• tam adı "poetik ve politik: bir kültürel çalışmalar ansiklopedisi" olan, besim f. dellaloğlu kitabı.

    şu sıralar keyifle devam ediyorum. sayısız çay, kahve ve sigarama eşlik ediyor. burada başlığı olmamasına şaşırdım. gerçi ekşinin yeni hali düşünülünce çok da şaşırmamak lazım. işimiz gücümüz futbol ve sex oldu.
  • ekşi sözlükte hiç ilgi görmemesine rağmen türkiye’de benim beklediğimin üstünde ilgi gördüğünü düşündüğüm kitap. aslında çok daha fazla ilgi görmeli. türkiye gibi modernleşme toplumlarında ‘kültür ithalatı’ neticesinde ortaya çıkan kavram kargaşasına net ve açıklayıcı cevaplar sunuyor. üstüne kültürel çalışmalar alanında türkiye için manifesto niteliği taşıyor. kitaptaki aydın/entelektüel ayrımı, gelenek’in gerekliliği-gereksizliği, batı’nın özgünlüğünün saklı olduğu matbaa-rönesans-hümanizma gibi kavramların ele alınması ve de türkiye ‘toplumu’ üzerine olan yorumlar ufuk açıcı nitelik taşıyor.

    besim dellaloğlu’nun kitabı üzerine konuştu 1.30 saatlik yayın için linki de bırakıyorum: https://youtu.be/sfvyn6gfk5c
  • (bkz: #116889648)
  • besim dellaloğlu’nun belirlediği konular, kavramlar, meseleler hakkında ezber bozduğu kitabı.

    o konularda yazılmış birçok fikri harmanlamakla kalmaz aynı zamanda yeni bir düşüce / bakış açısı oraya koyar. bence kitabın en önemli özelliği bu, çünkü birçok akademisyenimiz ele aldığı konu hakkında o güne değin yazılan-çizilen tüm bilgileri çok güzel derlerken yeni bir fikir ortaya koyma noktasında herhangi bir cesaret göstermemektedir. bu da yine kitaptaki bir ayrımdan hareketle (akademisyen-entelektüel-aydın) besim dellaloğlu’nun entelektüel olduğunun işareti aslında.

    edit: imlâ
  • benim de yeni okumaya başladığım kitap.başlıktaki poetik kelimesinin anlamına baktım.siirle ilgili olan deniyor.ancak anladığım kadarıyla daha geniş bir anlamı var poetik kelimesinin.bilen arkadaşlar yazarsa sevinirim.
  • aynı zamanda edgar şar'ın harika sorularıyla besim dellaloğlu'nu bir güzel açtığı ve bu etkileşimden ufuk açıcı yorumlar dinlediğimiz, bu hafta üçüncü bölümü yayımlanan medyascope programının da adıdır.
    kayıtlı bölümlere şuradan erişilebilir
  • besim dellaloğlu’nun tüm üniversitelerde okutulması gereken kitabı. sayısal, sözel fark etmez.
    .

    kitabın özeti ve bazı savları

    başlığından kitabın içeriği pek anlaşılamayabilirse de kitap; -hepsinin üzerinde kültür kavramı olmak üzere- medeniyet, rönesans, reformasyon, kanon, halk, ulus, kamusal alan, gelenek, kültür savaşları, medrese, üniversite gibi otuza yakın başlık üzerinden söz konusu kavramları açıklamakta ve bunları, özellikle türk modernleşmesi üzerinden yoklamakta. batı’dakine benzer bir durumun, türkiye’de neden gerçekleşemediği üzerine fikirler ileri sürmekte.

    yazar, bu emek yoğun çalışmasının sebebini, türkiye’de bu kavramların çok keyfi kullanılması ve ideolojik mahallelerimizde bu kavramların iyice yerelleşmesi olarak belirtmekte. ona göre her bir kavramda/alanda bizden önce oluşmuş literatürü ve önemli isimleri bilmeden ya da onları yok sayarak literatüre katkı yapamayız, aynı dili konuşamayız. beşeri çalışmalarda söz söyleyeceklerin ya da söyleyenlerin, hiç olmazsa ne hakkında konuştuklarını ve temel nosyonu bilmelerini; en azından anakronizm tuzağına düşmemelerini istemekte.

    dellaloğlu, söz konusu önemli isimleri ve eserlerini -bilinçli bir şekilde- doğrudan metin içerisinde de zikrederek açıklıyor. eserin kaynakçası ise konu üzerine okumalarını ilerletmek isteyenler için oldukça yararlı bir kılavuz görevi görmekte.

    kitabın alt başlığı, “bir kültürel çalışmalar ansiklopedisi”
    türkiye’de kanonik bir yapının bulunmayışının, her kuşağın amerika’yı tekrar keşfetmesine hatta aynı kuşakların farklı farklı amerika keşfetmelerine sebep olduğunu belirtiyor, dellaloğlu. o sebeple en azından kavramlar üzerinden aynı şeyi konuşabilelim/düşünebilelim diye temel kavramları açıklamış. kitap bu anlamda bir ansiklopedi, evet.

    bununla birlikte; birçok yerde ansiklopedik biçimi aşarak, bazı kuramlar ileri sürmekte/dillendirmekte ve bunları tartışmaya açmakta. bazı örnekler:

    iii avrupa medeniyetinin derininde poetik yatmaktadır, politika değil. poetik’ten kasıt -sadece- şiirsel, şiire özgü değil; tüm yazıya, kültüre özgü olandır.

