• şöyle bir başlagıç yaptım, bir engel çıkmaz ise hikayenin tamamlayacağım. vakit buldukça, günde 1-2 saat yazmayı planlıyorum.

    babam beni şahmerancının yanına çırak verdi.
    sokaklarda haylazlık etmeyeyim, hiç olmazsa bir zenaat öğreneyim, diye. başıboş avare çocukların da sonunun iyi olmazmış. o zamanlar bilseydim, başıboş avare çocukların da sonunun iyi olmadığını söylerdim babama.
    "çırak yaşta bir çocuksun artık," dedi.
    mahallemizin çocukları bir yaşa geldiler mi, birinin yanına çırak verilirlerdi. adettendi bu. mahalledeki oyun arkadaşlarımızdan biri eksildi mi, birkaç gün sokağa çıkmadı mı, anlardık; birinin yanına çırak verilmişti... artık demirciler çarşısı mı olur, bakırcılar çarşısı mı olur? bilinmez. hem sonra kilimciler vardı, halıcılar vardı, kunduracılar, fırıncılar, kuyumcular, saatçiler. her çocuğun el becerisine göre bir iş biçilirdi. terzi yanına girenler, gömlekçide çalışanlar. kimi özel günler öncesi, annemizin, babamızın elinden tutup çarşıya gittiğimizde, mahallede, sokak arasında epeydir görmediğimiz arkadaşlarımızla göz göze gelirdik. nedense kaçırırlardı gözlerini, nedenini kendilerinin de bilmedikleri gizi bir suçlulukla kaçırırlardı. ya da arsız arsız gülerek örtmeye çalışırlardı... suçluluklarında yoksulluklarının payı vardır hiç kuşkusuz;oysa hepimiz aynı yoksul mahallenin çocuklarıydık; ve hepimizi bekleyen aynı yazgıydı. onları ürküten birşey olduğunu sezmiştim bu karşılaşmalarda, bu yüzden bir sonrakine gidişlerimde göz göze gelmemeye özen gösterir oldum. bize onlar büyümüşler, çok büyümüşler gibi gelirdi işlerinin, tezgahlarının başında; sanki daha düne kadar sokak aralarında koşuşturduğumuz çocuklar bunlar değildi. hepsinin yüzü adamlaşmıştı. imrenir miydik, acır mıydık? bilmiyorum. ama bir gün nasılsa biz de birinin yanına çırak verilecektik.
    demek çırak yaşta bir çocuktum artık.
    demek, şimdi sıra bende, diye düşündüm. ellerime baktım ilkin, ellerim bana hala küçük bir çocuğun elleri gibi geliyordu. ellerimden kendime bir yaş, bir iş biçmeye çalıştım. ellerim bana hiçbir şey söylemedi. ertesi gün, daha ertesi gün, daha daha ertesi gün beni mahallede, oyun yerinde görmeyecek arkadaşlarımı düşündüm. çıraklık, ayrılıktı. beni merak edecekler miydi? özleyecekler miydi? ilk kim soracaktı beni? yokluğumun farkına ilk kim varacaktı? değilse hemen alışacaklar mıydı yokluğuma? sonraki yıllarda bunaldığımda, üzüldüğümde, üzerime karabasanlar çöktüğünde sürekli kurduğum bir düş vardır; öldüğümü düşünürüm. bu düşte beni kendi ölümümden çok, ölümümü duyan arkadaşlarımın, tanıdıklarımın, dostlarımın tepkileri ilgilendirir. onların ilk tepkileri, ilk üzüntüleri, şaşkınlıkları. o denli kaptırırdım ki kendimi bu düşe, bu düşün gerçekliğine, bir zaman sonra ölmekten bile vazgeçer, neşelenmeye başlarım. başlardım. sanki onların tepkileri beni yeniden hayata bağlardı. şimdi düşünüyorum da, şahmerancının yanına çırak verildiğim o gün arkadaşlarımın ayrılığımı, bir ölüm olarak düşünmelerini istemiştim. ama o zaman ölüm adını vermemiştim buna. çünkü ölümü tanımıyordum. ya da sevecek kadar tanımıyordum, diyelim.
    ayrılığa gelince. her ayrılık ölümdü benim için.
    o günde, bugün de.

    anladım ki artık bende çırak olacağım.
    akşam yemeğini yediğimiz yer sofrasından kalkıp da, sedire oturduğumda içimde bir burukluk, bir hüzün, bir ağırlık çöktü. kendimi iş sahibi biri gibi görüyordum. ama bu, nedense beni neşelendirmiyor, tersine kopkoyu bir hüzün veriyordu. iş sahibi olmak demek ki buymuş, kendim kendi kendime. akşamları babamın eve asık yüzle, yorgun argın dönmesinin nedeni buymuş diye düşündüm. babamla göz göze geldik. aynı şeyleri düşündüğümüzü sanarak yüzüm kızardı, gözlerimi yere indirdim.
    oysa ertesi sabah herşey bana bir oyun gibi geldi. babamın elinden tutup da , sokağa çıkmamızda her şey hüzünlü bir oyunmuş gibi göründü gözüme. kim bilir belki de bütün hayatımız gerçekten hüzünlü bir oyundu.. sokaklar ıssızdı, bomboştu, daha arkadaşlarımın neşeli çığlıkları ve bağırışmalarıyla sokağı doldurmasına çok vardı. ilk kez sokağı bu denli sessiz görüyordum. içim sızladı, ağlamaklı oldum. birden içlerinden birini, herhangi birini görme isteği kapladı içimi, sanki veda etmek gibi birşey olacaktı bu; bir ayrılık selamı gibi. yokluğumu uzun bir zaman sonra fark etmelerinden duyduğum korkudan da olabilirdi bu, başka bir şeyden de. belki de bir tanık arıyordum. oysa hiç kimseyi göremedim sokakta, ayrılığımı kesinleyemedim.
    babam dedi: "ellerinin değerini bil, parmaklarının, hünerinin, güzel suret çiziyorsun. senin yaşında bir çocuk bu kadar güzel suret çizebiliyorsa, ilerdie kim bilir neler çizer?"
    babamın dediklerinden hiçbir şey anlamamıştım, ama hoşuma gitmişti.
    ustamın adı mahir'di.
    bana adımı sordu.
    usulca: "ilyas," dedim.
    "şahmeran'ı tanır mısın?" dedi.
    başımı salladım.
    akşam babama sormuştum: "baba, şahmerancı ne demek?"
    "şahmeran nakşedip satan adama şahmerancı derler."
    "peki şahmeran ne demek?"
    babannemin elini öpmeye gittiğimizde duvarda sureti asılı olan o garip yaratığın adıymış şahmeran. her gittiğimizde görürdük onu. güzel ve korkutucuydu.
    hem güzel, hem korkutucu nasıl olunur, bilmiyordum o zaman.
    ilk gördüğümde uzun uzun bakmıştım, sonra da gözlerimi kaçırmıştım. (babamı bağışlamış, geliniyle barışmıştı babannem, beni ne zamandır görmemişti.) babannem, evi, eşyaları beni hep ürkütmüştü zaten. yüzü hiç gülmeyen, insanın yüzüne baktığında sanki içini bütün çıplaklığıyla gören, görebilen bir kadındı. ya da ben öyle sanırdım. ne garip yazgı ki, işlediğim ilk şahmeran'ı ona götürdüğümde can çekişiyordu, birkaç gün sonra da öldü. bilinci yerinde değildi. ama gene öyle dimdoğru bakıyordu insanın yüzüne, herşeyi biliyor, herşeyi anlıyor, ama ses çıkaramıyormuş gibi. götürdüğüm şahmeran levhasının benim için ne anlama geldiğini anlamış mıydı bilmiyorum, hiçbir zaman da öğrenemeyeceğim. hatta o levhayı benim işlediğimi bile anlamamıştı belki. hastalığı gereği o denli kendine kilitlenmiş ki... ona söylenmemiş bir sözüm kalmış gibidir; erken öldüğü için güceniğimdir ona...
    babam öyle dediğinde, gözümün önüne kendi erkek, yüzü kadın; başı insan, altı yılan; kırk bacağı da yılandan olan; tacı simli ve nakışlı; kuyruğuda başına dek kıvrılmış duran bir yaratık geldi.
    "aa! ben onlardan mı işleyeceğim?" dedim babama. "ama ben onlardan korkmuştum."
    "insan kendi eliyle işlediği şeyden korkar mı?" dedi babam. "kendi eliyle işlediği güzellik insanı korkutur mu hiç?"
    korkuturdu. sanırım o zaman babam da bilmiyordu ve sanırım hiçbir zaman öğrenemedi. insanı en çok korkutan şeyin güzellik olduğunu, ya öyle ya da böyle kendi yarattığı bir şeyin olduğunu hiçbir zaman öğrenemedi.
    yaşanmadan öğrenilemeyecek şeylerden biriydi bu da.
    ben dahi çok sonra öğrendim.
    korkunun öğrettiği şeylerden biri olarak.
    "şahmeran demek, yılanlar padişahı demek." duraksadım. bir yanlış yaptığımı düşünmüş olmalıyım. "yılanların padişahının oğlu demek," diye düzelttim.
    hiç ses çıkarmadı ustam.
    bu yüzden hangi yanıtın doğru olduğunu anlamadım. halâ anlamış değilim.
    babanın mı? oğulun mu?
    artık hiçbirinin önemi yok.
    yutkuna yutkuna sürdürdüm: "kırk bacağı da yılandan yapılır," dedim.
    "yapılır değil," dedi ustam. "vardır, diyeceksin. daha yapmadın ki, daha yapmadık."
    yüzüne incecik bir gülümseme yayılmıştı.
    "kırk bacağıda yılandandır," dedim. "başında da simli, taşlı çok büyük bir tacı vardır."
    bu sırada gözümü duvarda asılı, yerlerde ard arda dizili duran onca şahmeran suretine çevirmiştim. onları teker teker tarıyordum ki ustam sordu:
    "bunların hangisi şahmeran?"
    duraksamadan yanıtladım:
    "hepsi."
    başını iki yana salladı.
    şaşırmıştım. ne diyeceğimi bilemiyordum.
    "hayır," dedi. "bunların hiçbiri şahmeran değil."
    "peki, nerede şahmeran?" diye sormaktan kendimi alamadım.
    "sen çizeceksin onu," dedi.
    yüzüne şaşkın şaşkın bakıyor, ne demek istediğini kavramaya çalışıyordum ki, ekledi:
    "sen çizemezsen, senin çırağın çizecek: oda çizemezse onun çırağı. eğer böyle düşünmezsen şahmeranı hiç çizemezsin."
    "ama bütün şahmeranlar birbirine benziyorlar," dedim.
    "bütün insanlarda birbirlerine benzerler," dedi.
    sustum. uzun uzun sustum.
    ustamın bir bilge kişi olduğunu ve işimin zor olduğunu o an anlamıştım.
    "aferin," dedi. "susman gereken yeri çok iyi biliyorsun." ilk aferin suskunluğuma, sustuğum yere verilmişti. sonra babama döndü, - babam sınava çekildiğimin bilincinde, bir yandan verdiğim yanıtları aklının tartısına vurup güzel bulduğundan için için sevinçli; öte yandan ustanın kendisi gibi düşünüp düşünmediğini bilmediği için kaygılı; bu yüzden nasıl davranması gerektiğine karar verememiş bakınıp duruyor -.
    "bu çocuk çok zeki," dedi. "parmakları da zekası kadar işlekse, çok sürmez, cümle yörenin en iyi şahmerancısı olur çıkar, cümle yörenin en iyi şahmeranlarını çizer."
    babam ağız dolusu güldü.
    o ana dek içinde tuttuğu bütün sevinç, kendini haklı kılmanın coşkusuyla bir kahkaha olarak boşalıvermişti.
    çok az görmüşümdür babamın böyle güldüğünü.
    yoksul bir adamdı babam. yoksul bir mahallede otururduk. altı kardeştik. güç koşullar altında yaşam sürdürüyorduk. şimdiyse ağız dolusu gülüyordu. bu gülüsten kendime pay çıkarıp büs bütün umutlandım. benim de övünülebilir biri olduğumu, olabileceğimi ilk kez o zaman anlamıştım. kendime güveni ilk kez o zaman, mahir ustanın basık tavanlı; içyağı, kandil, is kokan küçük dükkanında tatmıştım. şimdi yaptığım her başarılı işten sonra gözümün önüne babamın o ağız dolusu gülen yüzü gelir. gözlerim ıslanır; ağlayamam.
    yaşasaydı eğer gene böyle olur muydum, bilmiyorum.
    babam, o gece herzamankinden daha cömert davrandı bana, şeker aldı, leblebi aldı. iki koca adam gibi döndük eve, ikimizin de yüzü gülüyordu.
    kapıyı bize açan annem, bizi öyle görünce çok şaşırdı.

