• sisman, beyaz suratli, cirkin adamlar ve kokono diye tabir edebilecegimiz asiri makyajli yasli kadinlar, soluk renkler. her sahne sadece tek bir acidan ve statik bir kamerayla cekilmis, kamera tüm film boyunca yalniz bir kere hareket ediyor, onda da dikkat etmediyseniz ruhunuz duymaz. olaylar bir sehirde geciyor. tüm yollar bosken bir ana yolda hic bitmeyen bir trafik, is yeri yanmis bir adam, onun siir yaza yaza delirmis evladi, dogum gününe herkes gelsin istedigi icin cezalandirilan (!) bir cocuk, is toplantisina gidip önemli bir belgeyi götürmeyi unutan bir baska adam; hikayelerin ortak yani hepsi de hayalkirikligi, ezilme, kücük düsürülmeyle ilgili.

    bir karenin icine o kadar cok seyi sikistirabiliyor ki yönetmen roy andersson... ayriyetten bariz bir karikatür estetigi var. her neyse diyecegim su idi, film 2000 yapimi. yeni yüzyilin ve gectigimiz yüzyilin modern toplumunu böylesine iyi anlatan, gitgide artan bir kabus atmosferiyle sinema denen icadin hakkini böylesine veren daha iyi bir film, 2000'den bu yana cekilmedi. kimi sahnelerde birden öyle bir mizansen kuruluveriyor ki, sanki mac izlermis gibi aniden koltugunuzda dogruluyorsunuz, "oha" bile diyemiyor, susup kaliyorsunuz. siir ve kabus cok az filmde böyle bir araya gelmistir. sinemayla alakadarsaniz yeni misyonunuz bu olsun. bu filmi bir yerlerden bulup izleyin.
  • bu zamana kadar izlemeyip erteleyenler bir an önce izlesin bu filmi.komedi filmi yazınca kuzey avrupanın ilgi çekici espiri anlayışıyla döşenmiş bir film bekliyordum.fakat çok daha derin ve entelektüel kaygıya sahip bir film,sürreal sinemanın en güzel örneklerinden biriyle karşılaştım.filmdeki bir kaç şeyi ekşide okuduklarımdan farklı yorumladım.filmde sadece 1 çocuğun olması ve filmin orta yaş ve yaşlılar üzerinden gitmesi gözden kaçırılmış.2000 yılı başlangıcı bazı insanlarca insanlığın sonu olarak yorumlanmaya başladı.dünya yaşlılaşmaya başlayacak ve insanlar bu dünyaya yeni bireyler yetiştirmek istemeyecekler.filmdeki küçük kızın öldürülmesinin nedeni doğum günü partisine herkesi çağırmayı istediği için değil de gençliği kurban etmek olarak yorumladım.böyle düşünmemi hemen sonraki sahnedeki diyalog ve atmosfer sağladı.(yaşlılar otelde yığılmış ve yerden kalkamayacak haldeydi.)
    -gençliğimizin baharını kurban ettik.daha ne yapabiliriz?
    şiir yazmaktan deliren adamın kardeşinin tesellisi de hoşuma gitti.insanlar şiirden uzaklaşıyor,sevmiyor görünüyorlar fakat senin(şairin) zamanı da gelecek,insanlar şiire karşı kayıtsız kalamayacak gibisinden teselli ediyordu.sistem insanların kendini doyurmak için kişiliklerinden,insanlıklarından ödün vermesini gerektiriyor.hal böyle olunca bu insanları nasıl suçlu sayabiliriz?(bkz: arkadaşından borç alıp daha sonra arkadaşı öldüğünde rahatlayan karakterimiz)
    -isa tanrının oğlu değildi sadece nazik bir insandı.bu yüzden ağladı.
    mobilyacı karakterimizin başta çarmıha gerilen isa figürlerini pazarlayıp çok para kazanacağını düşünürken sonradan ölü bir adam üzerinden para kazanmanın doğru olmadığını düşünüp bu figürleri atması çok zekici bir senaryonun en güzel yerlerinden biriydi.keşke din tüccarları da böyle bir geri dönüş yapıp keselerini doldurmaktan vazgeçseler.hristiyanlar da isaya rahat verseler.ayrıca filmi izledikten sonra niçeye aklım gitti.ne güzel yazmış;
    "tanrı öldü. tanrıdan geriye bir ölü kaldı. ve onu öldüren biziz. hâӀâ gölgesi beliriyor uzaklarda. kendimizi nasıl avutacağız, biz katillerin katilleri? neydi bıçaklarımızın altında ölümüne kan döken, dünyanın sahip olmuş olduğu bu en kutsal ve en kudretli şey: bu kanı kim silecek üzerimizden? hangi su var bizi temizleyecek? hangi teselli şölenlerinı, hangi kutsal oyunları icat etmek zorunda kalacağız? fazla büyük değil mi bize bu davanın yüceliği? buna layık olmak için birer tanrıya dönüşmeli değil miyiz?"
    filmin sonlarındaki eşya taşıma sahnesini de es geçmemek lazım.insanlar mutluluğa ve daha anlamlı yaşama özel mülkiyete son verdikleri zaman,doğa haline döndükleri zaman yani ilkelleşmeye başladıkları zaman sahip olabilirler.burjuvazinin ata sporu sayılan golf sopalarının bu taşınan(atılan) eşyalar arasında olması da çok anlamlıydı.
  • sabit kamerasıyla (tek bir plan hariç), akılcı batı dünyasının, zenginliğini neler üstünden sağladığını ve kendi kendini nasıl yok ettiğini, isveç'in geçmişi (eski genelkurmay), geleceği (mülakata alınan küçük kız) ve şimdisi (işyerini yakan ana karakter ve iki oğlu) üzerinden anlatan mükemmel bir film.
  • tavsiye ediyorum bu filmi izleyin. fakat lütfen kendinize hakim olun ve bu filmi kimseye tavsiye etmeyin.

