• 17 yaşlarındayken bir gece uyanıp, evin kapısına doğru yönelip, bilincim sanki yerinde olduğu kararlılıkla kapı kilidini açmam ve nereye olduğunu bilmediğim yere doğru gidecekken babam tarafından durdurulmam. babam henüz uyumamış şansıma. tabii bu arada ayakkabılarımı falan da alıyorum yani tamamen bütün hareketlerim normal.

    bunların hiçbirini hatırlamıyorum, kendime geldiğimde salondaydım, annem su içirmeye çalışıyordu. nasıl uyandım, yataktan kalkıp neden direk evin dış kapısına yöneldim, nereye gidiyordum hiçbir fikrim yok.

    neden böyle bir şey yaptım hala sebebini merak ederim. bunun dışında yaptığım hiçbir anormallik yok 25 senedir. illaki bir açıklaması vardır diye kendimi avutuyorum, bu başlık ile de mantıklı bir şekilde açıklayabilecek olan yazarların yeşilini bekleyeyim bari.

    edit: bir çok kişi "düpedüz uyurgezerlik bu" diye mesaj attı. ben uyurgezerlik tekrarlayan, 1 kere olmayan bir şey zennediyordum. sadece 1 kere görüldüğü de oluyormuş. bir bok değilmiş benim başımdan geçen bu olay yani, ortamlarda şekli yokmuş. :(
  • 13-14 yaşlarında falan. kuzenle kışa yakın bir mevsim de gece geç saatlerde bizim eve bi gidip gelcez. bunların ev oturduğumuz ilçenin en ücra köşesinde, böyle sınırlarda ve bir vadi düşünürsek o vadinin en aşağı noktasında köşede kalıyo.

    çocukluğumuz da sürekli bi cin peri hikayesine gark oluyoruz. işte ayakları tersti, derenin içinde düğün yapıyorlardı, gece dağ yolunda çocuğunu eşekle giden nenenin sırtına bağladılar(şahit var), ufak bir cisimden kocaman bir hayvana dönüştü, fincan hikayeleri gibi çocuk kafasıyla korkunç hikayeler. daha kötüleri de var neyse...

    konuya gelelim, bizim kuzenle evden dışarı adım attık. ufak bir ilçe olduğundan biraz da etrafta kimse yok. gece dolunay.

    ileriden yıkık dökük bir inşaattan bir ses geliyor "babaaa, babaaaaaaaa". ama böyle bir ses olamaz. insandan çıkarmışcasına bir ses. "babaaaaa"... la bu ses nerden geliyo diyoruz fakat ortalık fena şekil de sessiz olup, yankıdan mütevellit ve o gece sokağın lambası yanmadığından ufaktan ürperiyoruz. bizim kuzen bu ne biçim ses bunu ne çıkartıyo acaba diyo. aklımıza o berbat hikayeler geliyor.

    sonra evden bi 20 mt uzaklaştıktan sonra lanet olası o kasvetli ve insanın içine ürperti seren sesin korkunçluğuna dayanamayıp geri eve dönüyoruz.

    evet mütemadiyen "baba" diyen bir kediydi. *
  • sabah uyandığımda telefonumun duvar kağıdı değişmişti. üstelik eski duvar kağıdım silinmiş, telefonumda kayıtlı olmayan bir fotoğraf yeni duvar kağıdı olarak ayarlanmış. geceleri uyanıp telefonla oynadığım doğru ama bu sefer bu olayda benim bir katkım olmadığına eminim. hatta acaba gece internetten mi indirdim diye arama geçmişine de baktım ama hiçbir şey aratmamışım. şu anki duvar kağıdı telefonumda da kayıtlı değil üstelik. bir de dalga geçer gibi şeker yazıyor orada. yeni görüntü şöyle nasıl oldu hiçbir şey anlamadım. bilen anlayan varsa yeşillendirirse sevinirim.
  • 1 ay önce başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum.

    markete alışverişe gittim. annemin istediklerini aldıktan sonra kendime akşam için çerez, cips ve en önemlisi kola aldım. bu arada annem kola içmemi hiç bir zaman istemez, aldığımı gördüğünde her zaman fırçasını atar. neyse aldım ve kasaya gittim. ödemesini yapıp eve gittim. kolayı buz dolabına koymak için poşetlere yumuldum fakat kola yok. hepsine teker teker baktım yok. anneme sordum kolayı gördün mü diye. oda ellememiş. herhalde unuttum diyip 5 dakika mesafesi olan markete gittim. fişi attığım için fiştende kontrol edemedim. sorduğumda kolayı görmediklerini söylediler. bende gittim dolaptan yenisini aldım.