    “poetik olan politik olanı öncelemiştir.” s. 55 modernleşme poetik ile kültür ile olur politikayla değil.
    “modernlik öncelikle kültürel bir süreçtir, siyasal değil.” s. 28
    “türkiye’nin en önemli meseleleri kültüreldir. sosyolojiyi de siyaseti de haletiruhiyeyi de demokrasiyi de kültür üzerinden kültür ile birlikte çalışmak, kültür ile ele almak gerekiyor.” özet s. 384

    iii türkiye’de antropolojik kültür ile müfredat ve maarif arasındaki mesafe oldukça fazladır. gerilimlerin sebebi de budur.

    “kültürü de üçe ayırıyorum [kültürel çalışmalar fikrinin kurucusu raymond williams’tan esinlenerek]
    1. antropolojik kültür: içine doğduğumuz kültür.
    2. müfredat: özellikle rönesans’tan beri avrupa’da oluşan kültürel kamusal alan sayesinde muhatap olduğumuz bütün kitaplar, romanlar, tiyatro oyunları, operalar, sergilerdir.
    3. maarif: özellikle ulus-devlet’in inşa sürecinde gelişen zorunlu ulusal eğitim yani modern mekteptir.” özet s. 30-31

    “avrupa tecrübesinde, müfredat, maariften önce oluşmuştur. batı’da müfredat, ulus-devletten öncedir. rönesans’tan beri oluşan kültürel kamusal alan müfredatın oluştuğu yerdir. dolayısıyla avrupa, ulus-devletleri yurttaş prototiplerini işte bu kamusal alandan devşirmiş ve zorunlu eğitimle toplumsallaştırmışlardır.
    ancak türkiye gibi modernleşme toplumlarında ise maarif gündeme geldiğinde kurumsallaşmış bir müfredat hâlihazırda mevcut değildir. kamusallaşmış bir müfredatın eksikliği ise maarif ile antropolojik kültür arasındaki sürekliliğin yeterince sağlanamamasına neden olmuştur. evet, türkiye’de maarif ile antropolojik kültür arasındaki mesafe o kadar fazladır ki bugün türkiye’de yaşanan kültür savaşlarının gerilim ekseni tam da buraya konumlanmaktadır. islamcılar, yerliciler, muhafazakârlar ısrarla antropolojik kültür’ü savunurken; laikler, sekülerler, solcular maarif’i savunmaktadır. “ özet s. 311-312

    iii kültürel iktidar diye bir şey yoktur. “türkiye’de siyasal iktidar sağdadır, kültürel iktidar soldadır” inancı bir yanılsamadır.

    “türkiye’de kültürel iktidar tartışması çok yanlış zeminde gerçekleşmektedir. şöyle bir ortak kabul söz konusudur: siyasal iktidar sağdadır, kültürel iktidar soldadır. bu bütünüyle yanlış bir önermedir. öncelikle kültürel iktidar yoktur. kültürel hegemonya vardır ve sanıldığı gibi solda değil, sağdadır. türkiye, toplumunun ağırlıklı olarak antropolojik kültür boyutunda yaşadığı bir yerdir. müfredat ve maarif, antropolojik kültürü dönüştürmekte yetersiz kalmaktadır. sağcı islamcı okuryazarlık antropolojik kültür içinde kalarak halkla daha kolay konuşabilmektedirler.” özet s. 324

    iii toplum merkezli bilim yerine kültür merkezli çalışmalara yoğunlaşılmalıdır.

    “çok kabaca söylemek gerekirse, ben türkiye’nin toplumsal/kültürel yapısının klasik deyimle “cemiyet” özelliklerinden çok “cemaat” özellikleri gösterdiğini ve bu nedenle de “toplum” merkezli bir bilim yerine “kültür” merkezli bir bilimin daha kullanışlı olabileceğini düşünüyorum artık. (…) geniş anlamda sosyolojiden kültürel çalışmalara doğru hareket etmemin sebebi de budur.” s. 369

    incelediği kavramların yanında yukarıda birkaçını özetlediğim tespitlerinin ve diğerlerinin detayları için okunması gereken bir kitap. çevremdeki okurların hepsine önerdim.

    kitaptaki bazı fikir ve tespitler üzerine düşüncelerimi aşağıda paylaşıyorum.

