisme nazaran, daha büyük bir kütle çekim kuvveti hisseder ve bu kuvvet cismin kütlesiyle doğru orantılıdır. yani büyük kütle küçük kütleyle tam olarak aynı oranda hız kazanır. peki, ama kütle çekimi, kuvvet uygulayacağı cisme göre kendisini nasıl ayarlamaktadır?
    ve evet kütle çekiminin bunu inanılmaz ölçüde basit ve doğal bir şekilde gerçekleştirdiğini fark eden yine einstein’ın dehası oldu. dahası bu yolun, kütle çekimini kavrayışımız üzerinde de önemli sonuçları olduğu anlaşılmıştır.

    bir astronotun, yukarı doğru saniyede 9.8 metre ivme kazanmakta olan bir oda içinde olduğunu düşünelim (bu aynı zamanda yerçekiminin dünya’ya düşen nesnelere bahşettiği ivmedir). bu oda, roket motorları henüz ateşlenmiş olan bir uzay mekiğinin kabini olsun. astronot bir eline çekiç diğer eline de tüy alsın ve her ikisini de aynı yükseklikten aynı anda kabin zeminine bıraksın. bu durumda ne olur? tabii ki, çekiç de tüy de zemine iner. ancak bu olayın yorumlanması bütünüyle özel bir bakış açısına dayanıyor!
    uzay mekiğinin gezegen gibi büyük kütleye sahip herhangi bir cisimden uzakta olduğunu varsayarsak, çekiç ve tüyün ağırlıksız olduğunu düşünebiliriz. dolayısıyla, bir tür x-ışını kullanarak uzay mekiğinin içine baktığımızda iki cismin hareketsiz bir şekilde havada asılı olduğunu görürüz. diğer taraftan uzay mekiği yukarı doğru ivme kazandığı için, kabin zeminin çekiç ve tüye ulaşmaya çalıştığını da görürüz. ve dahası, çarpışma gercekleştiginde, zemin her iki cisme de aynı anda çarpacaktır
    astronotun amnezi yaşadığını ve bir uzay mekiğinin içinde olduğunu unuttuğunu düşünelim. ayrıca mekiğin pencereleri de karartılmış olsun ki astronot nerede olduğunu kesinlikle anlayamasın. bu durumda astronot gördüklerini nasıl yorumlar?
    astronot muhtemelen, çekiç ve tüyün yerçekiminin etkisi ile düştüğünü düşünecektir. ne de olsa yerçekiminin etkisi altında olan cisimlerin yapacağı tek şeyi yapmışlardır, aynı hızda düşmüş ve aynı anda zemine çarpmışlardır. (tabii ki hava direncini göz ardı ediyoruz)
    astronotun gördüklerinin yerçekiminden kaynaklandığını düşünmesinin bir diğer nedeni de, ayaklarının zemine bağlı oluşudur; tıpkı dünya‘daki bir mekânda olacağı gibi. aslına bakılacak olursa, astronotun görüp görebileceği her şey, dünya üzerinde olsaydı yaşayacaklarından kesinlikle ayırt edilemez durumda olacaktır.
    elbette bu yalnızca bir tesadüf olabilir. âmâ yine de einstein bunun doğa hakkındaki çok derin bir gerçeği işaret ettiğini düşünmüş. gerçekten de kütle çekimi ivmeden ayırt edilemez durumdadır ve bunun nedeni de çok basittir. kütleçekimi = ivmedir!
    daha önce de bahsettiğim gibi, einstein bu gerçeği fark etmenin hayatının en mutluluk veren düşüncesi olduğunu söylemiştir. çünkü böylece kütle çekimine ve ivmelenmiş bir hareketi tanımlayacak bir teoriye yönelik arayışın aslında aynı şeyler olduğu ortaya çıkmıştır.
    einstein kütle çekimi ve ivme arasındaki ayırt edilemezliği eşdeğerlik ilkesi ile tanımlayarak, fiziğin temek kurallarından birini ortaya koymuştur.
    eşdeğerlik ilkesi, kütle çekiminin diğer kuvvetlere benzemediğini söylemektedir. aslına bakılacak olursa gerçek bir kuvvet bile değildir.
    bu ayırt edilemezliğin einstein tarafından keşfinden önce, camları karartılmış uzay mekiği içinde amnezi yasayan astronottan hiç bir farkımız yoktu. çevremizi saran unsurların ivmelendiğini fark edemediğimizden dolayı, neden nehirlerin aşağı doğru aktığını ya da elmaların ağaçtan düştüğünü açıklamak için bir yol bulmamız gerekiyordu. tek yol hayali bir kuvvet icat etmekti. bu hayali kuvvet de ”kütle çekimi” oldu.