    ertesi sabah dükkanda işe başlamıştım. birkaç küçük tezgah vardı. ipler, boyalar, makaralar, çerçeveler, bezler, camlar, çıtalar. boya karmasını, ip sarmasını, gergef kurmasını ve benzeri birkaç küçük işi öğrendim. asıl öğrenmek istediğim çimekti. ustam sabırsızlığımı sezmiş, için için gülüyordu ivecenliğime.

    üçüncü gündü, ustam beni yanına oturttu.
    "hikayesini bilmediğin, dahası kavramadığın, dahası anlamadığın bir şeyi çizmek zordur ilyas," dedi.
    "insan bilmediği şeye el uzatmamalı,
    "el uzatıyorsa bilmeyi göze almalı,
    "bilmeyi göze almak zordur ilyas;
    "bilmek ürkütür insanı, korkutur. bilmek lanetlenmektir biraz da..."
    "sana şahmeran'ın hikayesini anlatacağım.
    "haydi çizmeye başla!"
    "dilersen ustam, anlat, ondan sonra çizeyim," dedim.
    "olmaz," dedi. "belki o zaman hiç çizemezsin. hele hepsini birden anlarsan, hiç, ama hiç çizemezsin. başlarken çok fazla şey bilmek gerekmez. bilmek zamanla gerekir. yaşadıkça hissedilir eksikliği. yaşamında eksikliğini hissetmediğin bir şeyi bilmek insana hiçbir şey katmaz. çizmekten vazgeçemeyeceğin zaman gelince, işte o zaman gelince göze alırsın her şeyi, hepsini bilmeyi.

    ustamın her dediğini anlamıyordum tabii. ama seziyordum. el yordamı sonuçları çıkarıyordum kendime. bir de buyruklarını eksiksiz yerine getirmeye çalışıyordum.

    ustam dedi: "önce bir bulanık suya bakar gibi bakacaksın önündeki beyaz boşluğa. hani gökyüzüne bakarken bulutlar nasıl biçimlenirse gözünün önünde, dağa benzer, kuşa benzer, insana benzerse işte öyle bir bulutlu yumaktır önündeki beyaz boşluk. bir şahmeran sureti getir gözünün önüne, onun karakalem bir suretini çimeye çalış. senden önce çizilenlere benzeyecektir, hiç korkma bundan. kaçınılmaz bir yoldur bu, geçilmesi gereken bir yol. ve geçilmesi gereken bir yol. uğramadan olunmaz bir konaklama yeridir. acemidir, çocuksudur, senden önce çizilinlere benzer, ama gene de senindir, senin olmalıdır. başkalarında görüpte kaptığın çizgilerin arasından kendi çizgin titrek de olsa, cılız da olsa görülmelidir. "bakın, ben buradayım!" demelidir. demelidir ki ardı gelsin."
    "neresinden başlayayım usta?" dedim.
    gülümsedi. yüzünün yeni derinleşmeye başlamış kırışıklıkları, yüzündeki o beyaz aydınlığı buruşturuyordu.
    "doğru ya unutmuşum," dedi. "ilk bu soru ile başlanır, işe neresinden başlayayım?" kendini ve bütün çıkarklarını anımsamış gibiydi. "neresinden başlarsan başla, yeterki ardını getirebil," dedi. "ya da ardını getirebilecek biçimde başla."
    ilk gün karakalem birkaç şahmeran çizdim kağıda. ustama gösterdim. ustam baktı, gülümsedi.
    "bunların hiçbiri ötekine benzemiyor," dedi.
    bu kez yeniden birkaç tane daha çizdim, gsöterdim.
    bu kez de hepsi birbirine benziyor," dedi.
    ne istediğini anlamamıştım ustamın, onu nasıl memnun edeceğimi bilemiyor, bunun yollarını düşünüyordum. kaşlarım çatılmış olmalı ki:
    "asma yüzünü," dedi. "doğru yoldasın. bir insan hep aynı şeyi çizer aslında, ama hiçbiri öteline benzemez. benzememelidir. oraya varmak içinse çok yolun var senin, daha çok gençsin, bu yolu sabırla geçmen gerek, yılmadan, usanmadan, bıkmadan, her güçlüğe göğüs gererek, kendine ve işine ihanet etmeden. bir şahmerancı en çok bunu öğrenmelidir: ihanet etmemeyi... en çok buna ihtiyacımız vardır bizim."
    bir tane kocaman bir şahmeran çizdim.
    büyük olursa hepsini kapsar mı sandım ne?
    ustam ne düşündüğümü anlamış gibi yüzüme gülümseyerek baktı, saçlarımı okşadı. parmaklarının saçımın telleri arasından yumuşacık kaydığını hissettim. ilk kez okşanıyormuş gibiydim.
    şahmerancı yanında çırak olmaktan utanmayacağımı, bir gün anasının, babasının elinden tutarak çarşıya gelmiş bir arkadaşımı gördüğümde onun gözlerinin içine bakara gülümseyebileceğimi düşündüm.
    bu işi sevdiğimi düşündüm.
    şimdi tüm bunları yazarken kendimi hiç mi hiç ustama ihanet etmiş gibi hissetmiyorum.
    yaptığım işin hâlâ bir şahmerancılık olduğu kanısındayım.

    2.

    küçük bir iskemle çekip, dizinin dibine oturmuştum.
    ustam dedi:
    "hele düşünelim bir, nedir şahmeran? kimdir?
    1yüzyıllardır ne anlatır köy kahvelerinin kerpiç duvarlarından, cümle taşra illerinin kıraathanelerine uzanan görkemli ve gezgin sureti? kırlent yüzlerinden, karyola eteklerine dek nakışlanan şahmeran ne anlatır bu insanlara?
    düşün ki, nice şahmerancı vardır bu topraklar üzerinde yaşayan; her yıl yüzlerce şahmeran sureti çizer, levhalar, satarlar. bunları alıp duvarına asan insanlar ne görürler bunlarda? neyin anısını saklarlar duvarlarında?
    "nedir şahmeran hikayesinin bağrında sakladığı zehir? bu zehir ki bin yıldır bir masal tadında ağızdan ağıza yayılıp duruyor. yılanla, insanın dostluğu ( ki buna, düşmanlığı da diyebiliriz) eskiye, çok eskiye uzanır, ta elmanın tarihine dayanır.
    "yılan soylu, insan dönektir bu masalın ikliminde.
    "ne demiştir camsap'a şahmeran:
    "ben sana söylemiştim yâ camsap, insanoğlu ihanet eder."
    baştan alalım sözü;
    şahmeran'ın kırk bacağında sürüdüğü gerçeğe yeniden, yeniden dönmek için:
    evvel zaman içinde, yani tarihini ya bilmediğimiz, ya da bildirmek istemediğimiz bir zaman içinde. danyal adında bir bilge kişi var idi. kendine verilenlerle yetinmeyerek, dahasını hep dahasını araştıran, görünenin altındakini eşeleyen bir kişiydi bu danyal. kendini bildikleriyle sınırlamıyor, işiyle-gücüyle yetinmiyor, hayatın görünen -ya da göründüğü sanılan- yanlarını dipteki bir gerçeğe, saklı durduğuna inandığı bir gerçeğe ulaşmaya çalışıyordu. bilmek ve öğrenmek bir tutkuydu onun için. ömrünü (ve ölümünü) bir bilgin, bir bilge olmaya adamıştı. bu yüzden başkaları onu anlamakta güçlük çekiyordu. danyal ise bu yalnızlığı çoktan göze almıştı. zaten bilmeyi göze alan, yalnızlığığ da, kargınmayı da göze almak zorunda değil miydi?
    uzun yıllardır hekimlikten, felsefeye dek uzanan birçok alanda kendine özgü çalışmalarda bulunmuş, ilginç sonuçlar çıkarmış, değişik düşünceler edinmişti. bir yandan çağına göre öncü sayılabilecek çalışmalarda bulunuyor; öte yandan bütün çağlarda bütün bilginlerin gözdesi olmuş konularda araştırmalar yapıyordu. örneğin, ölümsüzlük gizinin ardına düşmüştü; sürekli genç kalmanın, sürekli diri kalmanın umarını arıyordu. doğanın koynunda saklıydı her şey. (doğanın bize sunduklarının ne kadarını bilebiliyorduk ki? gördüğümüz, baktığımız, dokunduğumuz onca şeyi biliyor muyduk?) şifalı otlardan yararlı merhemler yapıyor, bu merhemler en derin yaraları çabucak kaynatabiliyor, keskin ağrıları dindirebiliyordu. bu küçük tansıklara baktıkça bi,r gün ölümsüzlüğü de edinebileceğine inanıyordu danyal.
    ne ki ömrü yetmedi danyal'ın. ölümsüzlüğe varmak için ömrü yetmedi.
    bilmenin, öğrenmenin, araştırmanın sonu gelmiyordu ama, insan ömrünün sonu geliyordu. doğanın bize sunduğu sınırlanmış bir yaşamdı. ölümüne çok yakındı, karısını çağırdı yanına. başucunda bugüne değin bütün öğrendiklerini yazdığı bir kara kitap duruyordu. bütüm yaşamını bu sayfalara harcamış, bütün ömrünü bir deftere sığdırmıştı. karısı yanına gelince, kitabı aldı eline. bütün ömrünü elinde tutuyordu şimdi.
    dedi: ben yetmedim; benim yetmediğim yerden oğlum sürdürsün.
    dedi: ömrüm yetmedi; ömrümün yetmediği yerden oğlum sürdürsün.
    dedi: insan ömrü kısadır, başkasıyla, başkasının ömrüyle tamamlanmadıkça bir değeri kalmıyor öğrendiklerimizin. her şey bizimle birlikte yeniden toprağa gömülüyor. bu defter oğluma, oğlumu bu deftere emanet ediyorum.
    kitabı karısına verdi, yani ömrünü onun ellerine teslim etti. ve gözlerini bir daha açmamacasına yumdu.
    oğlu daha küçücüktü danyal'ın.
    danyal öldü.
    geriye oğlu kaldı.
    camsap, camsap'tı. onu olduğu gibi kabul etmekten başka çare yoktu. başlıbaşına bir insandı artık. yazgısıyla birlikte başlıbaşına bir insan.