    .

    kitaptan bazı notlar ve düşüncelerim

    1. klasik, kanon, dil, kutsal kitap, devrim

    “shakespeare okumayana ingiliz denilebilir mi? ama bizde nazım hikmet’i okumayana türk denebiliyor.” s. 72

    “türkiye’de tanpınar’ın dediği gibi ‘kuşaklar boyunca birlikte okuduğumuz beş kitap yok’tur. yani klasik yok, kanon yok! türkiye’nin avrupa ile [bu anlamda] mesafesi müteferrika ile gutenberg arasındaki mesafe midir diye düşünmeden edemiyor insan.” s. 61

    bir birey olarak insanı, dünyaya atılmışlık hissinden uzaklaştıracak, özellikle modernleşme sürecinde yaşayacağı kimlik geriliminden koruyabilecek en mühim şeylerin başında klasikler gelir. fakat türklerin bu anlamda klasikleri ne yazık ki yoktur. ve işte belki biraz da bu sebeple bugünkü kutuplaşma, kültürel parçalanış fezaya çıkmıştır.

    yazar, bu durum hakkında yani türkçe edebiyatta, ingiliz veya fransız edebiyatına göre bir kanonlaşma olmaması hakkında: “türkçe [edebiyatın] en büyük farkı, hiçbir okurun, 1928’deki harf devrimi’nden önce yayınlanan edebiyat metinlerini özel bir eğitim almadan okuyamaz olmasıdır.” s. 95 demektedir.

    tespit zahiren doğru ama kanonlaşamama için yeterli bir cevap değil. harf devrimi ile ilgili şurada bazı şeyleri tartışmaya çalışmıştım. ((bkz: #119944655) (bkz: #119945649)) burada söyleyeceğim yeni pek bir şey yok. ama kanonlaşma ile ilgili hususa geçmeden evvel bir şeyi yine de tekrar etmek isterim. akşamdan sabaha olması ve bunun sebep olduğu yaraların sarılmaması; tanzimat ve meşrutiyet sonrası eserlerden, fikirlerden ve hepsinden önemlisi cumhuriyete, hatta devrimlere giden yolu haber veren -dellaloğlu’nun da kitapta ifade ettiği- denenmişliklerden bihaber bir nesli cumhuriyete doğan ilk nesil yapmıştır. bu yaralar sarılabilirdi.

    kanon konusuna gelirsek: hiçbir şekilde harf devrimi yapılmasaydı bile -shakespeare ve kadimliği ile karşılaştırma babında- gramerinin bir kısmı dışında edebiyatı farsça yoğun, bilim/düşünce/felsefe/din dili ise arapça yoğun olan klasik osmanlı yazını, türkiye cumhuriyetinin kanonu olamazdı. çünkü çoğunluğu arapça yazılan eserler bir tarafa, türkçe dilbilgisinde yazılanlarının pek çoğunda dahi türkçe fiiller ve bazı türkçe ekler dışında türkçe ile pek muhatap olunamıyordu. mesela şu sıralar tekrar okuduğum ekmeleddin ihsanoğlu’nun ve aykut kazancıgil’in iddia ettiklerinin aksine osmanlı zamanında türkçe bilim dili olamamıştır. (son 50-60 yılında az bir biçimde) keza edebiyat dili de. halk edebiyatı diye parmak kaldırılabilir. o da yazarın kullandığı anlamda müfredat olamamıştır. olabilir miydi de bilmiyorum.

    cumhuriyet döneminde, daha sonra gerçekleştirilecek olan dil devrimi ise kanonlaşamama ile ilgili yukarıda bahsettiğim asıl büyük problemi düzeltemedi. (aslında böyle bir gayesi de yoktu hani!)

    özetle kanonlarımızın olmamasında; hem özgün metinlerin türkçe olmayan dili hem de cumhuriyet dönemi dil devrimlerinin yöntemi etkili olmuştur.

    ***

    edebiyat bir tarafa, dellaloğlu bu konuya oldukça çarpıcı başka bir açıdan da yaklaşmakta. (dedim ya; eserin alt başlığı ansiklopedi olsa da ondan çok fazlası.)

    “türkiye’de kuran-ı kerim bile hala kanon değildir” s. 96

    kanon bağlamı içerisinde ne kadar da doğru bir tespit!