    kütle çekiminin hayali bir kuvvet olduğu fikri biraz zorlama gelebilir. fakat deneyimlediğimiz diğer tüm gündelik olayları anlamlandırabilmek için çeşitli kuvvetler icat etmekten geri durmadığımız da bir gerçek. sert bir virajı dönmekte olan bir otomobil içinde olduğunuzu düşünün. otomobilin içinde size olan şeyi açıklamak için bir merkezkaç kuvvetini icat edersiniz. gerçekte ise böyle bir kuvvet yoktur!
    harekete gecen tüm kütleli cisimler, düz bir çizgi üzerinde sabit bir hızla yol alma eğilimindedir (bu durum, sürtünme kuvvetinin hareket halindeki bir cismi yavaşlattığı dünya üzerinde bu kadar aşikâr olmasa da, boş uzayda net olarak görülebilir.) eylemsizlik olarak bilinen bu özellik nedeniyle sizin gibi bir yolcu da dâhil olmak üzere, otomobil içindeki sabitlenmemiş tüm cisimler, aracın virajı dönmeden önceki istikametinde yol almaya devam ederler. ancak aracın kapısının takip ettiği yol bir eğridir. sert bir viraj alan otomobilin içinde bir anda kendinizi kapıya yapışmış olarak bulmanız hiç de şaşırtıcı olmaz. ancak aslında olan şey, tıpkı uzay mekiğinin ivmelenen zemininin çekiç ve tüyle buluşmasıdır (yalnızca hızdaki değişime ivme denmediğini belirtmekte fayda var. ivme aynı zamanda istikametteki değişimin de adıdır. bu nedenle viraj dönmekte olan bir araç her ne kadar hızı sabit olsa da ivmelenmektedir.) yani ortada hiç bir kuvvet yoktur.
    merkezkaç kuvveti bir eylemsizlik kuvveti olarak bilinmektedir. hareketimizi açıklamak için bu türden bir kuvvet yaratmamızın nedeni, gerçeği görmezden gelmemizden başka ne olabilir ki? yani çevremizdeki unsurların da bize göre hareket içinde olduğu gerçeğini… viraj dönen otomobil içindeki hareketimiz sadece eylemsizliğimizin bir sonucudur; bir diğer ifadeyle, düz bir çizgi üzerinde hareketimizi sürdürmeye yönelik doğal eğilimimizin. kütle çekiminin de bir eylemsizlik kuvveti olduğunu fark etmek einstein‘in inanılmaz iç görüsü sayesinde olmuştur.
    einstein’a göre ağaçlardan düşen elmaları ya da gezegenlerin güneş’in etrafında dönüşünü kendimize açıklayabilmek için, kütle çekim kuvvetini biz uydurduk! çünkü çevremizdeki cisimlerin bize göre ivmelenmekte olduğunu görmezden geldik. fakat cisimler yalnızca eylemsizliklerinin bir sonucu olarak hareket ederler. kütle çekim kuvveti diye bir şey yoktur!
    durun bir dakika, kütle çekim kuvveti nedeniyle gerçekleştiğini sandığımız hareket, aslında sadece eylemsizliğin bir sonucuysa, bunun anlamı dünya gibi kütlelerin gerçekten de uzayda düz bir çizgi üzerinde ve sabit hızla uçuyor olması gerektiğidir. bu ne kadar da saçma geliyor değil mi. sonuçta dünya, güneş’in etrafında dönüyor, düz bir çizgi üzerinde uçtuğu da yok değil mi?
    tam olarak öyle değil. aslında herşey düz bir çizgiyi nasıl tanımladığınıza dayanıyor!
    düz bir çizgi iki nokta arasındaki en kısa yoldur. bir kâğıdın üzerinde bu durum kesinlikle doğrudur. peki ama eğri bir yüzey üzerinde? diyelim ki dünya’nın yüzeyi üzerinde londra ve new york arasındaki en kısa rotayı seçen bir uçak düşünün. uçak nasıl bir rota izleyecektir? uzaydan bakan bir gözlemci için bu rota eğik olacaktır. ya da engebeli bir arazi üzerinde ilerleyen bir dağcıyı düşünelim. bu dağcıyı, arazi engebelerinin ayırt edilemeyeceği kadar yüksek bir noktadan seyreden gözlemci için, dağcı oldukça dolambaçlı bir şekilde, ileri-geri hareket edip duracaktır.
    o halde, sanılanın aksine iki nokta arasındaki en kısa mesafenin her zaman düz bir çizgi olması gerekmiyor. aslına bakacak olursanız, düz bir çizgi ancak özel bir tür yüzey üzerinde var olabiliyor ”düz bir yüzey üzerinde”. dünya’nınki gibi eğri bir yüzey üzerinde, iki nokta arasındaki en kısa mesafe her zaman eğri olmak durumundadır. bu gerçeğin fark edilmesiyle matematikçiler, düz çizgi kavramını eğik yüzeyleri de dâhil edecek şekilde yeniden tanımladılar. yalnızca düz değil, her türlü yüzey üzerinde iki nokta arasındaki en kısa rotaya jeodezik adı verildi. bütün bunların kütle çekimiyle ne bağlantısı var diyorsunuz değil mi? bağlantı ”ışık”…
    iki nokta arasındaki en kısa mesafeyi almak, ışığın karakteristik bir özelliği. mesela tam şu anda, okuduğunuz bu kelimelerden gözlerinize gelen ışık da en kısa rotayı izliyor.