    camsap'la arkadaşlarının günleri neşe içinde, kaygısız geçiyordu. işlerini bir oyuna dönüştürmüşlerdi. odunculuk, onlar için neşeli bir yolculuktan başka bir şey değildi. her şeyi bir oyun gibi yaşayacak çağlarındaydılar, yaşamın temel sorunlarıyla yüzleşmemişlerdi daha; bir seçimin, bir sorumun, kavrayıcı bir acının varlığından habersiz, düzpedüz yaşıyor ve tüm yaşamın böyle sürgit geçeceğini sanıyorlardı. toyluğun coşkusu gözlerini bağlamıştı. dünya ve yaşam hakkında temel bilgilerden yoksundular; kendilerini de, insanları da tanımıyorlardı henüz. kendi güçlerini ölçmemiş, sınırlarını yoklamamışlardı; kendilerini ve başkalarını sınamamışlardı. tüm yaşam onlar için başboş bir serüvendi ve öyle yaşıyorlardı. sağlıklı, gürbüz, canlı, neşeli ve yaşam doluydular. ihaneti öğrenmemişlerdi daha.

    bir örnek yaşanan bu günlerin birinde, ormanın tepelerine sarp uçurumlu kayalıklara doğru çıkmışlar, güneşin kavurup kuruttuğu eski, ulu ağaçların baltakesmez gövdelerine dadanmışlardı. hepsiin de gözünü hırs bürümüştü. bu ulu ağaçların tümünü ortadan kaldırmaya, kendilerinden başka hiçbir oduncuya birşey bırakmamaya çalışıyorlardı. bütün bir ormanla baş edebileceklerini düşünüyor olmalıydılar. tutku, yüzölçümü hesabı bilmez; insanoğlu tutkusuna bunu öğretmelidir., çünkü onunla ancak böyle baş edebilir.

    doruktaki sarp kayalıkların eteklerine varmışlardı ki, yağmur yüklü bulutlar kuşattı dört bir yanlarını, ardından da dinmek bilmeyen sağanaklar... gür bitkilerin ağzını örttüğü, koyu dalların arasında gizlenmiş küçük bir mağara ilişti camsap'ın gözüne. yırtıcı dalları aralayarak mağaraya girdi. ardından da arkadaşları ardı sıra mağaraya koşuştular. orada geçirdikleri uzun saatler boyunca (sağanak dinmemişti) eline bir çomak alıp yeri eşeleyen camsap, sonunda bir mermer yüzeye ulaşır, eşelediği yerin çevresini temizler, bakar ki bir mermer kapak. hep birlikte asılıp kapağı kaldırdıklarında büyük bir bal kuyusuyla karşılaşırlar.

    ve o günden sonra tecim kaynakları bu bak kuyusu olur, odunculuktan vazgeçip balcılığa başlarlar. gene eşeklerine biniyor, ormanın bu yüksek doruklarına çıkıyor, mağaraya girip bal kuyusunun mermer kapağın açıyor, tenelere doldurdukları balı pazarda satıyorlarmış.
    buldukları bu bal kuyusu hepsinin ortak gizi olmuş. hepsi de bu kuyudan kimseye söz etmeyeceklerine değgin birbirlerine söz verip, bu gizi ölene dek saklayacaklarına ant içmişler.
    günler, haftaları; haftalar, ayları kovalamış ve günün birinde uçsuz bucaksız sandıkları kuyunun dibi gözükmeye başlamış.
    boşalan kuyunun ağzında şimdi bir masalın buğusu tütüyormuş...
    kuyunun dibinde kalmış son birkaç tenekelik balı kazımak için her zamanki gibi gene camsap, beline bağladıkları ipe tutna tutuna inmiş; ne var ki son tenekeleri de doldurup yolladıktan sonra, arkadaşları sallandırdıkları ipi geri toplayıp, kuyunun mermer kapağını örtüp, camsap'ı orada bırakmışlar, yazgısına terk etmişler...
    şimdi burada durup biraz soluklanmak gerekiyor. arkadaşları, camsap'ı neden kuyunun dibinde bırakmışlardır? efsanelerin birinde arkadaşlarının camsap'ın payına sahip çıkmak için bunu yaptıkları söylenir. oysa inandırıcı bir şey değil bu, öyle ya, son birkaç tenekelik pay kimseyi varsıl etmez. hele arkadaşlarının sayısı düşünülürse -ki hemen hiçbir rivayette ya da yazılı metinde belirtilmiyor ama "arkadaşları" dendiğine göre, en azından birkaç kişiyi birden düşünmemiz isteniyor- camsap'ın birkaç kişiye bölünerek iyice ufalacak payına tamah edilmiş olunabileceği dinleyeni inandırmıyor.
    peki neden olabilir bu?
    bir düşünelim...
    hikayenin akışı gereği dinleyelim ilhin;
    sonra da, hazret-i yusuf'tan bu yana -ki bir o kadar da öncesi vardır- insanlar kuyuya indirdiklerine ihanet ederler, diyelim.
    daha sonra da diyelim ki; bu çocukların ihanet çağı gelmiştir. bir ortak gizibüyütüp, bırakmak, sakınmak ve korumak zordur, diyelim. ortak gizlerini, bu gize neden olan )yani kuyuyu bulan, dolayısıyla herkesin belleğinde alttan alta da olsa, kuyunun "sahibi" sayılan) insanla (yani, camsap'la) birlikte, tümünü, her şeyi, hepsini birden kuyuya ( yani, kuyularına) gömmüş olmak istesinler.
    sonsuza dek unutmanın bir yolu olarak ihaneti seçmiş olsunlar. ne de olsa ihanet, insanoğlunun yatkınlık gösterdiği bir davranıştır.

    camsap, bu gör kuyuda yazgısına terk edildiğini anladıktan sonra umutsuz saatler geçirdi. bekleyişle geçen her saat zaten umutsuz değil midir? sonra anladı ki, yazgısını yüklenmekten başka yapacak hiçbir şey yok. meğer bulduğu bu kuyu bir mezarmış kendisine, lakin bunu anlaması için bir zaman geçmesi gerekiyormuş. kurtuluşu için ancak bir tansık gerekli. eli kolu bağlı durmaktansa bir şeyler yapmalıydı. çevresini yoklamaya, bir çıkış yolu aramaya başladı. nedense aklına bu kuyuyu ilk bulduğu günkü sevinci geliyordu. bu sevincin intikamı gibiydi şimdiki tutsaklığı. ya da her sevinç bir zaman sonra insandan öcünü alıyordu. toprağı eşeliyor, kuyunun duvarlarını tırnaklarıyla kazımaya uğraşıyordu. bu mezardan çıkmak, ne pahasına olursa olsun çıkmak, gerekirse bir başka mezara çıkmak, ama mutlaka çıkmak gerek.

    bu uzun, bu yorucu çabası ne kadar sürdü, kendi de nuttu. bir süre sonra zaman ve mekan duyusunu yitirdi. çok sonradır ki, topluiğne başı kadar bir ışık yakaladı duvarın birinde. ilkin bir yanılsama sandı, bir göz yanılsaması; yerini değiştirerek aynı noktaya bir kez daha baktı; hayır, yanılmamıştı. bir ışıktı bu. işığın çevresini kazımaya başladı. işığın çevresi genişledikçe kurtuluş umudu artıyordu camsap'ın. sonuçta başını sokabilecek, gövdesini geçirebilecek genişlikte bir delik açmayı başardı .
    bu onun ilk utkusuydu.
    önünde uzun, geniş bir bahçe alabildiğine uzuyordu.
    bir masal üklesiydi burası.
    ya da bir ülke masalı.
    bunu daha ilk anda sezmişti; bahçenin büyüsü bir masaldan kaçırılmış gibiydi. açtığı delikten geçmeyi başardı ve bir başka ülkenin topraklarına ayak bastı.
    başka bir zamanın takvimi, başka bir mekanın iklimi başlamıştı artık.
    ayak bastığı yer şahmeran'ın ülkesiydi.
    ancak bunu daha sonra anlayacaktı.
    şimdi, yalnızca bulduğunun büyüsünü, bilenmiş umudunun tansığını yaşıyor. bu bahçe bir gözbağı gibi gözlerinin önünde uzuyor, uzuyor, uzuyor.
    masalın burasında sözlerine ara verdi ustam.
    "bu günlük bu kadar yeter," dedi. "yarın kaldığımız yerden sürdürürüz."
    hiç sesimi çıkarmadım.
    gece yattığımda şahmeran'ın ülkesini düşledim. uyuyakalmışım... (30. sayfanın sonu)