    “bunun inanıp inanmamakla hiçbir ilişkisi yoktur. bir kutsal kitabın kanon olabilmesi için çok yaygın olarak okunması gerekir. (…) inandığı kutsal kitabı okumamak, okuyamamak nasıl bir şeydir? neye inanıyorsun sen o zaman? (…) kuran-ı kerim’i türkçe mealinden okumak bir laiklik/sekülerlik işareti olarak algılanıyor da ondan” s. 96

    şurası kesin ki inandığı dinin kitabını dahi -tabi ki anladığı dilde- okumayan/okuyamayan bir topluma, ondan önce başka şeyleri okutmaya çalışmak beyhudedir. (“efendim, kuran arapça inmiştir, arapça öğrensinler”cileri, uyarıları için teşekkür edip ekranın başından alayım lütfen. arapçadan en az üç gömlek daha kolay olan ingilizceyi, hadi ingilizceyi de geçtim türkçeyi bile öğrenemedik ki daha. (link, neyse.)

    ben burada yazarın tespiti üzerinden başka bir şey söylemek istiyorum. işin doğası gereği arap kültürü ile yoğrulmuş olan islam şeriatının ufku üzere şekillenmiş bir milletten, modern bir ulus ortaya çıkarabilmek için ve orada kanon vb. kavramların bir karşılığının olabilmesi için; cumhuriyetin kurucu figürlerinin önceliklerinden biri ana dilde kutsal kitabın yaygınlaştırılması olmalıydı. yunan klasiklerinin değil! öncelik hatası yapılmıştır.

    neden mi öncelikle türkçe ve kürtçe kuran yaygınlaştırılmalıydı? şundan:

    “bir hristiyan müminin, incil’i anadilinde okuyabilmek için okuma yazma öğrenmesi, onun aynı zamanda farklı kitapları da okuyabilmesinin yolunu açıyordu.” s. 152

    görmüyor musunuz insanların, yaşlı teyzelerin, anlamadan yüzünden okumak için dahi olsa elifba’yı öğrenme azimlerini. var mı çevremizde 50’li yaşlarında buluşup kuran okuması değil de -atıyorum- fransız edebiyatı okuması, sokrat öncesi felsefe okuması yapanlar? işte bu azmin anadilde okumaya yönlendirilmesi gerekirdi. anadilinde okuyunca, atatürk’ün dediği iddia edilen “okusunlar da muhammed’in neler saçmaladığını görsünler” diye ve hemen dinin saçmalığını anlasınlar falan diye de değil. “okusunlar” diye. mevzu, milletin inandığı din değildir, olmamalıdır. onunla, hele hele ritüeller üzerinden kavga ederek hiçbir yere varılamaz. kavga edildiğiyle kalınır. mesele okumak, okuma eylemi olmalıdır.

    bu eylem ile ilgili dellaloğlu, hümanizm başlığı altında, matbaanın öneminden bahsederken şu mühim noktaya değiniyor: “burada en önemli nokta, bir düşünceyi başka bir insandan duymak yerine metinden okuma durumudur. (…) okuyucu, yüz yüze ikna yeteneği yüksek bir konuşmacının etkisi altında kalmak yerine, farklı metinlerde sunulan argümanları birbirleriyle karşılaştırabilir hale gelmiştir.” s. 123

    mesele daha derinde yani. sürekli dinleyerek “bilgilenen” insan, bir yerden sonra bilgiden ziyade retoriğe meyleder. çünkü okurken metinden kopulduğunda geri dönüp baştan alınabilir. ancak dinlerken kopulmuşsa bu pek -hatta hiç- mümkün olmaz. bu durumda, kendisini dinlettirmek isteyen insanların/vaizlerin ehemmiyet gösterecekleri şey, verecekleri bilgilerden ziyade bunları nasıl sunacakları yani retorik olacaktır. bu da zamanla en doğru konuşanın yerini en etkili konuşanın almasına evrilir. yani dinleyeni pek de yormayacak bilgilerin yanında bol bol hikâyeler, demagojiler vb.

    “yazımda da buna meyil edilecektir” denebilir. evet öyle. fakat okumak, dinlemeye göre daha fazla konsantrasyon gerektiren, başladığında diğer meşguliyetleri durduran bir eylem. bir mühim nokta daha var: okur, okurken alışık olmadığı bir bilgi/fikir ile karşılaştığında, durup bunun üzerine düşünür ve belki bu bilgiyi kabul etmez, not düşer, altını çizer. dinleme eyleminde ise anlatıcı, muhatapların yüz ifadelerinden, beden dillerinden kendisine katılmadıklarını hissettiği an konuyu yumuşatma, iddiasını başka bir perdeden dile getirme hatta geçiştirme seçeneğine sahiptir. bu da onu muhatapları karşısında, yazardan çok daha etkin bir konuma getirmektedir. çünkü yazarın böyle bir şansı yoktur.

    kim bilir kuran’ın anadilinde mealinden okunmasına karşı çıkan “grupların” birçoğunun, dillerinin altındaki bakla bu olsa gerek. okuyan cemiyet yerine dinleyen cemaat.

    cumhuriyetin kurucu figürleri; fransa’da 1789’dan sonra farklı “cephe”lerde devam eden hristiyansızlaştırma (déchristianisation) hareketinden ve üçüncü cumhuriyet döneminde, 1905’te kabul edilen yasayla kilise ile devlet’i ayıran daha doğrusu devlet’i kiliseden bağımsız kılan reformlardan oldukça etkilenmiş olmalıdır. benzer reformların devrimlerle ülkemizde de gerçekleşebileceğine inanmışlardı. bir nebze başarılı da olmuştur, evet. fakat son tahlilde durum ortadadır.

