• eksikliğin arzuyu tetiklediğini söylemiş, ve eksiklik ortadan kalkınca artık onu istemeyeceğinizi savunmaktadır.
  • geri dönüşüm, organik gıda, bisiklet… dünya böyle kurtarılmaz – slavoj zizek

    kişisel vicdan hesabı yapmakla meşgulken, sanayi uygarlığının bütünü için daha sağduyulu sorular sormayı unuturum. bu suçlama girişimi kolay bir kaçamak yol da bulur: geri dönüştür, organik ye, yeni enerji kaynakları kullan vb. vicdanımız rahat, yolumuza devam ederiz.

    suçu bireylere atmak dünyanın yıkımının gerçek nedenlerini gizliyor: kapitalizm ve ulus-devletler.

    2016 yılının ocak ayında dumanlı sisle boğulan binlerce çinli kentli solunacak bir hava bulmak için kıra kaçtılar. bu “mahşerhavası” 500 milyon kişiyi etkiledi. büyük kentlerde günlük yaşam mahşer sonrası bir filmin sahnelerine dönüştü: gaz maskeleriyle insanlar sokakları bir cüppe gibi saran feci bir sisin içinde dolaşıyorlardı.

    dumanlı sis sığınmacıları

    bu ortam sınıfların ayrımını ortaya çıkarıyor: sis havaalanlarını kapatmadan önce, sadece uçak bileti satın alabilecekler kentleri terk edebildiler. yetkilileri bağışık tutmak için pekinli yasakoyucular bu dumanlı sisi sanayi kirliliğinin sonucu değil de doğal bir olaymış gibi ele alarak meteorolojik felaketler içinde sınıflamaya kadar gittiler. savaşlardan, kuraklıktan, tsunamilerden, depremlerden, ekonomik bunalımlardan kaçan insanlara yeni bir kategori eklendi: dumanlı sis sığınmacıları.

    bu mahşerhavası çok geçmeden normalleşmenin konusu oldu. bu durumu dikkate almak zorunda kalan çinli yetkililer vatandaşların günlük yaşamlarına devam edebilmelerini sağlamak için önlemleri aldılar. evlerinde kalmalarını ve gerekli durumlarda gaz maskeleriyle çıkmalarını önerdiler. okulların kapanması çocukları sevindirdi. kıra kaçmak bir şatafat oldu ve bu küçük gezilerde pekin uzmanlaşmış seyahat acentelerinin sayısının arttığını gördü. sanki bir şey olmamış gibi önemli olan paniğe kapılmamaktı. jeolojik ve biyolojik düzeyde, denemeci ed ayres asimptotik olarak yaklaşan dört “zirve”(hızlanmış gelişme) sayar ve bunlar aşıldığında niteliksel bir değişiklik başlayacaktır: nüfus büyümesi, sınırlı kaynakların tüketilmesi, karbon gazı salınımı ve türlerin yığınsal yok olması.

    bu tehditlere karşı, egemen ideoloji gizleme ve körletme düzeneklerini harekete geçirmektedir: “tehdit altında olan insan toplumlarında bunalıma odaklanmak yerine davranışların genel bir tarzı, at gözlüğüyle bakmak eğilimi vardır, ama boşuna.” bu davranış bilgiyi inançtan ayıran davranıştır: ekolojik felaketin olası olduğunu biliyoruz ama gerçekleşmesine inanmayı reddediyoruz.

    imkansız “normal” olduğunda

    1990 yıllarının başındaki saraybosna kuşatmasının hatırlayın: 500.000 nüfuslu “normal” bir avrupa kenti 3 yıl boyunca kuşatılır, açlığa mahkum olur, bombalanır ve keskin nişancılarla terör estirilir ve 1992’den önce bu hayal bile edilemezdi. ilk anda, saraybosnalılar bu durumun sürmeyeceğine inandılar. bir iki hafta çocuklarını olaylar yatışana kadar güvenli yerlere yollamayı düşünüyorlardı. bununla birlikte, sıkıyönetim hızlıca yerleşti.