    şimdi yeniden karartılmış kabin camları ivmelenmekte olan mekiğin içindeki astronotumuza dönelim. diyelim ki bu arkadaş çekiç ve tüy ile yaptığı sayısız deneyden sıkılmış olsun. şimdi bir lazer alarak kabinin sol tarafındaki rafa yerleştirsin ve diyelim ki 1.5 metre yükseklikte olsun. ardından da kabinin sağ tarafına geçerek, kabin duvarına yine 1.5 metre yükseklikte kırmızı bir çizgi çizsin. bu düzeneğin kurulmasının ardından açtığı lazer ışını kabini yatay olarak kesecektir. peki, ama lazer, sağ duvardaki kırmızı çizgiye neresinden çarpar?
    lazer ışınının yatay olarak çalıştığını düşünürsek tam da kırmızı çizginin üzerine vurması gerekir ama öyle olmaz!
    ışık kabin içinde uçuştayken, uzay mekiğinin zemini de sürekli olarak roket motorlarıyla itilmektedir. bu nedenden ötürü, zemin ışıkla bir araya gelmek için yukarı doğru sürekli bir hareket içinde olacaktır. ışık kabinin sağ duvarına yaklaştıkça, zemin de ışığa yaklaşır. ya da astronotun bakış açısıyla ışık zemine yaklaşır. dolayısıyla lazer ışığının çarptığı nokta kırmızı çizginin altında kalır. astronot, ışık huzmesinin kabini geçerken aşağı doğru düzgün bir eğri çizdiğini görür.
    ışığın her zaman iki nokta arasındaki en kısa rotayı izlediğini biliyoruz. düz bir şey üzerindeki en kısa rota düz bir çizgiyken, eğik bir yüzeyde ise bir eğridir. peki o zaman, mekik kabininin içinde süzülen ışık huzmesinin rotasının eğik olması gerçeğinden nasıl bir sonuç çıkarmalıyız? bundan çıkarabileceğimiz tek sonuç; kabin içindeki uzayın bir şekilde eğik olduğudur.
    bunun, mekiğin ivmelenmesi nedeniyle oluşan bir hayal olduğunu öne sürebilirsiniz. öte yandan unutmamamız gereken nokta, önemli olanın astronotun ivmelenen bir mekiğin içinde bulunduğunu kesinlikle bilmiyor oluşudur. yalnızca dünya üzerindeki bir odada yerçekiminden etkileniyor da olabilirdi. bunu anlamasının imkânı yok. ivme ve kütle çekimi ayırt edilemez. bu durum eşdeğerlik ilkesidir. lazer ışınıyla gerçekleştirilen deneyin aslında ortaya koyduğu (ve bu durum eşdeğerlik ilkesinin inanılmaz gücünü gösterir), ışığın kütle çekimi etkisinde eğik bir rota izlediğidir. ya da bir başka şekilde söyleyelim: kütle çekimi ışığın yolunu eğer. kütle çekimi ışığı eğer çünkü uzay, kütle çekiminin mevcudiyetinde, bir şekilde eğiktir. kütle çekiminin olduğu şey aslında budur; eğik bir uzay!