    2. devam ederken değişebilmek, değişirken devam edebilmek.

    “devam ederken değişebilmek, değişirken devam edebilmek” kitabın mottolarından/özdeyişlerinden biri. dellaloğlu, avrupa’dan farklı olarak türkiye’de bunun gerçekleştirilememiş olmasının büyük bir problem olduğunu ve bu durumun şu anki sorunlarımızın sebeplerinden biri olduğunu belirtiyor.

    teorik olarak buna yürekten katılıyorum. hatta yine kitapta değinilen kavramlardan biri olan uzun devrim fikrinin de bu düşünce ile ortak paydaları var.

    fakat dellaloğlu’nun bu konuda pamuk’tan yaptığı alıntı pek doğru bir teşbih değil:
    “batılılaşma çabası, modernleşme isteğinden çok, yıkılan imparatorluktan kalan keder verici, acıklı hatıralarla yüklü eşyalardan kurtulma telaşı gibi gelmiştir bana: tıpkı birden ölüveren güzel bir sevgilinin yıkıcı anısından kurtulmak için elbiselerinin, takılarının, eşya ve fotoğraflarının telaşla atılması gibi.” s. 295 pamuk, istanbul: hatıralar ve şehir, s. 36’dan

    pamuk’un teşbihindeki “birden ölüverme” gibi bir durum olsaydı benzetmesi doğru olabilirdi fakat öyle olmadı. (“güzel bir sevgili” benzetmesi de burnu yakacak kadar romantizm kokuyor. neyse!) bu benzetme, osmanlı’dan daha çok -mesela- japonya’nın durumu için geçerli olabilir. şöyle ki; 19. yüzyılın ortalarında amerikan savaş gemilerine ve bir deniz amiraline boyun eğmek zorunda kalan japonya’da şok yaşanmıştı. (sevgili birden ölüvermişti) bir şekilde dünya ile irtibatını ana adadan ayrık minik bir ada üzerinden gerçekleştiren, kendi içine kapalı bir uygarlık, birden amerikan savaş filosu karşısında nakavt olmuştu. türkiye’deki algının aksine, 19. yüzyılın ikinci yarısında imparatorları meiji, atatürk’ü bile muhafazakar bırakacak sert bir tutumla çok hızlı reformlara girişmişti. “bizde” ise sevr ile aslında ölüm fermanı yayımlanan osmanlı’da çöküş (ölüm) içselleştirilmişti. ingilizler’in istanbul’u işgali, hiç umulmadık bir anda, her şey güllük gülistanlık iken gerçekleşmemişti. neredeyse iki yüz yıllık bir sürecin sonucuydu bu. yani öyle sevgilinin birden ölüvermesinin kahrı üzere eşyaları atılmamıştı.

    japonya’da şok edici yıkım hemen herkes tarafından kabul edilip imparatorun oldukça sert önlemlerine boyun eğilmişken, bu topraklarda, osmanlı zamanındaki reform denemelerine karşı ayak direnilmesinin sebebi işte bu durumun içselleştirmesinden dolayıdır. cumhuriyet döneminde “sevgilinin” eşyalarının bir daha görmemek üzere atılmasının ardındaki itici güç, osmanlı’nın batı’ya karşı hala alternatif bir medeniyet olabileceğine iman edenlere fırsat vermemek içindi.

    yine mesela bu bağlamda dellaloğlu:
    “batı’nın bir medeniyet olarak ortaya çıkışına ancak alternatif bir medeniyet tasavvuruyla cevap verilebilirdi.” (s. 283) diyor.

    ancak sayın dellaloğlu’nun, tabirimi hoş görsün, burada ıskaladığı bir şey var: zaten osmanlı alternatif bir medeniyet olarak cevap vermeye çalışmıştı. ancak askeri alanda bir yerden sonra öyle geri kaldı ki bu da alternatif medeniyetini boşa çıkardı. kibirleri, kendilerini beğenmişlikleri, batı’nın ilk önce muhatap oldukları bilim ve teknolojideki seviyesinin ardındaki sebepleri ve gelişmeleri görmelerine, anlamalarına engel oldu. farkına varmaya başladıklarında değişmeye çalıştılar ama olmadı.

    bunu gören tc’nin kurucuları da değişimin hemen olmasını istiyordu. değişimlerin zamanla laçkalaşmaması, verimsizleşmemesi için derhal ve çok kısa sürede yani devrimsel bir şekilde yapılması gerektiğine inanıyorlardı. bunu anlıyorum. ama işte, halk ve kültür, orduyu kati emirlerle hizaya sokmak gibi hizaya gelemiyor. politik değişimler, dellaloğlu’nun tüm kitabı boyunca tekrar tekrar örneklendirdiği gibi kültürel değişimler olmadan oturmuyor. bu bir realite. acı ama gerçek. fransa’da bile yukarıda zikrettiğim dönüşüm -öncesi bir tarafa- 1789-1905 arası 116 yıl sürmüştür.