    ustamın ellerine bakıyorum. kalem tutuşuna, çizgi çekişine, parmaklarınn kıvraklığına. elleri bir su gibi akıyor tezgahın üzerinde, bir güvercinin kanat çırpışı gibi sekip duruyor. çizgiler, renkler elinin, kaleminin altından kayıyor sanki. onun eline bakarken kendi elim titriyor; küçücük elim pek zavallı, ama ellerinin tezgah üzerinde kanat çırpar gibi sekişine hayıflanıyordum. hem kızıyor, hem imreniyor, hem kıskanıyordum onu.
    ustam demişti ki: "usta ile çırak arasında her şey, ama her şey konuşulmalıdır. konuşulmadık hiçbir şey kalmamalıdır. usta ile çırak töresidir bu."
    oysa ben, duygularımı söyleyip söylememekte kararsız kalmıştım. ustama karşı bunları duyumsamak utandırıyordu beni. öte yandan duygularımı ele geçiremiyordum. uzun uzun düşünüp taşındıktan sonra söylemekten vazgeçtim, daha doğrusu söylemeyi erteledim. düşündüm ki, ilerledikçe ben de beceri kazanacağım, ellerim onunkiler gibi çabucak sekecek tezgahın üzerinde. o zaman ne kızacağım, ne kıskanacağım.
    eşit olacağız onunla, eşit olunca daha rahat seveceğim onu, ne kızacağım, ne kıskanacağım...
    o zaman öyle sandım.
    ilerledikçe...
    "nerede kalmıştık?" dedi.
    "şahmeran'ın ülkesinde," dedim.
    bir masal bahçesiydi burası, ya da bir bahçe masalı. geniş sekileriyle ince damarlı mermer bir avlu göz önünde alabildiğince uzuyor, insandaki ufuk duygusunu ortadan kaldırıyordu. avluyu çevreleyen uzun sütunların gerisinde başka renkte bir gökyüzü vardı sanki; bir ikinci güneş ağır ağır batıyordu. mavili, yeşilli çinilerle çevrelenmiş büyük havuzun ortasında rengarenk bir serinlik veriyordu. bu sessizlikten bir umut bekliyordu camsap. kendini yeryüzüne yeniden döndürecek bir tınsığın bu sessizliğin içinden çıkagelmesini istiyordu. ansızın cennetin niye büyük, çok büyük bir bahçe olarak betimlendiğini anladı. cennet umudunu anladı. insan yalnız ve uamrsızken ne kadar çok şeyi birden anlıyordu.
    sessizliğin gücündendi bu.
    (bahçe ve cenneti düşündüğü sıra bir yandan da gözleri bahçeyi tarıyor.) bu büyük bahçede bir tek elma ağacı yoktu. bunun büyük, çok büyük bir unutkanlık olduğunu düşündü.
    camsap, ağır ağır bahçenin ortasına doğru ilerliyordu ki, avlunun sağından yüksekçe bir sekinin üzerinde göz kamaştırıcı büyüklükte ve güzellikte bir taht gördü. tahtın üzerini sayısız renkte değerli mücevherlerle süslenmiş, sedef kakmalarla bezenmiş, oymalarla işlenmişti. sonsuz ve sınırsız bir gücü, sarsılmaz bir hükümdarlığı imliyordu. tahtın eteklerindeki basamaklara vardığında bu bahçenin rüyasına çok uygun düşen birçok ifritin, yılanın, ejderin birdenbire bahçeye doluştuğunu gördü.
    sessizlik en korkutucu yerinden yırtılıvermişti.
    az önce bu bahçeyi bulduğunda, sessizliğin ve serinliğin ortasına çıktığında, az sonra hemen kurtuluverecekmiş gibi bir duyguya kapılmış, hatta akşam evde olacağını düşlemişti. oysa şimdi duyduğu bu korku, bu şaşkınlık her şeyi silip, yerini yoğun ve derin bir umasızlığa bırakmıştı. cennetin de pek güven verici bir yer olmadığını düşünüyordu şimdi. insanoğlunun o sonsuz tedirginliğini hiçbir şeyin, hiçbir yerin dindiremeyeceğini kavradı; o kesin sessizlikten, yani ölümden başka. öldükten sonra yaşam olmamalıydı.
    ansızın rengarenk dumanlar savruldu havaya, her duman bulutu incecik bir gökkuşağı çiziyor, sonra bembeyaz dumanların içinde eriyip gidiyordu. bir süre sonra göz gözü görmez oldu (yani, camsap'la, yılanların, ifritlerin, ejderlerin gözü) her yeri sis bulutları sarmıştı. yumak yumak bir beyazlık kuşatmıştı tüm bahçeyi. az sonra dumanlar durulup, her şey eski yerini almaya başlarken sislerin arasından kocaman bir ifrit belirdi. büyük bir vakar içinde başından gümüş bir tepsi taşıyordu. tepsiyi getirip tahtaın üzerine bıraktı, gerisin geriye saygıyla çekildi.
    tepsinin içinde şahmeran vardı.
    tepsinin içinden, tahtına doğru süzüldü.
    camsap büyülenmişti. olduğu yere ağır ağır çöktü, dizlerinin üstündeydi şimdi.
    şahmeran'dı bu tanımıştı.
    suretinin nakşedildiği onca levha görmüştü. hiçbiri de şahmeran'a benzemiyordu, ama hepsinde de şahmeran'ı anımsatan bir şey vardı. ne var ki şahmeran'ın öyküsünü bilmiyordu. hiç duymamıştı, hiç dinlememişti, merak edip sormamaıştı bile. eğer bu öyküyü bilseydi, bu öyküdeki yerini bilseydi her şey başka türlü mü olurdu? bunu şimdi bilemeyiz. artık bilemeyiz...
    "ülkeme hoşgeldin," dedi şahmeran. "sakın korkma; çevrende gördüğün yılanların, ifritlerin, ejderlerin hepsi de dostumdur benim, yardımcımdır. sana hiç kimseden zarar gelmez burada."
    demek, şahmeran için bunlar birer "kimse" diye düşündü camsap.
    herkesin yaşamında başka "kimse"ler vardır.
    "benim adım yemliha'dır. yeryüzündeki bütün yılanların padişahıyım. insanoğlu ve tebaam beni şahmeran diye tanır. burada benim himayemdesin, hiçbir korku seni tehdit edemez. lakin buraya nasıl geldiğini ve burada ne aradığını anlatmalısın bana."
    camsap bunun üzerine aldı sözü ve buraya gelinceye dek başından geçenleri birer birer anlattı şahmeran'a.
    şahmeran, camsap'ın anlattıklarını dikkatle dinledikten sonra, düşünceli düşünceli başını salladı ve dedi:
    "demek insanoğlu yerimizi bir kez daha buldu. bu demektir ki, bize artık rahat yüzü göstermeyecek."
    camsap hemen atıldı, dedi:
    "beni kuyuda bir başıma bırakan, yazgıma terk eden arkadaşlarımdan söz ediyorsanız eğer, onlardan çekinmeniz için hiçbir neden yok. onların en çok unutmak istedikleri şey, o kuyu, o kuyuda ölüme terk ettikleri ben, yani ihanetleridir."
    şahmeran: "onlardan ya da senden söz etmiyorum yâ camsap," dedi. "insanoğlundan söz ediyorum."
    "hepsini bir tutarak haksızlık etmiyor musunuz?" dedi camsap.
    "hayır," dedi şahmeran. "insanoğlu ihanet eder. bu yüzden bir tek insan bile yerimizi bilmemelidir; gizemimize ortak olmamalıdır. çünkü yaşaması gizliliğine bağlı olan yaratıklarız biz. düşün ki sen buraya geldiğinde nasıl bizlerden korktuysan, ben de seni görünce korktum. dikkat et "senden korktum" demiyorum, "seni görünce korktum" diyorum. insanoğlu ile bir vazgeçtim vardır benim. bundan çok yıllar önce bir kez güvenmiştim ona. bir kez sınamıştım onu. daha sonra bedelini çok büyük ödedim bu güvenin. bu yüzden de bir kez daha ihanete uğramak istemiyorum yâ camsap. ihanet bir kez bile tatmış olmak, yüreğin bir yerini onarılmaz kılıyor; derinden, çok derinden kopan bir şey bir daha geri gelmemecesine yitip gidiyor. sevdiğinin, güvendiğinin, inandğının ihanetine uğramaksa anlatılır, katlanılır, dayanılır bir acı değil. insanoğlunun yüreği çabuk çürür. bana gelince, yalnızca kendimi değil, tebaamı da düşünmek, korumak, kollamak zorundayım. onların güvenliğini kendi zaafımdan ötürü tehlikeye atamam. anlıyorsun değil mi? haksızlık olur bu, bencillik olur, kötülük olur."
    bana güvenmenizi isterdim," deci camsap.
    "ben de isterdim," dedi şahmeran.
    uzun ve kesin bir sessizlik oldu. güneşin batışıyla birlikte kararan bahçenin dört bir yanını doldurmuş olan ifritler, yılanlar büyük bir saygıyla dinliyorlardı konuşmaları.
    sessizlik bir zaman daha sürdü.
    iç kanamasına benzeyen bir sessizlikti bu.
    camsap, bütün gücünü ve umudunu toplayarak, hiç konuşmadıkları, ama hep çevresinde dönüp durdukları o büyülü konuya değindi:
    "yani, beni yeryüzü toprağına göndermeyecek misiniz yâ şahmeran?" dedi.
    şahmeran'ın sessizliği uzun sürdü: camsap yeniden söze başlamak gereğini duydu:
    "yerinizi kimseye söylemeyeceğime dair yeminler ederim size..."
    daha önce o karanlık kuyudan kurtulup, burayı bulduğunda akşama eve dönecekmiş gibi bir duyguya kapılan camsap, şimdi kendini hiç kurtulamayacağı bir kapana yakalanmış gibi hissediyordu. avucumuzda sandığımız şeylerin nasıl da ellerimizden kayıp gittiğini; tuttuğumuz, yakaladığımız, dokunduğumuz şeyleri ne denli çabuk yitirdiğimizi, yitirebildiğimizi düşünüyordu.
    "inanın bana n'olur," dedi. "bana inanmanızı, beni salıvermenizden daha çok istiyorum. inanın ölürüm de söylemem yerinizi, kimselere söylemem. yeter ki beni yeniden yeryüzüne, evime, ocağıma gönderin."
    "düşün ki yolun buraya bir ihanet sonucu düşmüş yâ camsap," dedi şahmeran. "iyi bir başlangıç değil bu. bir hianet sonucu gelmişsin ya buraya; yolun kötülükle belirlenmiştir artık. çünkü ihanet bir kere başlamaya görsün, kılık değiştirip sürer insan hayatında."
    "nasıl inandırabilirim sizi bilmiyorum ki," diye iç çekti camsap.
    "neye inandıracaksın?" dedi şahmeran. "sen şimdiki camsap olarak her yemini edersin, üstelik beni inandırabilirsin de; ama bir gün ihanet edecek olan şimdiki camsap değildir ki artık. gelecekteki camsap adına nasıl vaatte bulunabilirsin? onu sen de tanımıyorsun ki..."
    camsap umarsızlıktan ağlamaya başladı.
    şahmeran: "öyleyse dinle!" dedi "sana belkıya'nın hikayesini anlatacağım."
    "evet, belkıya'nın; bana ilk ihanet eden insanoğlunun. hazır mısın?" dedi şahmeran.
    "hazırım," dedi camsap.
    "hazır mısın?" diye sordu ustam.
    "hazırım," dedim.
    "öyleyse yarın devam ederiz," dedi.

    camsap'ın tutsaklığının bilincinde değildim henüz. işin serüven tadındaydım. camsap için kuyuya düşene dek herşey bir serüvendi -onun hayatı şimdi başlamıştı-; benim çiinse (ya da bizim diyelim, yani dinleyenlerin, yazanların, okuyanların) kuyuya düştükten sonra... hepimiz, herkes bir başkasının yazgısına seyiriydik.
    kim bilir belki de yazmak, okumak, dinlemek bir tersine büyüyle olacakları bizden uzak tutmak demektir.
    kimi zaman da yakın tutmak...
    çizerken ya da yazarken elimize bulaşan büyü, yani yarattığımızdan ellerime bulaşan büyü, bazı uzaklıkları yakın; bazı yakınlıkları uzak etmek içindi.
    o gece yatağımda camsap'ın serüveninin başladığını düşünüyor, heyecanlanıyordum; bundan sonra olacaklar camsap kadar beni de ilgilendiriyordu.
    camsap'ı düşünüp şahmeran çiziyordum.
    ama henüzbunun ayırdında değildim.
    bu hikayede beni şahmeran'dan çok camsap'ın ilgilendirdiğini, nedense sıra şahmeran'ın yüzünü çizmeye geldiğinde ayrımsadım. bu yüze ne koyacaktım ben? çizdiğim birkaç şahmeran, şahmeran'dan çok camsap'a benziyordu. bendeki camsap'a.
    kaygıyla büyümüş gözler, yazgısını başkasına teslim etmiş bir yüz. bir tutsak bekleyişi...
    sonra, çok sonra düşündüm ki bilmeden de olsa çizdiğim şahmeran doğrudur. çünkü şahmeran da tutsak değil miydi?
    varoluşunun ayrıksı kimliğine tutsak edilmişti bir kez. o görkemli, o kutsal, o güzel varlığı ne insanların, ne de yılanların dünyasında tam olarak yer bulamamış, arafta kalmış, kendi cehenneminde sessiz ve yalnız bekleyip duruyordu. tebaasının uyanışı bile kendi ölümüne bağlıydı.
    o sırada camsap'ı düşünrerek çizdiğim bütün şahmeranlar da bir yanlışın doğrusu vardı. insan kimi kez bir yanlıştan yola çıkarak ulaşıyordu doğru'suna...

    bütün yaşamım bir şahmeran hikayesi olmuştu artık. gündüz dükkânda (rengarenk ipliklerin, makaraların, levhaların donatytığı gerçeklik duygusuyla), gece de evde (karanlığın koyulttuğu boşlukta uyumaya hazırlanırken) şahmeran hikayesiyle iç içe, kucak kucağaydım. her şey benden o kadar uzaktı. ya da o kadar uzak görünüyordu. tüm yaşamımın gerçekten bir şahmeran hikayesi olduğunu daha sonraki yıllarda, daha büyük bedellerle, daha büyük acılarla anlayacak, kavrayacaktım.
    güzeli ve ölümü tanıdıkça...
    çünkü, daha henüz bir kuyuya indirilmemiştim, kendi kuyumun keşfine çıkmamıştım...
    daha vardı.