    imkansızdan normale bu aynı altüst oluş (kısa bir şaşkınlık ve panik arasından sonra) trump’ın zaferi karşısında amerikan kurumlarında da görülür. bunu buzulların erimesi gibi ekolojik tehditleri devletler ve büyük sermayenin algılama tarzındada görürüz. politikacılar ve yöneticiler yakınlarda kürsel ısınma tehdidini komünist bir komplo ya da en azından yaygaracı ve asılsız bir tahmin gibi sunarak saptırıyorlardı ve küresel ısınmayı yerleşik bir olgu, normal bir öğe olarak ele alarak telaşlanmak için bir neden olmadığı konusunda garanti veriyorlardı.

    2008 temmuz ayında, cnn’de bir röportaj, “the greening of greenland” (grönland yeşile bürünüyor), buzulların erimesiyle ortaya çıkan olanakları övüyordu. büyük düşeş! grönland’da oturanlar artık bostanlarıyla uğraşacaklar! bu röportaj çok patavatsızdı çünkü küresel bir felaketin marjinal yararlarını alkışlıyordu ama özellikle küresel ısınmanın sonucu olan grönland’ın yeşilliğini ekolojik biliçlenmeye ortak ediyordu. “şok doktrini” adlı kitabında naomi klein toplumsal zorlukları silip süpürmek ve kendi takvimini zorla kabul ettirmek için kapitalizmin nasıl felaketleri (savaş, siyasi bunalım, doğal felaket) fırsata çevirdiğini gösteriyordu. kapitalizmin itibarını düşürmekten çok ekolojik tehdit belki de kaptalizmi daha fazla allayıp pulluyordu.

    suçunu kabul etmek

    aykırı olarak, diğer ekolojik tehditlere karşı önlem alma denemeleri kutupların ısınmasını ağırlaştırma riskine sahip. ozon tabakasındaki delik antarktika’yı küresel ısınmadan koruyor. eğer delik kapanırsa, antarktika dünyanın diğer kısımlarıyla aynı ısınmaya sahip olabilir. aynı şekilde, sanayi sonrası toplumlarımızda “entelektüel emeğin” kararlı rolünün altını çizmek gerekir. oysa, bugün ender hale gelen kaynaklar için mücadelerin (gıda, su, enerji, maden) ya da atmosfer kirliliğinin gösterdiği gibi materyalizm aynı sonuçlarla başbaşa.

    sorumluluğumuzu üstlemeye hazırız, dediğimizde bile gerçek genişliğini gizleyen bir kurnazlık görebiliriz. suçumuzu kabul etme çevikliğinde bile sahte bir güven hissi var. seve seve suçluyoruz çünkü eğer suçluysak, her şey bize bağlı ve ipler bizim elimizde. işten sıyrılmak için yaşam biçimimizi değiştirmek yeterli. biz batılılar için kabul etmemizin zor olduğu güçsüz bir gözlemci rolüne indirgenmiş olmamız. etkinlikler galeyanına girip kullanılmış kâğıtlarımızı geri dönüştürmek, organik yemekle bir şeyler yaptığımız hissini vermek, katkı sağlamak istiyoruz; aynen televizyon önünde koltuğuna oturmuş futbol taraftarı gibi bağırıp çağırıyoruz.

    ekoloji konusunda, örnek inkâr şunu söylemektir: “tehlikede olduğumuzu biliyorum. ama pek de inanmıyorum. o halde ne diye alışkanlıklarımı değiştireyim ki!” bunun tersi bir inkâr da var: “kaybımıza neden olacak sürece karşı yapacağımız fazla bir şey olmadığını biliyorum. ama bu düşünceye katlanamıyorum ve hiçbir işe yaramazsa bile deneyeceğim.” işte bu düşünce bizim organik gıda almamıza neden olur. yarısı çürük ve fiyatı fazla olan organik etiketli elmaların daha sağlıklı olduğuna inanmak saflık olur. bunları tüketici olarak satın almak istiyorsak, yararlı bir hareket yapma, inandıklarımızı gösterme, vicdanımız rahatlatmak, kolektif geniş bir projeye katılmak kuruntusudur.