    bir sonraki akşam evimizin bir kaç yan tarafındaki diğer market olan a101'e gittim. basit şeyleri oradan alıyorum yakın olduğu için. marketten alışverişimi yaparken telefondan kız arkadaşım aradı. konuşmaya başladık neler alıyosun falan diye sordu. bende saydıktan sonra kolada al içersin akşam dedi. bende tamam alayım madem dedim ve kola aldım. diğer aldıklarımla beraber elim biraz dolmuştu telefonu boynumun arasına koyup konuşuyordum. kız arkadaşım aldın mı diye özellikle sordu. bende aldım aldım diyerek kasaya gittim. telefonla konuşmaya devam ederken ürünlerin ödemesini yapıp marketten çıktım. 5-10 adım attıktan sonra poşedi kontrol ettim ve içinde kola yok. lan dedim yine mi unuttuk? hemen geri döndüm ve kola vardı ama o geçilmemiş sanırım dedim. fişe baktım kola yazmıyor. kasiyer kız da kola yoktu dedi. lan nereye gitti bu kola? kasiyerin onu götürüp yerine koymasına imkan yok çünkü dışarı çıktığımda bir kaç adım attıktan sonra geri döndüm.

    kolanın akıbeti hala bilinmemekte. tesadüfmüdür bilmiyorum ama ben o kolaları kesinlikle almıştım. ama nereye gitti bu kolalar? bunun cevabını hiç bir zaman öğrenemeyeceğim.
  • doğaüstü mü bilemem ama küçükken beni etkileyen olaylardandır.

    yıl 1999, 10 yaşındayım. annemler geziye gittiği için anneannemlerde kalıyorum o sıra. bir gece uyku tutmuyor bir türlü, anneanne uyuyamıyorum ben diyorum, o da git televizyon izle bari diyor, yok uymayı deneyeyim diye yataktan kalkmıyorum. bir süre sonra uyuyakalıyorum tabi ki. sabah televizyonu açtığımda ekranda barış mançonun fotoğrafı var ve şarkıları çalıyor. önce anlamıyorum tabi, sonra haberleri izlerken evvelsi gece hastaneye kaldırıldığını kurtulamadığını öğreniyoruz. ben sürekli ağlayıp kendimi suçladığımı hatırlıyorum. "barış manço benim yüzümden öldü, dün gece anneannemin sözünü dinleyip televizyonu açsaydım hastaneye kaldırıldığını öğrenecek ve dua edip yaşamasını sağlayacaktım" diye.

    10 yaşındayken, barış mançonun öldüğü gece beni uyku tutmaması uzun süre doğaüstü bir olay gibi gelmişti bana. çocukluğun getirdiği naiflik de cabası
  • sene 2008, liseliyiz, üniversiteye hazırlanıyoruz harıl harıl. gitmiş olduğum dershanenin derece sınıflarından birindeyim. 40-50 kişilik bir öğrenci grubu için bize kamp ayarladı dersane son 2 ay. kamp dediğim de dersaneye 300 metre ötede, eskiden kreş olan bir binaya yapılan yurtta inceleyeceğiz. bizi oraya tıktılar, birkaç öğretmen geliyor değişimli olarak, orada etüd yapıyoruz sürekli, bir kat kütüphane, herkes çalışıyor, öyle bir yer işte. yalnız şöyle de bir durum var; o bölgede birçok kreş, anaokulu, engelli öğrenci rehabilitasyon merkezleri falan var ama bizim kaldığımız bina önceden de gözüme çarpardı, hep boş olurdu. yurda taşınmadan önce dershanede söylentiler başlamıştı zaten, o bina periliymiş, etrafındaki her bina kullanılırken orasının boş olmasının sebebi paranormal olaylarmış falan... amk liselilerinin olduğu ortamda laf durur mu, durmaz tabii. sonradan senaryolar havada uçuşmaya başladı, orası kreşken bir çocuk varmış, çocuk el işi makasıyla kendini kesmiş, öğretmen çıldırmış, diğer çocuklara bir şeyler musallat olmuş... tam klişe korku filmi senaryoları dönüyor, sigara odasında, kantinde millet birbirine böyle şeyleri anlatıyor. ben o zamanlar inanmıyorum tabii böyle şeylere, zaten piçlik yapacak yer arıyorum, evde babam ders çalışmam için emirler savurup kafa şişiriyor, yurda geçmek işime gelecek.