    3.
    belkiya'nin şahmeran'a ihaneti üzerine şahmeran'in anlattiğidir

    vaktiyle yuşa adında bir yahudi hükümdar var idi. zamanının çoğunu tevrat'a vermiş olan yuşa, tevrat'ın bir yerinde, musa2nın son yalvaç olmadığını okudu. son zaman tanrı elçisinin üstün niteliklerini, iyi huyunu, kutsal adaletini okudu.
    bunun üzerine aldı hükümdarı bir düşünce. gerçi son yalvacın risaletine daha çok zaman vardı. ama bu düşüncenin "hükümdarlığını" zayıf düşüreceğinden korktu. onun kavmi, kendi bilgilerini dünyanın tek ve mutlak bilgisi sanıyor; kendi doğrularını dünyanın tek ve mutlak doğrusu diye biliyordu. buna sonsuza dek inanmaya ve iman etmeye hazırladılar. bu gerçeğin açıklanması ise karışıklık çıkaracaktı. insanlarla inançları arasına tarihin uzaklığı girecekti. insanoğlu, kendinden sonraki kuşakların inançlarının ve yaşama biçimlerinin değişebileceğine inanmak istemez. kıskanır. eğer ölümsüzlük olsaydı kıskanmazdı. tevrat'ın sayfalarında saklı kalan bu gerçek gün ışığına çıksaydı, kavminin insanları değişimi, dönüşümü öğreneceklerdi.
    oysa;
    mutlaklık düşüncesi bir kez yıkılmaya görsün,
    hiçbir hükümdarlık dayanamaz.
    bunun üzeirne yuşa, kendini tarih yerine koyan büyün hükümdarlar gibi davrandı: tevrat'ın bu konuyu taşıyan sayfalarını söküp aldı tevrat'ın bağrından. tevrat'ı eksiltmeyi, tevrat'ı korumak sandı. çıkardığı sayfaları gümüş bir muhafazaya koydu, üzerini mühürledi. daha sonra bir küçük odaya koyup, kapısını kilitledi, sürgüledi. bununla da yetinmedi -ki yetinemezdi; bunca derin bir gizi ve gerçeği kendinde kilitleyemiyordu-. odanın etrafına bir duvar ördürüp gizledi.
    böyleylikle gerçek saklı kalır sandı.
    oysa bilgi de, hava gibi, su gibi, güneş gibi bütün insanlığındır. onun insanlardan esirgemeye kimsenin gücü yetmez. yasaklar gerçeği yok etmez, yalnızca erteler. kaldı ki gerçek, kendisine ihanet edenlerden öcünü bir gün mutlaka alır.
    nitelim birkaç yıl sonra yuşa öldü.
    kimseye hiçbir şey söylemeden öldü.
    yerine oğlu belkıya geçti tahta.
    yuşa nereden bilebilirdi ki, herkesten gizlemeye çalıştığı bu gerçeğin en çok oğlunu tüketeceğini.
    ve bir gün hazine dairesini gezerken, kapalı duvarlar ardındaki bu odayı buldu belkıya. tevrat'tan eksiltilmiş bu sayfaları büyük bir heyecanla okudu. "yazı, karanlıkta ve gizlilikte beklemişti yıllardır; büsbütün güzelleşmişti." birdenbire yaşamının bütün boşluklarını bu sayfaların dolduracağını hissetti.
    gerçek gözünü kamaştırdı belkıya'nın.
    her şeyi unutturdu ona.
    kimsenin bilmediği bir şeyi biliyordu şimdi o.
    kimsenin bilmediği bir şeyi bilmenin büyüsüne kapıldı.
    tacını, tahtını kardeşine bırakıp abdal oldu; aradığı gerçeğe abdal oldu.
    kendi sahrasının kıyılarına ulaşmak için bir gün bir sahile vardı belkıya. deniz bütün serüvenlere çağırıyordu. rüzgar yazgılı yelkenleri gördü; büyük gemiler; güneş tenli, yolsun gözlü deniz adamları gördü. bir gemiye binip açık denizlere çıktı belkıya. gemi, şam'a doğru yol alıyordu. son zaman elçisini arayacaktı o topraklarda.
    belki son zaman elçisi, kendisi bile bilmiyordu son yalvaç olduğunu. bunu ona belkıya anlatacaktı.
    gemi, şam'a doğru yol alıyordu.
    belkıya düşüne doğru yol alıyordu.
    bir kez yola çıkmıştı artık.
    birkaç gün sonra gemi, ıssız bir adaya uğradı. koyu yeşil gür bitkilerini, nemli deniz rüzgarlarının araladığı, bol yemişli bahar kokulu sessiz bir adaydı burası. denizin üzerine uysal bir kedi gibi uzanmıştı.
    denizciler arasında "uyku adası" diye bilinirdi. tropikal çiçeklerin uyuşturucu kokuları, adını kimsenin bilmediği açağçarın etli, geniş yaprakları, adanın derin ve kesin sessizliği uykuya çağırırdı insanı.
    deniz adamları adanın dört bir yanına dağılmış, adını ve tadını bilmedikleri yemişlerden topluyor, kumanya tazeliyorlardı. belkıya da bir süre onlarla birlikte gezdi, yemiş topladı, daha sonra yalnızlığı sevmenin alışkanlığıyla onlardan ayrıldı, yorgun gövdesini bir ağacın altında dinlendirmek istedi. deniz yolculuğunun sersemlettiği başını bir ağacın gövdesine dayayıp uyuklamaya başladı. az sonra uçuk renkli çiçeklerin bayıltıcı kokuları deniz rüzgarının mışıltılı ninnisi belkıya'yı derin uykulara sürükledi.
    gözlerini saatler sonra açtığında herkesin gitmiş olduğunu gördü, geminin kendisini adada unutup, denize açıldığını anladı. son bir umutla sahile indiyse de, sahil bomboştu. uyku adası bir keez daha alıkoymuştu birini. bir yolcu daha koparmıştı kendine uğrayan gemilerin birinden. "yalnızlıkta adımlar hep aynı yere getirir insanoğlunu. belkıya da ne kadar dolaşırsa dolaşsın hep o ulu ağacın gölgesinde karar kılıyordu." yazgısının döngüsü başlamıştı.
    umarsızlık içinde geçirdiği birkaç günden sonra, sazlıkların arasında bulduğu eski bir kayıkla sonu belirsiz bir serüvene açıldı yeniden. artık yaşamının bundan sonrasını denizin akışına bırakmıştı...
    birkaç gün suların akıntısına göre çalkalanarak yol alan kayık, bir gün benim bulunduğum adaya baştan kara etti.
    bu ada benim adamdı. belkıya karaya çıkıp da biraz dolaşmaya başlayınca, ifritlerimden birine rastladı, az sonra bir başkasına, bir başkasına daha. korkup kaçmaya çalıştıysa da, çevresinin ifritlerle, yılanlarla sarılı olduğunu gördü.
    seslendim ona:
    "ey insanoğlu! gördüğün ifritlerden, ejderlerden korkma! yaklaş yanıma! çekinme, yaklaş!"
    yaklaşınca sordum:
    "şimdiye değin insan ayağı basmamış bu adada işin ne? nereden geliyor, nereye gidiyorsun? ne arıyorsun bu açık denizin ortasında?"
    belkıya öyküsünü uzun uzun anlattı.
    ağırbaşlı, vukur edası etkilemişti beni. belli soylu biriydi, dolgun bir yüreği vardı.
    görür görmez sevmiştim belkıya'yı. zaten hep görür görmez sevdim.
    "benim adım şahmeran'dır," dedim. "bu ada da payitahtımdır. var olalı beri daha insan ayağı basmamıştır buraya."
    madem ki tılsımı çözdüldü;
    belkıya gitmeyi diledi benden...
    "olmaz," dedim. "hiç olmaz! adama ayak basan insanoğlu ömrünü burada, tamam etmek zorundadır. seni salıversem şimdi insanlar yerimizi bulurlar; bu da soyumuzun sonu olur."
    "yerinizi kimseye, ama hiç kimseye söylemem!" dedi belkıya. gülümsedim.
    "belli olmaz yâ belkıya," dedim. "insanoğlu ihanet eder böyle öğretilmiştir bize."
    "peki ya siz sınadınız mı bu öğretileni?" diye sordu.
    "hayır," dedim. "olmazı sınamanın kime ne yararı var?"
    belkıya dinlemedi beni, uzun uzun yalvardı. yalvarışı bile ağırbaşlı, ödünsüz ve vukurdu. yalvarmaktan çok, hakkını istiyormuş gibiydi.
    dedi ki: "burası benim yurdum değil."
    dedim: "sen yurduna gitmiyorsun ki..."
    dedi: "kim bilir belki de aradığım şeydir benim yurdum. düşün ki, ben bu uğurda tacımı tahtımı bıraktım, bu adaya nasıl sığarım?"
    düşündüm: belkıya düpedüz bir insan değil. bir gerçeğin ardından koşuyor. bir düşüncenin, bir inancın, bir insanın... böyle biri, bir gizi korumak pahasına ölmeyi göze alabilir. bir gizi korumasını, saklamasını bilir. canına sahip çıktığıı kadar sözüne de sahip çıkabilir. bir gizin, bir davanın önemini, kutsallığını kavrar. ( o zamanlar öyle sanırdım.) ama ya ihanet ederse, işte o zaman gene aynı noktaya dönecektim: insanoğlunun doğasına, dönekliğine... kısacası, belkıya'nın ihanetini göze alamıyordum. herhangi bir insan olmayışına, sıradan bir insan olmayışına bu denli güvenmek doğru muydu? bilmiyorumdum. kararsızdım. üstelik kötüsü belkıya da bu kararsızlığımı sezmişti. üstüme üstüme geliyor, ısrar ediyordu.
    belkıya'nın ihanetinden çok, belkıya'nın ihanet edebileceği düşüncesinden korkutuyordu beni. bunun insanoğlunu sınamaktan çok, belkıya'yı sınamak olduğunu daha o zamanlar seziyor, kararımdaki "duygu" payından korkuyordum.
    çünkü sonuçta insanoğlulları arasındaki tüm ayrımlar silinecek; ve ben insanoğlunun doğasına, dönekliğine varacaktım.
    "bana dokunmayan yılan bin yaşasın," diyen insanların ayırdında olmadıkları bir gerçek var ki: bir gün, yani uyanma günümüz geldiği gün, bütün yılanlar dokunacak.
    "hangi gündür o gün?" diye sordu belkıya.
    "benim öldüğüm gün," dedim. "ya da öldürüldüğmün yeryüzündeki bütün yılanlarca öğrenildiği gün..."
    konukluğu birkaç gün daha sürdü belkıya'nın. üstelik sana anlattığım gibi, ona anlatacak bir şeyim de yoktu...
    birkaç gün sonraydı ki, bir kayığa bindirip salıverdim belkıya'yı. gideceği yönü gösterdim, uğurladım gitti. bu, onu son görüşüm oldu. ama hiç unutmadım.
    ayrılırken dedim:
    "seninle ilk ve son karşılaşmamız bu."
    ilk ve son... her şey, hepsi bu kadar...
    oysa, onu bir kez daha görmek isterdim, bir kez daha, bir kez daha birkez daha, hep. yok hayır istemezdim; çünkü bu ancak bir ihanet pahasına olabilirdi.
    nitekim belkıya'yı uzun bir zaman sonra, yani bana ihanet ettiğinde bir kez daha görecektim. ama bu belkıya, benim tanıdığım, benim salıverdiğim, benim uğurladığım ve benim sevdiğim belkıya değildi. inancına ihanet katmıştı. inancının en çok öğrenmesi gereken şey, sabırdır. belkıya ise aradığı gerçeği, ya da düşü, kendi ömrüne sığdırmak istedi. oysa "gerçeklerimiz" ya da "düşlerimiz" çoğu kez bizim "müddet-i ömrümüzü" aşarlar. belkıya'nın bilmediği de buydu işte. uğruna ömrünü ortaya koyduğu şeye, ömrü içinde ulaşmak istedi. zamanı gelmemiş bir inancın yükünü taşıyamadı. hem kim bilir belkıya onu aradığında belki de son zaman elçisi daha doğmamıştı bile; ya da
    daha çok vardı. belkıya'nın ivecenliğine, ardına düştüğü gerçek kadar, kendi ölümlülüğünün bilinci, o bencil bilinci de yol açıyordu. tüm bunlar belkıya'nın bilmedikleriydi. ihanetinde, sabırsızlığının ve bilgisizliğinin payı vardı.
    tuttu ukap'ın aklına uydu.
    ukap kim diyeceksin?