    bundan ders almalıyız. sakinleşmeliyiz. türkiye cumhuriyeti, kahraman kurucuları sayesinde sevr zamanındaki gibi bir ölüm kalım mücadelesinde değildir artık.

    fakat hala bizim öyle vaktimiz olmadığından dem vurarak, acele etmemiz gerektiğine inanılmakta. bunun sonucu patinajdır! artık yöntemimiz devrim değil uzun devrim olmalıdır. bu kavram için de dellalloğlu’nun kitabının ilgili maddesine, almanya tecrübesine, reformasyon’a vb. bakılabilir. (bu arada günümüzde yaşananların bize bir kez daha henüz ahlak olgusunu halledemediğini göstermesi ise ayrı bir mesele)

    3. medrese ve üniversite

    kitabın “medrese” başlığı altındaki fikirler, george makdisi’nin beşeri bilimler kitabına dayandırılmış. makdisi, medrese tarihi üzerine otorite şahsiyetlerden birisidir. bununla birlikte yazarın bu bölümde paylaştığı/iddia ettiği çıkarımda sıkıntılar bulunmakta. yükseköğretimde kürsü tabirinin kökeninin medrese sisteminde olduğu, licentia doçenti yani ders verme hüviyetine sahiplik anlamındaki doçentlik’in kökeninin icazetü’l tedris olarak medrese olduğu vb. üzerinden üniversitelerin medreselerin devamı olduğu iddia ediliyor. fakat bu doğru değildir. uygulamada bazı benzerlikler, devamlılıklar olsa da medrese ile üniversite yapısal olarak birbirinden çok farklıydılar. mesela iddia edildiği gibi fatih külliyesi “kolej”lerden oluşmuyordu.

    “medreseyle üniversite arasında, okuduğunuz kitapta da vurgulanan bu kadar önemli tarihsel süreklilikler olmasına rağmen…” s. 222

    osmanlı medreseleri, kendisinden önceki müslüman medrese sisteminin büyük ölçüde devamıdır fakat osmanlı’da medrese her şeyden önce tekrar ediyorum her şeyden önce fıkıh eğitimi verilen, memlekete kadı yetiştiren -bu anlamda meslek yüksekokuludur da denilebilir- bir kurumdur. yazarın aktardığı gibi bilim ve araştırma merkezli modern üniversite, medresenin dönüşmüş bir hali değildir. osmanlı medreselerinde araştırma yapılmıyor muydu? 700 yıllık tarihlerinde elbette yapılmıştır. fakat bir araştırma ve “bilim” merkezi değillerdi. hele hele yazarın dediği gibi avrupa’da üniversite büyük ölçüde medrese modeline göre yapılanmamıştır. çok ama çok farklıdır kurumsal olarak. abartıyım, siyahla beyaz kadar farklıdır. aslında dellaloğlu’nun bir sonraki “üniversite” başlıklı bölümde de alıntıladığı üzere, avrupa üniversitelerinin kökeninde öğrenci ve hoca lonca organizasyonları bulunmaktaydı. hiçbir medresede -osmanlı medrese sisteminden bahsediyorum- bize ulaştığı kadarıyla bir öğrenci loncasının isteği üzerine müfredat belirlenmez ve o müfredatı anlatacak hocalarla anlaşılarak eğitim gerçekleşmezdi. medrese çatısı dışında bazı uzmanlık alanlarında daha ileri seviyede eğitimler verildiği olurdu. fakat bu müfredata has bir şey değildi.

    onlarınki harikaydı bizimki “tırt” diye demiyorum tabi. bazılarının aklından geçmiştir de o sebeple belirteyim. batı’da yükseköğretimin ortaçağdan sonra şekillenmesinde; krallık, kilise ve burjuvazi arasında bazen kan akıtılan mücadeleler olmuştur. böyle bir mücadele osmanlı’da vaki olmamıştır, ulema buna izin vermemiştir. bu sebeple avrupa’nın muhafazakâr müfredat üzere kurulu üniversiteleri evrimleşebilmişken, rakip kurumlar ortaya çıkabilmişken osmanlı’da bu olmamıştır.

    “lanet olsun, savaş meydanında harap oluyoruz. bana mühendis subay lazım” diyen padişahların ve sadrazamların, kellelerini dahi ortaya koyarak yaptıkları girişimlerle ancak 19.yy da askeri yüksekokullar ve sonrasında ancak 1900’de de sivil üniversite açılabilmiştir.