    sizi derinden etkileyen ama ne anladığınızı ve hissettirdiğini ifade edemeyeceğiniz şiirler okur musunuz? uykudan uyandığınızda; başkasına anlattığınızda bir şey ifade etmeyeceğini bildiğiniz rüyanızın, sizi sarstığının ve hüzünlendirdiğinin farkına vardığınız olur mu? öyle işte.
  • üçlemenin ilk filmi, cannes özel jüri ödül sahibi. diğerleri: du levande ve en duva satt på en gren och funderade på tillvaron

    ingmar bergman filmin yönetmeni roy andersson için zamanında ''dünyanın en iyi reklam filmi yönetmeni'' demiş. ki sanırım haklı da, andersson bu filmini kendi reklam filmlerindekine benzer bir perspektife oturtup ''yıllarca kendisine işverenlerle, kapitalizmle, postmodern toplumla'' adına ne derseniz deyin; basit, gri ve sıkıcı bir tonda alay ediyor.

    dört yılda çektiği bu filmi kırk altı sahnede; her sahnenin kendi küçük dünyasına realist, soyutlayıcı, kafkaesk öğeler serpiştirip izleyiciye acımasız bürokrasiyi, aşağılanan bireyleri, o huzursuz iç sıkıntısını; orta yaşlı, yüzleri soluklaşmış bir toplum içinde izah ediyor.

    açıkçası teknik anlamda fazlaca ilginç buldum. çünkü; andersson statik bir kamera kullanıyor, belki bir iki sahnede kamera ileri geri gidiyor ancak asla kımıldamıyor denilebilir. reklam filmlerinde de aynı tekniği kullandığı için bu durumu biraz ironik buluyorum. resimlerin içindeki hikaye aynı açıdan ödün vermeden müzedeki bir tablo gibi hikayesini olduğu şekilde aktarıyor. sinemanın antitezini veriyor denilebilir belki de.

    luis bunuel'in filmlerine benzediği, özellikle the phantom of liberty ya da the milky way, söylenilebilir ancak sürrealist olarak nitelendirilebilir mi emin değilim. nitelendirilebilir heralde. toplantı sırasında hareket eden binalar, kaosun sokaklarda anlatımı, sıradışı bir şekilde bagajlarını yüklenen insanlar... jean luc godard'ı da hatırlamamak mümkün değil. ikinci kattan şarkılar derken yönetmen avrupa'yı mı yoksa isveç'in modernite içindeki yerini mi kastediyor emin değilim ancak genel anlamda alexis carrel'ın, yıllar önce sayesinde nobel ödülü aldığı, bireyini ikinci kat şeklinde kastettiğine şüphem yok.

    en çarpıcı sahnelerden biri ise masum ve küçük bir kızın şirketlerin, din adamlarının ve ailelerin toplandığı paganistik bir tören eşliğinde kurban edilişiydi. ''we have already sacrificed our youth can we do more'' her şeyi -neredeyse- okuyan, bilen yetişkinlerin küçük kızın doğum günü partisine herkesi çağıramayacağını belirtmeleriyle başlıyordu. aslında filmde hafif bir sosyalist hava sezmek de mümkün, zamanında sosyal demokrat parti için reklam yapmış biri için garip sayılmaz. bir de şair var akıl hastanesinde belki de en etkileyici sahneler onunkiler. yönetmen, perulu şair cesar vallejo'nun dizelerini de tekrar tekrar duyuruyor onun kardeşinin aracılığıyla: blessed be the one who sits down

    dahası benny andersson -eski abba üyesi, mamma mia!'nın bestecilerinden- bir isveç orkestrasını filme öyle güzel döşüyor ki özellikle metro sahnesine hayran kalmamak elde değil. monty python severler muhtemelen bu iskandinav filmini de beğeneceklerdir.