    eğri olan uzay ile tam olarak neyi kastediyorum?
    dünya’nın yüzeyi gibi bir eğikliği aklımızda canlandırmamız daha kolay. bunun nedeni, dünya yüzeyinin yalnızca iki yöne ya da boyuta sahip olmasıdır. kuzey-güney, doğu-batı gibi… uzay’ın durumu ise bundan biraz daha karmaşık. üç uzay boyutuna ( kuzey-güney , doğu-batı , aşağı-yukarı ) ilaveten bir de zaman boyutu (geçmiş-gelecek) söz konusudur .ancak einstein’ın gösterdiği gibi uzay ve zaman aslında aynı şeyin farklı yüzleri olduğunda , dört ”uzay-zaman” boyutu olduğunu düşünebiliriz.
    üç boyutlu cisimlerin dünyasında yaşadığımızdan ötürü dört boyutlu uzay-zamanı hayal etmemiz mümkün değil. bu yüzden dört boyutlu uzay-zamandaki bir eğriliği hayal etmemiz iki kat daha zor. ancak kütle çekimi budur; dört boyutlu uzay-zamanın bükülmesi. neyse ki bunun ne anlama geldiği konusunda biraz fikir yürütebiliriz.
    gergin bir trambolinin iki boyutlu yüzeyinde yaşayan bir karınca ırkı düşünelim. karıncalar yalnızca yüzeyde olanı görebilir; trambolinin aşağısındaki ya da yukarısındaki uzaya, yani 3. boyuta dair hiç bir fikirleri olamaz. mesela ben 3.boyuttan çıkıp gelip trambolin üzerine bir gülle koydum diyelim. karıncalar eninde sonunda, gülleye yaklaştıkları zamanlarda yollarının esrarengiz bir şekilde gülleye doğru eğim kazandığını keşfedecek ve bunu, güllenin üzerlerinde bir çekim gücü uyguladığı seklinde açıklayacaklardır. hatta belki de onlar da buna kütle çekimi der…
    ancak olan bitene 3.boyuttaki tanrısal noktamızdan baktığımızda, karıncaların yanıldığı açık bir şekilde görünecektir. onları gülleye çeken herhangi bir kuvvet yoktur. yaşadıkları durum, güllenin trambolin üzerinde vadi benzeri bir çöküntüye neden olmasından başka bir şey değildir ve yollarının gülleye doğru eğim kazanması bundandır. trampolin örneği üzerinden devam edersek, einstein’ın büyük buluşu, trambolin üzerindeki karıncalardan pek de farklı bir durumda olmadığımızı fark etmesiydi.

    uzayda yol almakta olan dünya’nın rotası sürekli olarak güneş’e doğru bir meyil yapar ve gezegenimiz neredeyse dairesel bir yörünge izler. biz normalde tabii ki doğal olarak güneş ‘in dünya’nın üzerinde bir çekim gücü uyguladığını düşünürüz ve buna kütle çekim kuvveti deriz. ve fakat tıpkı karıncalar gibi yanılmış oluruz! eğer olaylara 4.boyutun tanrısal perspektifinden bakabilseydik (ki bu durum karıncaların 3.boyuttan cisimleri görmesi kadar imkânsızdır) bu kuvvetin olmadığını görürdük. aslında olan güneş’in 4 boyutlu uzay-zaman içerisinde vadi benzeri bir çöküntü oluşturduğudur; dünya’nın güneşin etrafında neredeyse dairesel bir yörünge izlemesinin sebebi de bükülmüş uzay içerisinde bunun en kısa rota oluşudur. yani kütle çekim kuvveti diye bir şey yoktur. dünya uzay-zaman içerisinde mümkün olan en kısa düz çizgiyi izlemektedir. güneşin yakınlarında bu çizgi neredeyse dairesel bir hal alır. uzay-zaman dâhilinde mümkün olan en düz rotayı izleyen cisimler serbest düşüş içinde olduklarından, kütle çekimini hissetmezler. dünya da güneşin etrafında serbest düşüş halindedir. dolayısıyla gezegenimizde güneş’in çekim kuvvetini hissetmeyiz. aynı şekilde uluslararası uzay istasyonlarındaki astronotlar da dünyanın etrafında serbest düşüş halindedirler. dolayısıyla onlar da dünyanın çekim gücünü hissetmezler.
    kütle çekimi yalnızca bir cismin doğal hareketi engellendiğinde ortaya çıkar. bizim doğal hareketimiz dünyanın merkezine doğru bir serbest düşüştür. ancak zemin bizi engeller ve vücudumuzun üzerinde hissettiğimiz şey zeminin kuvvetidir. haliyle bunu kütle çekimi olarak yorumlarız. tıpkı araç virajı alırken, düz bir çizgi üzerindeki doğal hareketimizi izlemekten bizi alıkoyduğunda hissettiğimiz şeyin merkezkaç kuvveti olması gibi, kütle çekim kuvveti de, çevremizdeki unsurlar bir jeodezik boyunca doğal hareketimizi izlememizi engellediğinden hissettiğimiz şeydir.
  • avurpa'da her köşe başında bir dönerci olmasının sebebi londra merkezli turkish meal work trust.