    özetle; temelde fıkıh, hadis, tefsir ve onlara yardımcı olacak kadar tabii ilimlerin eğitiminin verildiği kurumlarda bugün anladığımız anlamda “araştırma” ya da “bilim” olamazdı zaten. anakronizme düşmemeliyiz. medreselerin bize ulaşmış ders müfredatları da bunun bir göstergesidir. (merak edenler yıllardır baskısı olmayan nihayet küre yayınlarının tekrar bastığı cevat izgi imzalı osmanlı medreselerinde ilim kitabının müfredatla ilgili kısımlarına, ilk elden bir müfredat ve okunan kitapları vb. öğrenmek isteyenler de kevakib-i seb’a risalesi’ne bakabilir.)

    tabi şunu söylemem gerek. yazarın bu bölümde medrese ile modern yükseköğretim ilişkisi üzerindeki vurgusu yine kitabın diğer bölümlerinde de belirttiği devamlılık, kanon, gelenek, devam ederken değişmek, değişirken devam edebilmek vurgularının bir devamıdır. sanki satır aralarında, harf devrimi gibi akşamdan sabaha kaç yüzyıllık bir kurumun kapatılmasını eleştirmekte, pekâlâ avrupa’dakiler gibi bilim ve araştırma kurumlarına dönüştürülebilirlerdi, demekte.

    aslında ulema izin verseydi belki olabilirdi bu :) yoksa osmanlı bunu denedi. hatta darülfünun açıldıktan sonra da 20. yüzyılın başında osmanlı, büyük bir programla günün gereksinimlerini de karşılayacak şekilde yeniden şekillendirilmek istedi medreseleri.

    dellaloğlu kitabın “üniversite” bölümünde, ortaçağ avrupa üniversiteleri ile ilgili, medrese bölümündeki iddialara yukarıda getirdiğim eleştirilerle aynı noktaya çıkan bilgiler aktarıyor: üniversitelerin özerkliklerinden, bunlar için verilen kimi zaman kanlı mücadelelerden, kökeninde yatan lonca sisteminden, avrupa’da üniversitelerin genetiğinde sivillik olduğundan vb.. aslında bu bölümde aktardığı bilgiler yapısal farklılıkları ortaya döküyor, avrupa üniversitelerinin medrese sisteminin bir devamı olmadığını gösteriyor.

    dellaloğlu, aralık 2020’de konuk olarak katıldığı kültür&tarih sohbetleri programında, medrese konusuna dair okumalara bu kitabı yazarken girdiğini belirterek bu konuya çok hâkim olmadığını belirtmişti. kitapta diğer başlıklarına nazaran “medrese” kısmındaki kaynakça geniş değil ve medrese kavramına biraz romantik yaklaşmış gibi.
    (bu arada yine medyascope'da, edgar şar dellaloğlu ile kitapta değindiği kavramlar üzerine söyleşiler yapmakta. tavsiye ederim. link)

    .

    üslupla ilgili bir eleştiri

    kitapta bazı söz kalıpları peş peşe birçok kere tekrar edilmiş. editör okuması yapılıp yazar uyarılmamış mı ya da kendisi bilerek mi öyle bırakmış bilemem tabi ama aynı başlık altında, neredeyse aynı sayfada bile birçok tekrar eden tümce ve cümle bulunmakta. dellaloğlu, kitabı daha çok öğrenciler için yazdığını belirtiyor. belki de bu tavrı kastîdir ve bir şekilde öğretme tekniğidir. ama işte okuma temposunu bazen bozmakta.

    “modernlik öncelikle kültürel bir süreçtir.” s. 28 “modernlik öncelikle kültürel inşa sürecidir” s. 29 “modernlik öncelikle kültürel bir inşadır.” s. 29

    yine mesela sonuç kısmında:
    “şu an sonuna geldiğiniz kitabı”, “artık bitirdiğiniz bu kitap”, “artık bitirdiğiniz bu kitap”, “artık kitabı bitirdiniz.”
  • medyascope bünyesindeki, kültür ve tarih sohbetleri benzeri çok şeyler öğrenilebilecek, edgar şar'ın sunuculuğunu yaptığı ve yerine göre de aktif katılımıyla besim dellaloğlu'nun aynı isimli kitabının uzun uzadıya irdelendiği harika program. ondan sonra... izleyiniz, izletiniz.

    buradan yayımlanmış tüm bölümlere ulaşılabilir.
  • "bir kültürel çalışmalar ansiklopedisi" alt başlığıyla yayımlanmış besim dellaloğlu kitabı. hemen belirteyim, "poetik"i geniş anlamda "kültür" kastıyla kullanıyor.
    dellaloğlu yöntemlerini, tercihlerini çok güzel anlatmış önsözünde. çıkış noktasını, akademik dünyamızın henüz kavramsal anlamda kanonik bir çerçevesi olmamasına dayandırıyor. "bir akademik söylem bütünlüğü, süreklilik açığını bir nebze olsun giderebilmek" amacıyla çıkmış bu yola:
    "... bir süre sonra bazı temel noktalarda kamusal bir zemin oluşturmadan okumanın, yazmanın ne kadar nafile bir çaba olduğunu görebiliyorsunuz. entelektüel sorumluluk işte bu noktada devreye giriyor. ait olmadan isyan bile edemiyorsunuz."

    besim hoca, kitabın adındaki ansiklopedi ibaresini alegorik olarak kullanmış. bilinen ansiklopedilere benzemese de "madde" başlarından birkaç alıntıyla bitireyim.