    devam
  • masal içinde masal anlatan ancak bu halkaların arasında belkıya' nın hikayesinin -cihanşah' ı anlattığı kısımların dışında- sıkmasını saymazsam (mesaj kaygılı olmasından kaynaklanıyor olabilir oysa bu da masalların vazgeçilmezidir.) kürk mantolu madonna' dan sonra bugüne değin okuduğum en güzel türkçe metin, cenk hikayeleri' nin de başlangıcı aynı zamanda.
  • murathan mungan'ın cenk hikayeleri adlı kitabında yer alır.

    sinemacı olsam puslu kıtalar atlası ile beraber filmini çekmek için yanıp tutuşacağım iki hikayeden biri olurdu. her ikisi de ana dilimde yazılmış, dünya standartlarında fantastik ve hayal gücünü zorlayan hikayeler.
  • camsap: size ihanet etmeyecegime soz veriyorum.
    sahmeran: gelecekteki sen adina nasil soz verebilirsin? o baska biri, simdiki senin tanimadigi biri
    (bkz: hayatımın sözü.)
  • şu anda gülbeyaz dizisinde oynayan nejat işler'den nişantaşı'nda kitap satarken bilmem kaçıncı el olarak satın aldığım, içinden bir annenin oğluna yazdığı bir sayfalık mektup çıkan cenk hikayeleri kitabının ilk ve en uzun öyküsü.
    bu öyküyü okuduktan sonra insan düşlerine bir başka önem veriyor.
    okurken ender olarak yaşadığım, maceranın kimi yerlerinde öykünün kahramanı ile aynı heyecanı duymamı sağlamıştır mungan. saolsun.
  • murathan munganın sadrazam ile ulak ve dumrul ile azrail den sonraki en güzel öyküsü. cenk hikayelerini cenk hikayeleri yapmıştır bu öykü. yoksa o da kafdağının önü, kırk oda ve üç aynalı kırk oda gibi yavan kalacakmış.
  • iki şey söyler şahmeran defaaten camsap'a;
    "ben sana demedim mi ya camsap, insanoğlu ihanet eder."
    ve
    "zamanı gelmemiş şeylerin peşinde koşma."
  • ukap adında bir yahudi bilgin vardı beyrut elinde. bilgindi ama bilge değildi bu ukap. mühr-ü süleyman düşüne kapılmıştı bir kez. eski ahitleri, kara kitapları, cümle yazılı belgeleri, taş baskısı yazıtları okumuş ve kimi giz dolu bilgiler edinmişti.

    onlardan öğrenmişti ki, süleyman yalvacın sol elinde yüzük olarak taşıdığı bir mührü vardı. süleyman yalvaç, bu mührü sayesinde cümle hayvanlar, cinler, periler, insanlar üzerinde büyük bir kudret sağlamıtı. bu mühürle hepsine söz geçirebiliyordu, hepsini buyruğu altına alabiliyordu. bu mühre sahip olan, tıpkı süleyman yalvaç gibi dünyaya hükmederdi. ukap'ın bütün düşleri bu mügrün çevresinde dönüyordu artık. bu mührü ele geçirmek bütün dünyaya hükmetmek, düşlerinin tümünü gerçekleştirmek istiyordu. eski kitaplardan edindiği büyün bilgileri bir araya getiriyor, o mühre varmanın yollarını arıyordu.
    mührü, bir yüzük halinde süleyman yalvacın sol elinin orta parmağında duruyordu.
    süleyman yalvacın bozulmamış ölüsü bunca yıldır büyük bir taht üzerinde korunmuştu.
    bu taht bir büyük mağaradaydı.
    içi saray döşeli bu mağara, denizler ötesinde çok uzak bir adadaydı.
    o adaya gitmek içinse bir ot gerekli. şu bildiğimiz, gördüğümüz, ama gizini bilmediğimiz, tözünün değerini veremediğimiz otlardan biri. o ot ki, suyunu kaynatıp tabanlarına sürüldüğünde toprak üzerinde yürür gibi deniz üzerinde yürüten bir ot.
    o otu bulmak içinse, şahmeran'ı bulmak gerekti.
    şahmeran ki, onun gezinip dolandığı yerde cümle otlar dile gelip, gizlerini ele verir, ne işe yaradıklarını söylerler...
    demek ki, mühr-ü süleman'a giden yol, şahmeran'ın gezip dolandığı yerlerden geçecekti.
    dolayısıyla ukap'ın peşine düştüğü, izini sürdüğü şey yani düşünün ilk durağı, şahmeran'ın saklandığı yerdi.
    benim saklandığım yerdi.

    belkıya'nın ünü kudüs'te yayılmıştı. onun çok gezmiş, çok görmüş biri olduğu, bir bilge kişi, bir inanç adamı olduğu söyleniyor, hakkında söylentiler ağızdan ağıza yayılıyordu. çok gezmiş, çok görmüş biri, -hele o çağlarda, yaşadığı yerden başka hiçbir yer görmemiş kişiler için, doğdukları yerde ölenler için- kim bilir ne kadar ilginçti. çevresini birçok meraklı almıştı. herkes, onun hikayelerini dinlemek istiyordu. uzaklık, insanoğlu için tansıklı bir şeydir. uzak yerler, uzak ülkeler öteden beri insanoğlunun büyülü rüyasıdır. insanoğlu uzaklıkta ölümün ve zamanın imgelerini bulur.

    ukap da, belkıya'nın çevresini saran insanlar arasındaydı. onun anlattıklarını büyük bir dikkatle dinliyor, hikayelerinin boşluklarını yakalamaya çalışıyordu. ukap, belkıya'nın şahmeran'ı görmüş olabileceğini, yerini bilebileceğini tahmin ediyordu. düşüncelerini usul usul, sezdirmeden açtı belkıya'ya; koşulları eşit görünüyordu: biri mühr-ü süleyman'ın yerini biliyordu, öteki şahmeran'ın. bu iki bilgiyi birleştirdiklerinde, bütün dünya ellerinin altında demekti.

    ukap'ın doymak bilmeyen bir hırsı vardı. yüreği büyüdükçe bir horduma benziyordu; bütün dünyayı yutmak istiyordu. güce susamış biriydi ukap. bütün gece susamışlar gibi umarsız ve zavallıydı, ezik bir yaşam sürmüş, insanlar tarafından sevilmemişti. sürekli hakkının yenildiğini, yeteneklerinin ve değerinin bilinmediğini düşünüyordu. bütün insanların ve insanlığın ona ödemek zorunda oldukları büyük bir borcu varmış gibi davranıyordu. hayata karşı sıırsız bir öfke ve nefret duyuyordu. çok şey biliyordu, çok şey okumuştu, ama tüm bunları kendi için, kendi hırsı için edinmişti. bilmek, onun için para biriktirmek gibi bir şeydi. bildiklerinde sevgi eksikti, erdem eksikti; bildiklerini ekndi için biliyordu yalnızca; bu yüzden de hiçbir yere akmayan, ulaşmayan, hiçbir şey dönüşmeyen bir şeydi bildikleri, kendinde birikiyor ve kendini boğuyordu.

    bütün dünyası, kendisinden ve hortumundan ibaretti.
    oysa belkıya, ukap'ın gerçek yüzünü göremedi: "aşk gözlerini kör etmişti onun, beni bile kullanabilirdi bu uğurda. yoksa aşkın doğruluğu nerede kalır?" ukap'ın düşüncesinin çarpıcılığına kapıldı, bu düşüncenin her şeyi çabuklaştırıcı, erkenleştirici gücü, belkıya'yı ivecenliğe uygun düşünüyordu. "belkıya kandı; aramanın bulmakla bir olduğunu sandı."

    beni ele verdi.
    verdiği sözü uınuttuğundan mı? değil.
    amacına ulaşmak için her yol mübahtır sandı. ulaşmak için her yolu mübah kılan bir amaç, zaten artık kendi olamazdı. belkıya birçok şey gibi bunu da bilemedi. bu uğurda herkesi, her şeyi kullanabilirdi. ama geriye ne kalırdı? bunu düşünemedi.