    bunların bir internet sitesi bile yok, tıpkı dünyanın en büyük yatırım fonu berkshıre hathaway den bile ekstrem zira bunların en azından bir sitesi var: http://www.berkshirehathaway.com/

    turkish meal work trust'a ingiltere konsolosluğu üzerinden veya doğrudan londra'ya giderek başvuruyorsunuz.

    iyi bir dönerci olacağınıza ikna olurlarsa size vize, çalışma izni her şeyi ayarlıyorlar, dükkanınızın kurulumunu da yapıyorlar ve siz gidip avrupa'da 10-20 sene dönercilik yapıyorsunuz. bu sürenin sonunda yatırımı fazlasıyla geri vermiş olacağınız için dükkan size aktarılıyor.

    işte paristen berline her köşede bir türk dönerci olmasının ardındaki sır bu.
  • sözcüklerin anlam değişmesine uğramasının zihniyetleri tümden değiştirme kapasitesine sahip olması.

    "savaş barıştır; özgürlük tutsaklıktır; bilgisizlik güçtür."
    1984'ü okumuş her aydın kişinin zihninde bir kara leke gibi, susmak bilmeyen arsız bir velet gibi, karanlıktaki bir çift tehditkar göz gibi yer etmiştir bu rahatsız edici sözler. gün ışığı gibi aşikar bir gerçeği bize göstermek için yazılmıştır george orwell tarafından, laf olsun diye yazılmamıştır yani.

    politikacıların işinin büyük kısmı konuşmaktır bildiğiniz üzere. konuşmaktan vakit bulabilirlerse bir kaç icraatleri de olmuyor değil. popülist politikacılar çok konuşur, az iş yapar. haliyle bu dallamaların en büyük silahlarının çene, mermilerinin de sözcükler olduğu çıkarımını yapmak zor değil. ve dostlar, sadece konuştukları için politikacıları güçsüz zannetmeyin sakın; bilakis amaca yönelik kullanıldığında dünyanın en güçlü silahına sahiptirler.

    1930'lu yıllarda almanya'da hitler yükseldi. çok kurnaz olmasının dışında bir numarası yoktu kendisinin. fikirleri alçak, tavırları hadsiz, eylemleri ahlaksızdı. hiçbir zanaat bilmeyen, empati yoksunu, hırslı ve egosantrik bir domuzdu. normalde böyle bir adamı 5 metre yanınıza bile yaklaştırmazsınız, nasıl konuşulması gerektiğini bilmiyorsa tabi. bu vasıfsız arkadaş milyonlarca insanı peşinden sürüklemiş, dünya savaşı çıkarmış, 45 milyon insanın ölümüne sebep olmuştur çenesi sayesinde. hitabet ve propaganda yeteneği (bkz: demagoji) (bkz: popülist siyaset) böylesine güçlü bir silahtır ve çapsız politikacılar bu silahı kullanmaktan asla geri durmayacaklardır.