    --alıntı--
    klasik: melih cevdet anday, klasiğe, "soyyapıt" demektedir. üstelik anday'a göre klasiğin illa da geçmişte aranması bir şart değildir. rönesans'ın bir ethos olması gibi, klasik inşası da bir ethos'tur. metinlerle bir ilişki kurma tarzıdır. kanonik bir bilince sahip değilseniz, en kıymetli metinler bile klasik haline gelemezler. dolayısıyla klasik olma vasfı metnin içinde değil, onunla ilişki kuran ya da kuramayan zihnin içinde ikamet eder. (81)

    kanon: "türkçenin klasikleri ve kanonu yoktur" dediğimizde aşağılayıcı bir şey olarak algılanıyor. türkçenin geçmişinde shakespeare'den daha büyük bir şair mevcut olabilir ama bu durum o şairin türkçede kanon olmasını garanti etmez. çünkü kanonlaşma bir yazarın ya da yapıtın bir kültürde oynadığı kurucu rol ve işlevleriyle ortaya çıkar. /../ zorunlu eğitim kanonun mecrasıdır. kanonun ne kadar politik bir şey olduğunu da görebiliriz burada. yeterince demokratik olmayan toplumlarda resmi kanonla sivil kanon da ayrışır. demokrasinin bir tanımı da resmi kanonla sivil kanonun çok uzak olmamasıdır o zaman. /../ ülkede ders kitaplarında tercih edilen edebi eser setiyle, toplumda genelde okunan ve takip edilen yazar ve kitapların arasında çok büyük uçurum olması demokrasinin önünde bir engeldir. devlet başka bir hikâye anlatıyor, toplum başka bir şarkı dinliyor! (96-8)

    aydın/ entelektüel: ataç'a göre, türkiye'de edebiyatın hatta bütün fikir dünyasının en büyük kusuru düşünce eksikliği, düşünme eksikliğidir. ona göre, türkiyeli aydın düşünmez, düşündüğünü sanır, düşündüğünü düşünür. /../ genellikle polemiğin bir donanım işi olduğu varsayılır. ancak özellikle modernleşme toplumlarında polemikçilik donanımsızlığın üstünü örtme işlevi de üstlenebilir. bu toplumlarda aydın fazla polemikçidir. oysa entelektüellik öncelikle okumayı ve koşulsuz düşünmeyi gerektirir. (146)

    halk: halk aynı zamanda poetik, hatta romantik bir şeydi. o bir ruh, bir bilinç, bir hafıza, bir aidiyet idi. bunun için birilerinin onun şiirini yazması gerekiyordu. /../ elinizdeki kitabın yazılmasına neden olan aslında herder'in bir cümlesiydi: "bir şair çevresinde bir millet yaratır, ona görülecek bir dünya verir ve o milletin ruhunu bu dünyaya taşımak üzere elinde tutar." poetik olanla politik olan arasında ilişki bundan güzel tarif edilemezdi. (208-9)

    doğu/ batı: doğu/ batı ayrımını reddetmeden şarkiyatçılık ile mücadele edemezsiniz. şarkiyatçılık karşıtlığı asla ve asla şarkiyatçılık'tan bir çıkış değildir. bu sizi olsa olsa garbiyatçılık'a götürür. batı fetişizminin alternatifi, doğu fetişizmi değildir.
    aslında batı yoktur. doğu da yoktur. olsa olsa aydınlanmanın modernliğin doğusu vardır. /../ dünyayı bir bütün olarak görebilmenin bir koşulu, doğulu da olsanız, batılı da olsanız, kendinizin dışına çıkabilme cesaretini içerir. (263-4)

    --alıntı--

    "kültür savaşları", "kültürel hegemonya", bilhassa "uzun devrim" maddeleri ufuk açıcı olarak ayrıca anılmaya değer. sosyal bilimlerin temel kavramlarını, bol dipnot ve kaynakça anarak anlatmış dellaloğlu.
    en verimli çağında üniversiteyi neden bırakmış diye düşünüyordum ki artık anlıyorum. daha çok yazsın ve biz her yazdığını merakla okuyalım.
  • ünlem işareti sıklığı ve nadir ama önemli imla hatalarıyla beni yoran kitap.
    (her başlıkta aynı sıklık yok. ama bazılarında gözümü kanattı.)
hesabın var mı? giriş yap