    dünya ana’ya dönüş

    kendimizi kandırmayalım. çin’in bu mahşer havası felaketçilik ve alışılagelen, suçlama ve kayıtsızlığın garip karışımı olan egemen çevreciliğin sınırlarını bize açıkça gösteriyor. bugün ekoloji, ekolojik tehdidin gerçek içermelerini el çabukluğu ile yok etmek için birçok stratejinn saçıldığı önemli ideolojik bir savaş alanı olmuştur:

    1- kayıtsız şartsız bilgisizlik: bu marjinal bir olaydır ve fazla ilgilenmeye gerek yok. yaşam (sermayenin yaşamı) devam ediyor ve doğa sorumluluğunu üstlenecek;

    2- bilim ve teknik bizi kurtaracak;

    3- piyasa sorunları çözecek (kirletenleri vergilendirerek vb.);

    4- geniş sistemik önlemler yerine kişisel sorumluluk üzerinde ısrar etmek;

    5- en kötüsü de doğal bir dengeye, daha gösterişsiz ve geleneksel bir yaşam biçimine dönme çağrısıyla insan kibrinden vazgeçecek ve doğa anamıza saygı gösteren çocuklar olmamız sağlanacaktır.

    egemen ekolojik söylem sanki a priori dünya ana’ya karşı suçluymuşuz, borçluymuşuz gibi sürekli bir ekolojik süperego basıncı altında bizi sorguya çekiyor: “doğa ana için bugün ne yaptın? kullanılmış kağıtları geri dönüşüm için öngörülmüş çöp kutularına attın mı? şişeler, içecek kutuları? bisikletle ya da toplu taşımla gitmek yerine arabanı mı kullandın? pencereleri açmak yerine klimayı mı kullandın?”

    böyle bir bireyselleştirmenin ideolojik amaçları açıktır: kişisel vicdan hesabı yapmakla meşgulken, sanayi uygarlığının bütünü için daha sağduyulu sorular sormayı unuturum. bu suçlama girişimi kolay bir kaçamak yol da bulur: geri dönüştür, organik ye, yeni enerji kaynakları kullan vb. vicdanımız rahat, yolumuza devam ederiz.

    peki ne yapmalıyız? son eserinde (was geschah im 20.jahrhundert) sloterdijk, düşmanların elenmesine yol açan siyasi aşırıcılığın toprağı olan önceki yüzyılın özelliği olan “gerçeğin tutkusunu” ihbar eder ve 21. yüzyıl için önerilerini sıralar: biz, insanlar üretkenliğimizin yol açtığı bitişik zararları önemsememek durumunda değiliz. dünya ekinliğimizin ne arka planı ne de ufkudur ama dikkatsizlik sonucu yaşanamaz hale getirme riskini taşıdığımız sonlanmış bir nesnedir.

    yaşamımızın basit koşullarını etkilemek için yeterince güçlü olmamız gerekirken, bu dünyada diğer türler arasında bir tür olduğumuzu kabul etmemiz gerekir. bu bilinçlenme bizi çevremizde yeni bir tarzda yer almamız çağrısını gerektirir: tükenmez kaynakları işleterek yaratıcı potansiyelini açıklayan kahraman bir çalışan gibi değil ama çevresinde olanlarla işbirliği yapan ve kabul edilebilir bir güvenlik ve istikrar derecesi altında sürekli görüşen bir alçak gönüllü bir ajan olmak.