    unutmadan reklam filmleri şurada: https://www.youtube.com/watch?v=wzbqbhwrr3e
  • şimdinin l'age d'or ve il vangelo secondo matteo'sudur. beckett bu filmi görse hamiyetten gözlerinin yaşını tutamazdı.
  • "isa, tanrı'nın oğlu değildi. o sadece nazik biriydi. bu yüzden çarmıha gerildi."
  • metafordan metafora koşar adım ilerleyen bir acayip film. içinden çıkmak pek mümkün görünmüyor. işin aslı, içine girmek de kolay değil. yaşayanlar, ölüler, çalışanlar, kovulanlar, trafik, kaos, protesto, doğumgünü, idam, kundaklama, akıl hastalığı, ticaret, başarısızlık, cinsellik, korkular, sarhoşluk, öfke, kaza, sakarlık vs... insan böyle bi filmi rüyasında görüp de eşine dostuna anlatsa, kıçının açıkta kalmış olduğundan gayrı bi yorum katamazdı hiçkimse.

    o değil de, benim en çok merak ettiğim, toplantı esnasında yan binanın kıpırdamasıydı. ne anlama geldiği hakkında teorisi olan var mı kuzum?

    edit: typo
  • bir şeylere başyapıt demek pek bir yaygın, lakin bütün iç karartıcılığı ile, bir başyapıttır, en azından benim gözümde. bundan gerisi belki spoiler.
    --- spoiler ---
    şiir yazmaktan çıldıran adam, mülkiyeti için 'masadaki bir yemek' için, başkalarını sömüren insan. demir bir ses duyunca kaçışan fareler gibi kaçışan ölüler. ölü olup hala korkan, hala hesaplaşmanın peşinden boynunda ilmeği ile dolaşan karakterler.
    o bavulları taşımaya çalışırken, saplanıp kalan, modernliğinin altına böceğe dönüşmüş, yüzünün rengini kaybetmiş insanımsılar. fareler ile ölülerin tepkilerinin aynı olması tesadüf değil, ana kelly bir yerden sonra ölülerle yaşıyor tam anlamıyla, ama öyle bir delilik ki, yüzü beyaz olmayan (belki hala umudu olan garson kadın) bir garson hariç kimse delirdiğini bile farketmiyor.
    neden durduğu bilinmeyen, ama akmayan, asla yolculuğunu tamamlayamayacak olan arabalar, arabalar dolusu insanlar.

    son sahnede isa figürleri, ölünün üzerinden para kazanmak ne utan verici denilip, çöpe atılır. tam o sırada uzaktan uzağa bir grup insan görünür. gelme ve gitme eylemi beraber gerçekleşir o sahnede. sonra birden hızlanarak yaklaşırlar, en öndeyse, bütün bilgi/kültür/deneyimleri/okudukları bütün kitaplarıyla 'sorun'u bir türlü çözemeyen insanların, sorunu çözmek için kurban ettiği küçük kız vardır. yine de bir şey değişmemiştir, hiç bir şey çözülmemiştir, herkes sarhoş/yılgın/çaresizdir. kadının tabureye tutunarak defalarca yardım istemek için kalkması, aynı anda diğer bir karakterin burası neresi diye durmaksızın sorması, o korkunç çaresizliğin performansıdır zannımca.
    sanat eseridir, hasılı.
    --- spoiler ---
  • değer ve form arayışlarını birbiriyle bağlantılı küçük öykücüklerden oluşturarak izleyeni hipnotize etme etkisi gösteren roy andersson filmi.

    yönetmen, tek açıdan çekim yapan kamerasıyla hayatın akış halinde oluşunu bir pencereye sığdırmaya çalışmış ve izleyenin sembolik gerçeklere ulaşma gayesini ele almış. burada izleyen ve oyuncular arasında fark bulunmamaktadır; karşılaşılan olay örgülerinde izleyici de oyuncu gibi düşünce yapısını kullanarak zihne düşen atomlar gibi tepki verebilmektedir.

    valizler, golf sopaları, koridorlar, çarmıha gerilen isa figürü, testere, trafikte bekleyen araçlar ve kulağı delen gürültüsü kişisel bilinçliliğin bir parçasıdır. kişisel bilinçlilik içinde düşünceler sürekli ve uyuşuktur; uyuşukluğun yerini ise uç heyecanlar alır.

    film, bireysel ve toplumsal gerçekliği varlığın yanına sıfır* ekleyerek ifade etmiştir.
hesabın var mı? giriş yap