    gizlice adaya gelip gizlenmişler, kapağı açık bırakılmış bir demir sandık içine bir billur kâseye süt, bir billur kâseye şarap koyup, beklemeye başlamışlar. şahmeran da olsa, yılan yılandır; süte, şaraba dayanamaz. önce sütü, sonra şarabı içtim, sızıp kalmışım tabii. ayıldığımda sandığın içinde ve denizin ortasındaydım. anladım ki tuzağa düşmüş, tutsak edilmiştim.

    beni kaçıranları görmemiştim daha.
    (ve uzun bir süre görmeyecektim.)
    sandığın içinden seslendim:
    "ey beni tutsak edenler! nedir amacınız? beni ne diye kaçırıyorsunuz? ne istersiniz benden?"
    ukap yanıtladı beni:
    (bundan sonra da hep o yanıtlayacaktı.)
    "ey şahmeran!" dedi. "sakın korkmayasın! ne sana, ne tebaana kötülük edecek değiliz. sen bizim amacımız değil, aracımızsın. bir şey arıyoruz biz. bir ot. onu bulmamıza yardım edeceksin yalnızca. onu bulduktan sonra, seni yeniden aldığımız yere bırakacağız, kuşkun olmasın. sen bizim tutsağımız değil konuğumuzsun."
    "ne otudur aradığınız?" dedim.
    "deniz üzerinde toprak üstünde yürür gibi yürüten bir ot," dedi ukap
    "ne yapacaksınız op otu?" dedim.
    "yedi deryalar geçeceğiz, mühr-ü süleyman'a varacağız. böylelikle bütün dünya avucumuzda olacak. dünyayı ele geçireceğiz, bütün dünyayı..."
    daha o zaman anladım ki, ukap, tutkusunun kurbanı olacak. bu tutku yakıp kavuracak onu. dünyayı ele geçirmek isteyen nice kişinin sonu kendi ateşiyle kavrulmak olmuştur. bunlar pişmanlıkların en kötüsüyle ölürler. çok gördük bu örnekleri, göreceğiz de... dünyayı ele geçirdiklerini sandıkları anda bile yanılgıların en büyüğünü yaşıyorlardır. halkın coşkusuna, delice alkışlarına, kayıtsız şartsız boyun eğişine yenilmişlerdir. buyurmanın gücü kısa sürede kör etmiştir onları; artık hiçbir şeyi görmez olurlar. bu da sonları olur. ukap'ı gözümün önüne getirmeye çalıştım: sivri çenesinde, sivri bir sakal taşıyan, iri, patlak, korkak gözleriyle dünyaya hayret ve kuşkuyla bakan, yüzündeki çizgilerin her biri doymak bilmeyen bir ihtirası ifade eden, elleri titreyen, kendi titreyen; ne zekâsı, ne yeteneği, ne kişiliği tutkularına yetmeyen biri. kendini ele geçirememiş böyle bir kişi dünyayı ele geçirse ne olur? çok gördük bu örnekleri, göreceğiz de... ,bu yüzden durmadım üzerinde.
    "tutsağımız değil, konuğumuzsun..." demişti.

    bu zorunlu konukluk tam kırk gün sürdü. dağ, taş, bağ, bahçe, çayır, çimen dolaştık durduk. sonunda bulduk o otu.
    hemen kaynatıp ayaklarına sürdüler. yürüye yürüye adama kadar geldik.
    beni ilk kez o zaman çıkardılar sandıktan. belkıya'yı ilk kez o zaman gördüm. her şeyi anlamıştım.
    göz göze geldiğimizde başını önüne eğdi.
    içimi yokladım: içimde hasrete benzeyen bir şey yoktu.
    bu, benim sevdiğim belkıya değildi.
    "ben sana söylemiştim yâ belkıya," dedim. "insanoğlu ihanet eder."
    hiç ses çıkarmadı.
    pişman değildi belli, ama acı çekiyordu.

    4.

    bu ihanetin ortasında bile belkıya'nın ukap'tan ayrılığı ortaya çıkıyordu. bana ihanet eden, çektiğim acıyı da anlıyordu.

    belkıya'nın utancı geçecekti biliyorum. buradan ayrıldıktan sonra, benim varlığımdan kurtulur kurtulmaz unutacaktı her şeyi. (daha önce de unutmuştu.) aşk onun gözlerini kör etmişti. onu anlamadığımı düşünüyordu, ya da bunun bir ihanet olduğunu bile düşünmüyordu. oysa, ihanet bir kez başlamaya görsün, neresinden olursa olsun, herkesi, her şeyi kirletir.

    "vazgeçin süleyman mühründen," dedim. "çünkü vakit gelmedi. çünkü o sizin olmayacak. çünkü o herkesindir. çünkü siz onu taşımayı bilmezsiniz. o denli sınırsız bir güç, o denli sınırsız sorumluluk, bilinç ve erdem gerektirir. kaldı ki o denli sınırsız güç, insanoğlunu ne olursa olsun, kim olursa olsun baştan çıkarır, zaaflarına yenik düşürür. dolayısıyla o, herkesin olacak. hem sandığınız gibi yedi deryalar ardında değil, gözlerinizin önündedir. oysa, insanoğlunun yaşamında değerini en çok bilmediği şey, gözlerinin önündekilerdir. örneğin, sizler benimle dağ bayır dolaşırken ne fırsatlar kaçırdığınızın farkında bile değildiniz; gözleriniz öylesine bağlanmıştı ki, saplandığınız düşünceden başka her şeye öylesine kapalıydınız ki, çok daha önemli, çok daha büyük fırsatları kaçırdığınızı anlamadınız bile; çünkü aradığınız otun dışında hiçbir şeyi görmüyordu gözleriniz."

    "kaçırdığımız hangi fırsatlardır?" diye atıldı ukap. kanlı gözleri iri iri açılmıştı.

    "bir kez beni ele geçirmek kolay değildir. bunu başardığınıza göre yaşamınızda elinize bir kez geçecek olan bu fırsatı iyi değerlendirmeliydiniz. geçtiğimiz yerlerde yüzlerce, binlerce ota rastladık. hepsi de dile gelip, tözündeki gizi ele verdiler.

    biri dedi: ben gençlik oturum, kaynatıp suyumu içen bir daha hiç yaşlanmaz. duymadınız bile,

    biri dedi: beni hangi maddeye sürersen altına dönüşür, hiç yoksulluk çekmezsin. duymadınız bile;

    biri dedi: ben ölümsüzlük oturum. ölümsüzlük bağışlarım insanoğluna. insanlığın en eski düşüyüm. suyumu içen hiç ölmez. duymadınız bile;

    duymadınız; çünkü yanlızca aradığınız şeye kilitlenmiştiniz; kulaklarınız yanlızca duymak istediklerinizi duyuyordu.

    mühr-ü süleyman'ı o kadar istiyordunuz ki,onu edinseniz bile ne yapacağınızı, nasıl kullanacağınızı bilemezsiniz. yaşamını yanlızca ihtiras üzerine kuran kişiler için amaç diye birşey yoktur. amaç sürekli değişir. mutlak olan ihtirastır, ne olursa olsun ihtiras... dolayısıyla ihtiras sanıldığının tersine amaçsız bir şeydir. size son kez söylüyorum: vazgeçin süleyman mührinden. ısrarınızda direnirseniz encamınız ölümdür!"

    ukap, yeniden denmemiz, o otları aramamız için yalvaracak oldu. gözlerinde pişmanlık ve yakarı okunuyordu.

    ancak gülümseyebildim bu öneriye.

    "her tuzak yalnızca bir kez içindir," dedim. sonra ekledim: "fırsatlar da tuzaklar gibidir."

    belkıya'yı ukap'tan ayrı kılan şey hatırına belkıya'ya sopkuldum:

    "oraya gitmeye kararlı mısın?" dedim.

    başını salladı; gözlerini kaçırıyordu benden. anladım sonuna kadar gidecekti. göze almıştı.

    dedim: "ya belkıya! sen bilmiyorsun ki, ukap'la sen aynı şeyin peşinde değilsiniz. sen seviyorsun, arıyorsun; oysa ukap sevmiyor, hiç kimseyi, hiçbir şeyi sevmiyor. bu yüzden sana son bir iyilikte bulunmak istiyorum. son bir öğüdüm var, yalnızca senin için bir öğüt: eğer oraya dek gitmeyi başarırsanız, mühr-ü süleyman'ı almaya sen kalkışma; bırak ukap davransın. bunu niye olduğunu ancak o zaman anlayacaksın. bu senin için yapabileceğim tek ve son şeydir. bu sözlerimi olsun sakın unutma..."

    ve denizin üzerinde iki mavi bedevi gibi uzaklaşıp gittiler. ufukta kayboldular.

    arkalarından uzun uzun baktım.

    bu giden hangi belkıya'ydı?

    onları serüvenlerinin çıkmazında bir başlarına bırakarak ifritlerimin arasına döndüm. başımdan geçenleri anlattım. yerimiz insanoğlu tarafından bolunduğu için, yeni bir yere, yeni bir gize taşınmamız gerekti... ifritlerim ve yılanlarımla kafa kafaya verip düşündük... sonra da gelip bu gördüğün yere yerleştik. uzun, sessiz yıllar geçti burada. oysa şimdi bir kez daha insan ayağı bastı toprağımıza; kuşkulu, korkulu günler başlayacak demektir. daha rahat yüzü göstermezler bize. şu yeryüzünde kendinden başka her yaratığı buyruğu altına sokmuştur insanoğlu. bir tek kendine söz geçirememiştir, söz geçiremez. gücü, güçsüzlüğü gizler. bu yüzden yüz yüze gelmek istemeyiz onunla. uyanış günümüze dek gizleneceğiz...

    5.

    çıraklığımın ilerleyen günlerindeydim artık.

    ustama söyeyip söylememekte kararsız kaldığım duygular yüreğime ağırlık veriyordu. ustamı kendime bir rakip, ya da kendi varlığım için bir tehlike olarak ne zaman hissettim, bilmiyorum. bir gün, şahmeran hikayelerini anlattığı günlerin birinde (galiba belkıya'nın ihanetinden ya da mühr-ü süleyman'ın ardındaydık daha) tezgahın başındayken doğruldu; ağır ağır kalktı yerinden, -arkaqsı dönüktü bana, sırtını görüyordum. birden onu ölüme ne kadar yaklaşmış olduğunu düşündüm. sırtı çökmüş, hafif kamburu çıkmıştı, elleri ne kadar uçarıysa, gövdesi o kadar ağırdı. sırtındaki o çöküklük, sanki bilmeden altına giriverdiği o kambur bana onun ölümünü sinsi bir sevinçle düşündürmüştü.ustam ölecekti. gözümün önüne çizdiği o ölümsüz şahmeran suretleri geldi. birbirinden güzel bu suretleri bu duygular ne yazık ki gerçekti. ustamı çok seviyordum.

    ilk kez, yaradanı, doğuranı, öğreteni, büyüteni, yetiştireni öldürmenin sevgisi, öldürerek o olmanın, onun yerine geçmenin bu vahşi isteğini o zaman öğrenmiştim. buna öğrenmek demek de pek doğru değil, "hissetmiştim" demeliydim. daha sonra usta-çırak ilişkimiz ilerledikçe anladım ki, benim varlığımın önünde en büyük engel olarak ustam duruyor. ulu bir çınarın gölgesindeydim ve hep öyle kalacağım. öte yandan ne kadar ustalaştığımı görmesini en çok istediğim insan gene ustamdı. bunu onun görmesini, buna onun tanık olmasını istiyordum. yani, o yaşarken gerçekleşmeyecek bir şeyi en çok onun görmesini...

    yani bir çeşit bir başka ölüm...

    neyse... ustalığın en çok gereksindiği şeyin sabır olduğunu anlamama daha çok vardı.

    camsap'ın sorduğudur

    şahmeran hikâyesini büyük bir dikkatle dinleyen camsap, hikayenin burasında duraksadı. hikayenin dönüp dolaştığı yer , insanoğlunun ihanetiydi.