    yurt açıldı, biz yerleşmeye başladık. genel olarak inek tipler vardı, birkaç tane kafa adam var; onlardan birisi çocukluktan, anaokulundan üniversiteye kadar beraber okuduğumuz arkadaşım olan erdem, yine bizim liseden sabit adında bir arkadaş, aramızda papaz dediğimiz bir başka erdem saha var, daha önce üniversite bırakıp yeniden hazırlanan şükrü abimiz vardı (abi deyince cemaat dersanesi sanmayın, yaşça bizden büyük olduğu için abi diyoruz), ilker diye derece yapmakla alakası olmayan ama zengin babasının hocalara çektiği peşkeşlerle o ekibe alınmış kabadayı bir tip vardı, onun dışında 3-5 adam daha sayabilirim böyle, geriye kalan herkes moron. kimin, hangi odada, kimlerle kalacağını dersane yönetimi belirlemiş ama herkes kendi arkadaş grubuyla aynı odada kalmak istiyor. biz inekleri istemiyoruz, inekler bizi istemiyor. ilk hafta bitmeden herkes bir bahane bulup, hocaları bir şekilde ikna edip kendi 4 kişilik odalarını oluşturdu. ben, 2 erdem ve sabit'le aynı odadayım. koymuşuz dersin götüne, sabahlara kadar batak, king oynuyoruz. arada o serseri ilker ve şükrü abi de bizim odaya geliyor, onların ekiple parasına oynuyoruz. ilker denen gereksiz, yıl boyunca herkesle kavga etti, yurtta da en çok sesi çıkan tip, sürekli birilerini tehdit ediyor, ana kuzusu tipleri bastırıyor. biz de kendisine kıl oluyoruz, dövmek istiyoruz ama bulaşmıyoruz, o da bize karşı iyi davranıyor herkesin aksine. biz daha çok işin gırgırındayız. böyle bir ortam var sizin anlayacağınız.

    yurda geçtiğimiz ilk günden beri bu, kaldığımız bina ile ilgili doğaüstü hikayeler dillendirilmeye başlamıştı. özellikle ilker serserisi, pısırık tipleri korkutmak için bolca lafını yapıyordu. ama genel olarak sıradışı hiçbir şey olmuyordu; başlarda bazı süt tipler rüzgardan pencere kapansa korkuyordu, o kadar. sonra insanlar yurt yaşantısına tamamen adapte oldu 2-3 haftada, düzen oturdu. öyle paranormal bir durum olmadığına da neredeyse herkes ikna oldu. hatta geyik malzemesi oldu bu konular. işte tam bu zamanlar, "bir şey olmuyor ki lan." dediğimiz anlarda başladı o korkunç olaylar silsilesi... (burada gerilim müziği girer)