    hitler gibi olmak aslında o kadar da zor değildir. birkaç temel taktiği vardır. bunlardan biri nedenselliği ortadan kaldırmaktır. bir konu hakkında, sebeplerden ve sonuçlardan hiç bahsetmeksizin uzun süre konuşabilirseniz karşınızdaki insanı istediğiniz herşeye inandırabilirsiniz. (bu orospu çocukluğunun ta kendisidir yapmayın)

    bir diğer taktik safsatalara başvurmaktır. (bkz: bunlar ateist bunlar terörist) gibi.

    en derin, en güçlü taktikse sözcüklerin anlam yüklerini değiştirmektir bana göre. sözcüklerin anlamları zamanla değişir, bu doğaldır. her dil bir organizma gibi büyür, hareket eder, gelişir, değişir. örneğin embesil kelimesi eskiden zihinsel bir bozukluğu ifade ederken, bugün bir hakaret olarak kullanılmaktadır. embesil kelimesinin anlamı toplum tarafından zaman içinde değiştirilmiştir. bu değiştirme işi her zaman toplumsal bir eylem değildir, sesi gür çıkan bazı kişiler de bilinçli bir şekilde bunu yapmaktadır.

    sözcüklerin neden bu kadar güçlü olduğunu anlamayanlar olabilir. onlara şöyle izah edeceğim; "anne" kelimesinin gerçek anlamı yavruyu doğuran yetişkin bireydir. ama "anne" dediğimizde birden tüm kaslarımız gevşer, içimiz huzur ve sevgi dolar. bunun sebebi anne kelimesinin anlam yüküdür. "baba" kelimesi de keza güçlü bir kelimedir. anlam yükü anne kelimesinin anlam yükünden farklıdır.

    batı'nın büyük sanatçıları (yazarlar, şairler, müzisyenler.. vs) zalim ve ilkel modernizmden bıkmış ve onu yeniden şekillendirmiştir. bazı kelimelerin anlamını öylesine yüklemişlerdir ki bu kelimeler cehaletin götüne adeta ziplenmiş, sonsuza uzanmıştır. suç, ceza, savaş, barış, özgürlük, adalet, sanat, bilim, bağımsızlık.. vs en göze çarpan örneklerdir. justice (adalet) kelimesinin ingilizcenin en güçlü kelimelerinden biri olduğunu okumuştum bir yerlerde.

    bir varsayımda bulunalım; türkçede "hoşgörü" kelimesi tedavülden kalkmış olsun, veya anlam yükü değişmiş. türk toplumunun hoşgörü tavrını tamamen unutması ne kadar uzun sürebilir? muhtemelen çok uzun değil. çünkü insanlar kelimelerle düşünürler. temple grandin diye bir kadın var. kendisi otizmli ve tüm dünya tarafından tanınıyor. kelime şakalarını anlayamıyor, çünkü görüntülerle düşünüyor, bizim gibi kelimelerle değil. örneğin kadına "araba ineğe çarptı." diyorsun, onun aklına bir araba görüntüsü, bir inek görüntüsü ve arabayla inekten alakasız bir çarpma görüntüsü geliyor, bunları birleştirerek zihninde konsepti oluşturuyor. normal insanlar ise kelimelerle düşünüyor, bu yüzden kelimeler güçlü.

    güçlü olan ve anlam yükü değiştirilmiş, veya değiştirilmeye çalışılan birkaç kelime:

    anarşist
    gerçek anlam: otoritenin var olmadığı ve buna ihtiyacın duyulmadığı bir toplum ve ahlak anlayışını benimseyen, anarşizm felsefesine inanan kimse.
    yüklü anlam: sorun çıkaran, yakıp yıkan, halk düşmanı, terörist.

    eylem
    gerçek anlam: 4 yılda bir seçim hakkı verilen toplumun, siyasi alanda daha sözü geçer ve derdi dinlenir olmak için gösterdiği kolektif irade.
    yüklü anlam: devlet ve halk düşmanlığı.

    laiklik
    gerçek anlam: devlet yönetiminde, temeli ayrımcılık ve şiddete dayanan (veya dayandırılan, adını siz koyun) dinin bir enstrüman olarak kullanılmasına karşı çıkan, tüm dini inançlara eşit derecede saygı ve mesafe gösterilmesini gerekli kılan ilke.
    yüklü anlam: islamiyet düşmanlığı, islamiyetin tam tersi.