    çözüm: uluslararası dayanışma

    kapitalizm bitişik zararların horgörülmesi olarak tanımlanmıyor mu? sadece kârın önemli olduğu bir mantıkta, ekolojik zararlar üretim maliyetlerine dahil edilmez ve genelde bilinmezlikten gelinir. kirleticileri vergileme ya da doğal kaynakları (örneğin hava) fiyatlandırma, başarısızlıkla sonuçlandı. çevremizle yeni bir karşılıklı etki kurabilmek için, köktenci siyasi-ekonomik bir değişiklik gerek ve sloterdijk buna “vahşi hayvan kültür’ün evcilleştirilmesi” adını veriyor.

    bugüne kadar, her kültür, üyelerini disiplin altına alır ve devlet iktidarı yoluyla sivil barışı güvence altına alırdı. ama farklı kültürler ve devletler arasındaki ilişkiler sürekli potansiyel bir savaşla tehdit edilirdi ve barış geçici bir ateşkesti. hegel bir devlet’in etiğinin bu üstün kahramanlık eyleminin yani ulusu için yaşamını kurban etme isteğinin zirveye çıktığını göstermiştir. bir başka deyişle, devletlerarası ilişkilerin barbarlığı devlet’in kalbinde bile etik yaşama temel teşkil etmeye yarar. nükleer silahlanma yarışına atılan kuzey kore, ulus-devlet’in bu koşulsuz egemenliğinin mantığını gösterir.

    uygarlıkların kendisini uygarlaştırmak gerekliliği, bir dayanışmayı zorunlu kılmak ve tüm insan toplulukları arasında evrensel bir işbirliği, bağnaz şiddetin artması ve kendini (ve tüm dünyayı) bir dava adına kurban etmenin “kahramanlık” isteğiyle giderek zorlaşmaktadır. bu tür önlemler komünizme doğru gitmezse, komünist bir ufuk içermezse, “komünizm” terimi anlamdan yoksun olacaktır.
  • tipiyle ve tarzıyla yer yer ilber ortaylı'yı, yer yer de murat bardakçı'yı anımsatan çatlak sloven.
  • şöyle bir hikayesi vardır:
    bir adamı çalışmak için doğu almanya'dan sibirya'ya göndermişler.
    adam mektuplarının sansür görevlilerince okunacağını biliyormuş, bu yüzden daha gitmeden dostlarına, 'aramızda bir şifre belirleyelim.
    benden mektubu mavi mürekkeple yazmışsam, söylediklerimi doğru diye anlayın.
    fakat kırmızı mürekkeple yazmışsam da yalan olduğunu bilin' demiş.
    bir ay sonra dostları ondan ilk mektubu almışlar.
    mektup mavi kalemle yazılıymış.
    mektupta şöyle deniyormuş:
    - "burada her şey harika. mağazalar tıka basa gıda maddesiyle dolu. sinemalarda güzel filmler var. daireler geniş ve lüks. bulamayacağınız tek şey kırmızı mürekkep."
    şimdiye kadarki durumumuz bu şekilde değil mi? istediğimiz bütün özgürlüklere sahibiz, tek eksiğimiz kırmızı mürekkep:
    - kendimizi özgür hissediyoruz, çünkü özgür olmadığımızı ifade edecek dilden yoksunuz."
  • en medyatik filozof. zizek'ten daha derinlere inebilen sürüyle düşünür var günümüzde, gelgelelim zizek kadar çıkıp konuşmadıkları için biz onları bilmiyoruz, zizek'i en iyilerinden biri sanıyoruz.
  • bu herifle aynı gün doğmuşuz, benim için bir utanç kaynağı oldu.
  • geçtiğimiz günlerde the guardian'da yayınlanan röportajından bazı satırbaşları...

    aslında hepimiz kötü, bencil ve iğrenciz. işkenceyi düşünün mesela. gerçekçi bir insanım ben, eğer kızım olsa ve biri onu kaçırsa, kaçıranın bir arkadaşını bulurum, ona işkence etmem de diyemem.