    1. olay: yurt yaşantısına herkes alışmış hatta sıkılmaya başlamış. birlikte oyunlar oynamayı bırakmışız, insanların birbirine tahammülleri azalmış, birisi ders çalışırken ayağını titretip dikkat dağıtıyor diye kütüphanede kavga çıkıyor, yatağını toplamadın, odada sigara içtin, benim şampuanımı kullandın falan diye sürtüşmeler yaşanıyor. bizim oda ekibinin arası iyi yine. papaz erdem dediğimiz arkadaşın resme yeteneği vardı, karikatürleri çok severdi. kağıt, duvar, kapı, masa, cam... bulduğu her yere karikatür çizerdi, hatta bizim odadaki dolap kapaklarına hepimizin birer karikatürünü çizmişti board marker'la. bizim duvarlara da bir şeyler karalamıştı. dershanede ya da okulda olduğumuz zamanlar, belirli zamanlarda odalarımız temizlenirdi. biz geldiğimizde nevresimler değişmiş, yerler silinmiş, banyolar temizlenmiş olurdu. erdem'in çizimlerini silmemişti temizlikçiler daha önce. bir gün dersten yurda döndük beraber, temizlik günü değildi ama erdem'in duvarlara, dolap kapaklarına yaptığı çizimler silinmişti. vizontele'de briketleri kırılan adam gibi "kim yaptı ula bu şerefsizligiii!" diye dellendi. aramızdan birinin ya da diğer öğrencilerin silebileceğini düşünmüyoruz, "hademe silmiştir, öğretmenler sildirmiştir belki." diye fikirler ürettik, çok üzerine gitmedik. erdem sinirli ve anarşist bir liseli olduğu için "hem bizden para alıp bizi buraya tıktılar hem de biz kazandığımızda bizim üzerimizden reklam yapacaklar. o yüzden benim kendi odama çizim yapmaya hakkım var arkadaş! hatta kat aralarındaki duvarlara da çizecem, görür onlar!" diye gaza geldi ve yeniden çizdi. hatta bu sefer zor çıksın diye asetat kalemiyle masalara, duvarlara bir şeyler karaladı. aynı zamanda nazımızın geçtiği, samimi olduğumuz öğretmenlere de "hocom noyo sildirdiniz benim çizimlerimi yoo" diye isyan etti bolca. ama "bugün temizlik günü bile değildi, ilk günden beri de yönetim buna bir şey demedi, görevliler silmemiştir. öğrencilerden biri silmiştir." cevabını aldı. biz düşünüyoruz, kim silebilir, diye. aklımıza bir tek isim geliyor: ilker. uzun saçı ve sakalından dolayı erdem'i sevmezdi ilker. ayrıca çizim yapmasına da laf ederdi, "başımıza picasso kesildi amk satanisti" gibisinden söylemleri olmuştu eskiden. ilker'in yurda dönmesini bekledik, erdem'le birlikte hesap soracaktık "sen mi sildin?" diye. ilker döndü, üçümüz gidip sorduk silip silmediğini. "la gidin başımdan, bana ne sizin entel dantel resimlerinizden, benim odama çizse silerim ama sizin odanızda ne işim olur." diye bizi tersledi. biz de boşverdik, daha fazla sorgulamadık. 2 gün sonra rutin temizlik zamanı geldi, erdem'in yeni çizimler yine silinmişti. erdem yeniden delirdi, gelişigüzel karalamaya başladı duvarları. öğretmenlerle ve görevlilere yıl boyunca enseye şaplak bir samimiyet kazanmıştık, böyle şeylere kızacak olsalar bize söylerlerdi ama kimse bir şey demiyordu. "bizim yüzümüze gülüyorlar, iyi davranıyorlar ama yeniden sildiler, yalan söylüyorlar bize." diye tepki göstermek için biz de karaladık hatta. gece oldu, uyuduk. sabah okul saati gelmeden, karşı ranzada yatan papaz erdem ve sabit'in fısır fısır konuşma sesine uyandım. "n'oluyor sabahın köründe? uyuyun abi yea..." diye gözlerimi ovuşturuyorum, küfürler ediyorum ikisine ama neden sonra fark ettim ki bunların rengi atmış, bana dönüp korkulu gözlerle baktılar, ağlayacaklar neredeyse. "n'oldu lan!" diye doğruldum. "duvarlara bak." dediler, "ne var amk duvarında?" diye baktığımda bizim çizdiğimiz resimlerin olmadığını gördüm. şaşırdım tabii ki ve "kim silmiş abi?" diye sordum. "bilmiyoruz." dediler. gece boyunca kapı kilitliydi, dışardan birinin gelip silebilme imkanı yok. e içimizden biri uyanacak, o duvarları bezle harıl harıl silecek ve biz fark etmeyeceğiz... bunun da imkanı yok. ben, hala rüyada mıyım acaba, diye düşünüyorum, kafam hala tam açılmadı. ben de kalktım, bu salakların yanına gittim, bu olayı konuşuyoruz. bu ikisi "biz de uyanırdık birisi gelse, cinler sildi." falan diyorlar. benim üstümde erdem uyuyor. ki uykum cidden hafiftir, çok kolay uyanırdım birisi kalkıp o resimleri silseydi ama içimizden birinin silmiş olması dışında başka bir ihtimal de mümkün görünmüyor. "sikerim sizin yapacağınız şakayı, erdem silmemiştir. siz yaptınız, bizle taşak geçiyorsunuz sabahın köründe!" diye çıkıştım ama ikisi de böyle şakalar yapacak insanlar değiller ve bayağı korkak tipler. dediğim gibi, ağlayacaklar neredeyse. yeminler ediyorlar "biz silmedik, sen sildiysen, sen şaka yapmaya çalışıyorsan söyle, kafayı yiyeceğiz." diye titriyorlar. ben hala duyduklarımın ve gördüklerimin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışıyorum. bir de metafizik şeylere olan inancım sıfır olduğu için benim kafa daha çok yanıyor. en son erdem de uyandı bizim gürültümüze, ona da söyledik. o da anlam veremedi, şaka yaptığımızı düşündü, kötü oldu. hepimiz başımızdan aşağı kaynar su dökülmüş gibiydik, bir süre susup düşündük. "bir açıklaması vardır illa ki, sonra anlarız." deyip bıraktık en son. aşağı indik, güvenlikçi abiye "gece bizim odamıza görevli biri girebilir mi?" diye sorduk, ayrıntıya girmiyoruz bilerek. "hayır, öyle bir şey olamaz, kapınızı içerden kendiniz kilitliyorsunuz" dedi bize. sonra okula gitme zamanı geldi, üçümüzün okulu yürüme mesafesinde sayılır ama papaz erdem'in okulu uzaktı, o apar topar hazırlanıp çıktı, servisle gitti. biz de otobüsle okula geçtik, herkese anlatıyoruz "olm yurtta böyle bir olay oldu." diye, başta herkes şaka yaptığımızı, geyik yaptığımızı düşündü ama bizim donuk bakışlarımızdan durumun vehametini anlayabildi onlar da. "dönmeyin o yurda, söyleyin öğretmenlerinize." diyorlar. bize inanmayacaklar, şaka olduğunu sanacaklar, kızacaklar. o çizimlerin kendiliğinden kaybolduğunu açıklayamayacağız kimseye, biliyoruz. yine de okuldan dershaneye döndüğümüzde bizle samimi olan öğretmenlerden birine durumu anlattık. inanmadı tabii adam, "eğer bu bir şakaysa bozuşuruz arkadaşlar." dedi ama bizim şaka yapmadığımız her halimizden belli oluyordu. "anlatmayın arkadaşlarınıza, infial olur. mantıklı bir açıklaması vardır." dedi. sabit adlı arkadaş, yurdu bırakacağını söyledi. şöyleydi, böyleydi derken gün sonuna kadar duruma alışmış olduk artık. "yeniden çizip deneyelim mi nolacak diye?" dedim arkadaşlara ama yeniden silindiğini görürsek kafayı yeriz diye yapmadık. gece oldu, hiçbirimiz doğru düzgün uyuyamadık. ertesi gün normale döndük hatta üzerine gidiyoruz korkunun, dalga geçmeye bile başladık "sanattan anlamayan cinlere inat, tüm duvarları çizelim, ibnelik hehehe." diyoruz ama ilk birkaç gün yine de bunu yapacak cesareti bulamadık. yurttan kimseye anlatmamaya da söz verdik. sonra biz de normale döndük. ta ki o gün gelene kadar...