    "yâ şahmeran!" dedi. "hakkın var, ben de insanoğluyum. benden de kuşkulanmaktasın. ne ki sınanmamış bir kuşkudur seninki. beni tanımıyorsun sen, belkıya'yı tanıyorsun ve bütün insanlığı belkıya'yla bir tutuyorsun."

    "seni sınamanın bedeli çok yüksektir yâ camsap. yalnız kendi yazgım değil ki söz konusu olan. yalnızca kendi yazgımı senin ellerine versem çok dert değil; ama unutma, bütün tebaamın yazgısı buna bağlı, benim ölümüm aynı zamanda uyanışımızın muştusu, simgesidir. ya erken ölürsem, vaktinden evvel. hiçbir işe yaramaz bu. vakti gelmemiş süleyman mührü nasıl insan eline geçmediyse, benim ölüm de geçmemeli. ölümümü kollamak zorundayım, anlıyorsun değil mi?"

    "lakin burada olduğum sürece beni tanımamış olacaksın yâ şahmeran. denenmemiş, sınanmamış bir dostluğun yalancı güvenidir bu. senin mekânında ve senin koşullarındayım. elbette varlığım (ya da dostluğum) güven verecek sana. kof bir içerinci. oysa, gerçek sevgide yitirme korkusu vardır. sevileni herhangi bir eşya olmaktan çıkaran bir duygudur bu. gönder beni yâ şahmeran, sına beni, sana insanın bir belkıya olmadığını kanıtlama fırsatı ver bana. beni burada tuttuğun sürece öğrenemeyeceğin bir şeydir bu."

    "daha çok toysun yâ camsap! kendine çok güveniyorsun. sen de kendini denememiş, sınamamışsın ki. nereden biliyorsun kendini? doğru, burası benim kenânım, benim koşullarımdasın. ama yeryüzünün koşulları seni değiştirmeyecek mi? ihanete sürüklemeyecek mi? yeryüzüne ve suyüzüne çıkmış şeyler ne kadar saklı kalır? kalabilir? beni, burayı, şu yaşadıklarını anlatmak isteyeceksin; yüreğin dar gelecek saklandığın gize; başkalarıyla paylaşmak isteyeceksin yaşadığın, gördüğün şeyleri, böyle bir masal saklı kalmaz camsap. bir szö, bir anıştırma çıkacak ağzından ve her şey çözülüverecek sonra. işte bu kuşkuyla yaşamak istemem yâ camsap! hiç kimse yazgısını bir başkasına bu kadar teslim etmemeli..."

    camsap anladı ki, şahmeran bir süre daha alıkoyacak onu, kolay kolay salmayacak.

    "sıkma canını yâ camsap," dedi şahmeran. "yaz gelince kaf dağının ardına göçeceğiz... madem başladın bu masala, sonuna dek yaşa, kaf dağının ardını da gör, hem orası buralardan daha güzeldir; daha çok eğlenir, daha güzel vakit geçirirsin. ben de bu arada sana her gece belkıya öyküsünün bir bölümünü anlatırım," dedi.

    "ne kadar sürer bu?" diye sordu camsap.

    "bin masal gecesi," dedi şahmeran.

    süleyman mührü

    masal zamanı uzundur. belkıya ile ukap, ıssız deniz çölünün ortasında iki bedevi gibi yol alıp, yedi deryalar geçmişler... sonra varmışlar süleyman'ın adasına, varmışlar süleyman'ın tahtına... belkıya anımsamış şahmeran'ın sözlerini; varmamış süleyman'ın yanına. yıllardır bu anın hasretiyle yanıp tutuşan ukap ise atılıvermiş hiç düşünmeden.

    süleyman adasına yaklaşırken belkıya, uyku adasını düşündü.

    süleyman'ın uykusunu düşündü.

    uykusunda bekleyenleri, uykusunu bekleyenleri düşündü.

    bu kadar yoğun bir ışıkta nasıl uyuyordu? uyku karanlık istemez miydi? daha kaç fersah yolları vardı, ama adadan (adasından) taşan ışık bütün denizi, uzaklıkları, düşleri boğuyordu.

    adaya yaklaştıkça hem ışığa alışıyor, hem de ışığın keskinliğini daha şiddetle duyuyordu.

    koyu gür bitkiler, tansıklı ormanlar, tokat şiddetinde tuzlu rüzgarlar ve binbir baharat kokusuyla çevrilmişti mağarası.

    her yer, her yön kamaşmıştı.

    körleşmeye yakın bir karmaşaydı bu.

    gözlerini alıştırmak uzun sürdü. karanlığa alışmak gibi bir şeydi bu. o zaman anladı süleyman'ın nasıl uyuyabildiğini... ağır ağır yol aldılar. mağaranın ağzı, büyük, geniş, ürkütücü bir örümcek ağıyla kaplanmıştır. (kutsal kitaplarda daha sonra birçok yalvacın -özellikle son elçinin- saklandığı mağaranın ağzını örtmek için yeniden ortaya çıkacaktı bu örümcek.) usulca ağı delerek içeri girdiler. yıllardır beklemiş bir serinlik çarptı yüzlerine. karşıda som altından büyük bir tahtın üzerine uzanmış yatıyordu süleyman yalvaç. ölü gibi değil, uyur gibi yatıyordu. ölümün güzelliği ışıtıyordu genç, diri kalmış gövdesini. mağaranın içi bir saray gibi döşenmişti. yerlere dek inen ağır perdeler, ipekler, kadifeler, simler, nakışlar, sırmalar, dolamalar, sedefler, oymalar, kakmalar, altınlar, gümüşler, mermerler, çiniler içindeydi. serinliğin yumuşak rüzgarı arada bir bunları dalgalandırarak bu büyüyü büyültüyordu.ölümünü kuşatmış onca güzellik içerisinde uyur gibi ölüyordu. güneşin koyulttuğu bakır tenini iyice saydamlaştıran, yakası göğsünde dek açık bir giysi vardı üzerinde. ellerini göğsünde kavuşturmuş bekliyordu. dudaklarının kıvrımında belli belirsiz bir gülümsemeyi gizliyordu. mühür yazgısına bağlamıştı ölüsü/nün yazgısını.

    dünya sonsuz uykusundaydı demek;
    demek ki herkes bir uyanış bekliyordu.
    kavışmuş ellerinin kenetlendiği yerden dünyanın dört yönüne ışık saçan şimşirek taşından yüzük biriçimde yapılmış mührü parılparıl yanıyor. ilkin mağrayı, sonra adayı, sonra yedi deryaları, daha sonra da tüm dünyayı aydınlatıyordu. takvimini tarihini bekleyen bir ışıktı bu. ince, uzun parmaklarının taşıdığı bu mühre doğru yaklaşıyorlardı ki,, belkıya'nın aklına şahmeran'ın öğüdü geldi. keskin bir sızı yokladı yüreğini, ayakları geri geri çağırıyordu onu. ukap ise büyün dünyayı unutmuş, tepeden tırnağa titriyordu. süleyman'ın mührü karşısındaydı şimdi, onca yıllık düş bir kaç adımlık yola inmişti. birkaç adım ötesindeydi şimdi bütün uzaklıklar, bütün düşler. ileri doğru atıldı, tam yüzüğe dokunuyordu ki, yer sarsıcı büyük bir gürültüyle koskoca bir ejderha çıktı ortaya. soluğunda cehennemin yakıcı alevini taşıyordu. öfkeli gözleri çakmak çakmak yanıyordu, sanki cehenneme açılan bir kapının ağzında duruyordu.

    bir yanda mührün göz kamaştıran ışığı, çağrısı,
    öte yanda ejderhanın gözlerinde yanan öfkenin ve ölümün kavurucu ışığı,

    yalnızca görüntü düzeyinde bir ikilemdi bu ukap için.i tutkudan gözleri görmez olmuştu. bu yüzden de yüzüğe doğru ilerlemeyi sürdürdü. belkıya olacakları seziyordu, ama yapacak bir şey yoktu artık, ukap'ı hiçbir şey dururamazdı. yüzüğe değil, ölümüne gidiyordu. son adımını atmıştı ki, ejderhanın güçlenen, gürleşen soluğu ukap'ın tüm gövdesini sardı. belkıya'nın son gördüğü, ateşin sarıp sarmalayıp incecik bir alev saydamlığına dönüştürdüğü ukap'ın iri gövdesinin yokluğa doğru süzülüşüydü.
    işte bu kadardı.
    her şey bu kadar.
    birkaç saniye süren bu yok oluş, bir hiçlik için mi yaşamıştı bütün hayatını? bütün yaşamını anlamlandıran gövdesi incecik bir alev saydamlığına dönüşüp birkaç saniye içinde yere süzülmüştü.
    ansızın kalın, tok ve gizemli bir ses duydu, sütunların arkasından iri gövdesiyle ukap'a benzeyen, ama ykap olmayan bir adam, daha doğrusu, bir gölge sesleniyordu ona:
    "ey insanoğlu! daha vakti gelmemiş şeyler için canınızı niye tehlikeye atarsınız? süleyman mührü için daha vakit vardır; insanoğlu bu yakın, bu kirli ve bu kanlı tarihiyle süleyman mührünü taşıyamayacağını göstermiştir. daha çok yıllar gerekecektir bu ışığın kaynağına ulaşmaya. siz bu gücü elinize geçirecek kadar piştiniz mi? bu gücü kötüye kullanabilirsiniz. bu da insanlığın sonu olur. siz de kendi soyunuzdan olanların yıkımına yol açıyorsunuz erken tutkularınızla... kendi soyunuzu mutsuz edeceksiniz siz. bu sana bir ders olsun, haydi şimdi savuş git buradan!..."

    devam
  • murathan mungan'ın kayıtsız şartsız en güzel hikayesi, prima donnası.

    "şahmeran'ın bacakları bütün yollardadır..."
  • hikayenin içerisinden tırnaklayacak ve buraya aktarılacak bir öbek bulmak çok güç. tamamiyle bir bütün halinde, tek solukta kalbim çarpa çarpa okudum.
    hikayede neredeyse her karaktere girdim çıktım; her masal içerisinde farklı bir masala girdiğimde aklım yine diğer masallardan kopamadı.
    okuyucuda farklı farklı etkiler bırakan bir masalımsı hikaye.
    (bkz: cenk hikayeleri)
    (bkz: murathan mungan)
hesabın var mı? giriş yap