    zamanla daha da agresif oldum. bazıları benim sağ kanata daha yakın olduğumu söylüyor ki bu kesinlikle doğru değil. mülteci sorununa bakarsak, koruyucu moddan çıkmalıyız: “onlar sıcakkanlı insanlar,” derken mesela. hayır, tıpkı bizim aramızda olduğu gibi onların arasında da katiller var. liberal sol, mülteciler hakkında kötü bir şey yazmayı yasak etmiş durumda, bu da göçmenlere karşı sağın tekelleşmesiyle sonuçlanıyor.

    iyi bir baba değilim. itibarımı korumaya çalışmakta otomatik olarak direndiğim saçma bir şey var. oğlum, kendini otoritemi baltalamakla özdeşleştirmiş durumda. kendisi 14 yaşındayken, ona çok kızıp slovakça çok ağır bir küfür ettim: “köpek anneni b…” bana dönüp cevap verdi: “bu 15 yıl önce yaşandı, zaten ben de öyle doğdum.”

    arkadaşlarım bana fidel diyor. bunu politik nedenlerle değil, çok konuştuğum için söylüyorlar. bir kere küba’yı ziyaret etmiştim, televizyonda fidel castro bir görüşmeye girerken gösteriliyor ve şöyle diyordu: “yoldaşlarım, beş dakikalık bir değerlendirme yapacağım.” yatmaya gittim ve beş saat sonra uyandığımda hala konuşuyordu.

    politik olarak düzgün olan böbürlenmeden nefret ederim. siyahi arkadaşlarla birlikteyken, politik olarak düzgün beyaz arkadaşların tersine, gerçek bir bağ kurarım. nasıl mı? açık saçık öyküler ve şakalarla. yabancı bir ülkeyi ziyaret ettiğinizde ilginç yemekler ve müziklerle alakalı oyunlar oynarsınız ama nasıl gerçekten arkadaş canlısı olabilirsiniz? biraz müstehcen konuşarak.

    tek gecelik ilişkiyi beceremem. benim şehrimde, ljubljana’da, hangi kadınlarla yattığımı kesin olarak söyleyebilirsiniz çünkü onlarla evlendim.

    ışid’i sevdiğimi söylemek korkunç bir şey olurdu. fakat postmodern, akışkan kimliğiyle organizasyonuna bakın. islam’ın temelde özgürleştirici bir eğilimi var; muhteşem bir müslüman felsefe tarihçisi aquinas’ın ibn-i sina gibi islami şairlerin etkisi altında kalarak aristotle’ı yanlış yorumladığını söylüyor ki bu kişi modernite, eşcinsel hakları gibi kavramların önünü açıyor.

    ebeveynlerim beni sıkmazdı ama dayatmacılardı. onları sevmedim. ikisi de gece vakti hastanede öldü ve bunu ertesi gün bilgisayarımın başında çalışırken öğrendim. şöyle dedim: “elden gelen her şey yapıldı mı? tamam, teşekkürler,” ve çalışmaya devam ettim. tamamen soğuktum – bir yerde bir hata vardı. tabii böyle olduğu için kendimi kutlamıyorum.

    hollywood her şeyi biliyor. elysium ya da açlık oyunları gibi distopyalara karşı zaafım var. bence gerçekten bunlar muhtemel geleceklerimizden biri. günümüzde gençler büyük bir felakete karşı hazırlıklı olmalılar ama sağlam düşüncelere, yerel günlük uğraşılara açık olmalı ve ahlakçılığa kaçmamalı.

    yazmak hayatımı kurtardı. yıllar önce bazı özel aşk problemlerim yüzünden birkaç hafta intihar modunda takıldım. sonra kendime şunu söyledim: “intihar edebilirim ama bitirmem gereken bir yazı var. önce onu bitireyim, sonra kendimi öldürürüm.” sonra başka bir yazı sonra başka bir tane diye diye bugünlere kadar geldim.
  • bu adamın herhangi bir ingilizce metnini okurken iç sesi o aksana kayan bir ben miyim diye sorarım hep.
hesabın var mı? giriş yap