    barış
    gerçek anlam: farklı düşüncelere, inançlara, yaşam tarzlarına saygı duyulduğu, bireylerin veya toplumların yaşam sahalarına müdahale edilmediği, çatışmanın olmadığı hal.
    yüklü anlam: terörizmin kamuflajı.

    terörist
    gerçek anlam: toplumun huzurunu kaçıran, ölümlere sebep olan ve korku saçan, halk düşmanı silahlı örgüt üyesi. (örneğin pkk militanları)
    yüklü anlam: iktidara muhalefet eden herkes, öteki.

    komplo teorisi
    gerçek anlam: sansasyonel olayların gerçek yüzleri hakkında ortaya atılan görüş, iddia.
    yüklü anlam: gerçeklik payı olmayan saçmalık, safsata.

    devlet
    gerçek anlam: toplumsal düzeni sağlamakla yükümlü, temel amacı topluma hizmet etmek ve toplumun çıkarlarını gözetmek olan, diplomasi ehli görevliler tarafından yönetilen organizasyon.
    yüklü anlam: tüm toplumu içine alan ve kutsal bir amaç uğruna savaşım veren hiyerarşik düzen.

    milli irade
    gerçek anlam: toplumu ilgilendiren konularda toplumun gösterdiği duruş.(gezi direnişi ve artvin cerattepe direnişi en güzel örnekleridir.)
    yüklü anlam: seçimler yoluyla göreve atanan iktidarın yaptığı herşey.

    darbe
    gerçek anlam: askeriye tarafından devlete el konulması.
    yüklü anlam: hükümete karşı her türlü eylem, fikir birliği. (siz onu devrimle karıştırıyorsunuz sinyor)

    muhalif
    gerçek anlam: iktidarı eleştiren kimse.
    yüklü anlam: iktidar düşmanı kimse.

    marjinal
    gerçek anlam: sıradışı ve özgün.
    yüklü anlam: toplumu ve yönetimi ilgilendirmeyen, söz sahibi olmayan.
    (bkz: bunlar birtakım marjinal gruplardır)

    not: girizgah içerikten uzun oldu kusura kalmayın artık, gerekliydi.
  • atakama çölünde penguenlerin yaşaması. bu hayvanlar humboldt akıntısına takılıp güney kutbundan şili kıyılarına gelmişler. bir diğer adı da humboldt penguenleri zaten. [http://channel.nationalgeographic.com/…rt-penguins/ http://channel.nationalgeographic.com/…rt-penguins/]
  • (bkz: #59315735)
  • esasen oğlak değil terazi burcu olmam..

    vakt-i zamanında nüfusa 01.01.senebilmemkaç olarak kaydedilip bunu hiç sorgulamamak , 1 ocakta doğum günü kutlamak , gazetelerin burçlar bölümünde oğlak burcunu okumak , evde oğlak burcu temalı yastık , kupa gibi bilimum hediyelerin olması gibi saçmaklıklar ile yuvarlanıp giderken 25 yaşında anneye ''ben 1 ocakta mı doğdum hakkat?'' diye sorulup aniden aydınlanma yaşamak.

    30 yaştan sonra da burçlara , dinlere ve dahi insanlara da inanmayı bırakarak ufkumu 2 değil , 102 katına çıkarmıştır bu durum..
  • hz isa doğmadan önce fred çakmaktaş ailesi ve arkadaşları tarafından kutlanan noel günüdür.
  • günümüz teknolojilerinden bazılarının sanıldığından çok daha eski bir geçmişi olması.
    misal:
    mobil telefon aha kaynak
    ilk gerçek manada mobil telefon görüşmesi 1946 yılında gerçekleşmiştir. hatta bell lab isimli firma abd'de yaklaşık 100 kentte bu hizmeti veriyordu(tabi oldukça pahalı- arama bugün parasıyla aylık 150 papel- oha lan). ama ona aslında mobil özelliğini katan şey 40 kgya yakın ağırlığı nedeniyle araçlarda yer alması.
    hatta bir başka farklı örneği 1922 den. konuşmak için şemsiyeye ihtiyaç var. tam olarak bir mobil telefon değil, kristal bir radyo üzerinden mesaj yollanabiliyor ve anten olarak şemsiye evete evet koca sıradan bir şemsiye gerekiyor. 1922 diyoruz bak. aha kaynak
    aha başka kaynak

    diğer teknoloji de 3d filmler. en erkeni ne zamandır dersiniz? 90lar? 70ler?
    cevap 20ler desem?
    hatta 1950lerde oldukça popüler bir sinema türü olmuş ama ilk 3d film denecek film, "power of love" isimli 1922 yılında gişelerde 3d gözlüklerle gösterime girmiş. hatta 1936 yılında audioscopiks isimli 3d film ödül dahi almış. yuh lan!aha
    aha

    peki 3d den açılmışken konu, 3d yazıcılar?
    ilki 1981 yılına ait. bir japon firması yapıyor ilk prototipi. üstelik çalışma mantıkları yaklaşık aynı. aha

    günümüzün popüler olmaya başlayan icadı elektrikli otomobillerin tarihi kaç yüzyıldır? yıl demedim dikkat ederseniz, kaç yüzyıl?
    yaklaşık 2 yüzyıl desem "hade len!" dersin.
    ilk elektrikli otomobil çalışmaları 1800lerin başlarında başlar. 19. yy ortalarına gelindiğinde fransa ve ingiltere'de ilk pratik elektrikli otomobil üretilir. 1890 da ise abd ye dahi gelecektir bu teknoloji. 6 yolcu kapasiteli bu otomobil saatte 23 km hız yapabilmekteydi. sonraki 10 yıl boyunca elektrikli otomobiller petrol yakıtlı araçlardan 10 kat fazla satılmaya başlanmıştı çünkü kullanımı daha pratik ve kolaydı(başlangıç için manivelaya gerek yoktu ve araç kontrolü daha iyiydi).
    bütün bunlara rağmen ham petrol yataklarının(özellikle texas) bulunması ile petrol ucuz ve kolay bulunur hale geldi. son darbeyi ise henry ford vurdu ve benzinli araçların elektrikli araçlara nazaran yarı yarıya ucuz olmasını sağladı. böylece elektrikli otomobiller tarihe karıştılar, ta ki günümüze kadar. aha kaynak

    kablosuz telefonu herkes biliyordur ama yine de bahsedelim. 1880 yılında charles sumner tainter isimli mucit, ışık bazlı telefon icat etti (günümüz fiberoptik haberleşmenin atası desek yeridir). güneş ışığını bir merkezde aynalarla toplayan eleman, bir transmitter kullanarak konuşmacının ağız hareketleriyle titreyen bir mekanizma geliştirdi. karşıda ise bu titreşimleri sese çeviren bir transmitter ile al sana konuşma. aha kaynak

    son olarak plastik cerrahi geçmişine bakalım.
    bilinen en eski plastik cerrahi operasyon biraz yakın zamana ait, 3000 yıl öncesine. 2. ramses öldüğünde onu diğer tarafta karşılayacak firavunlar onu tanıyabilsin diye cesedinde plastik cerrahi yapılmış. burnuna bir parça kemik eklenmiş. kraliçe nunjmet ise beline ve yanaklarına dolgular eklendiği tespit edilmiş(estetik kaygısı) ki bu günümüz estetik operasyonlarla aynı mantıkta. hatta bazı belgeler bu operasyonların sadece ölüler üzerinde olmadığını yaşayanlar üzerinde de denenmiş olabileceğini gösteriyor ancak kesin kanıt henüz yok.
    m.ö. 6 yy civarında hindistan'da hasar görmüş burun ve kulaklara enseden kesilen deri parçaları dikerek plastik cerrahi operasyon yapıldığı biliniyor.

    antik roma'da ise sırt bölgesindeki yara izlerinin yok edilmesi için plastik cerrahi operasyonlar yapılıyordu. çünkü sırttaki iz, o kişinin bir zamanlar köle olduğunu(kırbaç yemiş köle) ya da savaş meydanında arkasını dönüp kaçan ve yaralanan birisi olduğunu gösterir imiş. bu izlerin kaldırılması işinin yapıldığı belli ama nasıl yapıldığı hala net değil. ayrıca yine antik roma'da hamamlarda cıbıldak olunduğundan cinsel organlardaki herhangi bir kusur çok ayıp karşılanırmış ve bu kusurlar operasyonla giderilir imiş.
    kadınlarda ise ağır küpeler taşımaktan eğik bükük olan kulaklar düzeltilirmiş.
    aha kaynak
hesabın var mı? giriş yap