    2. olay: kampın yarısı bitmiş, sınava bir ay kalmıştı. herkes daha stresli, herkes daha inek, tempo son hızda. bir gece yurtta kavga sesiyle uyandık. n'oluyor diye kalkıp koridora çıktık, güvenlikçiler yukarı kata koşuyor, olay orada. bir sürü yarı uykulu, pijamalı liselinin homurtularıyla yankılanıyor duvarlar. kavga çıkaran kişi, tabii ki ilker denen geri zekalı. ilker de şükrü abi ile aynı odada kalıyor, "olay nedir?" diye sorduk kendisine. ilker'in alt ranzasında yatan çocuk, aşağıdan yatağı tekmeleyip ilker'i uyandırmış. o da inip vay sen neden beni uyandırdın, diye dalmış çocuğa. ama ilginç bir şey var; alttaki çocuk, "ben uyuyordum, hiçbir şey yapmadım." diye bağırıyor sürekli. ilker "yatak alttan, yerinden oynadı, senden başka kim yapabilir, sen benle taşak mı geçiyorsun bir de!" diye daha çok sinirlenmiş, öyle kavga etmişler. neyse, güvenlikçiler ve nöbetçi öğretmen ilker'i aldı, herkesin odasına gitmesini söylediler, döndük biz de. odada kendi aramızda konuşuyoruz, dayak yiyen çocuk, ilker'i böyle uyandırmaya hayatta cesaret edebilecek bir tip değildi, ağlayarak söylüyordu zaten "ben yapmadım." diye. ama ilker piçi, kabus görüp çocuğa suç atabilecek kadar zorba bir tip. bunları düşünüyoruz, bir yandan da "ya gerçekten birisi ilker'in yatağını ittirdiyse ama bu kişi odada olan insanlardan biri değilse..." diye fikir atıldı ortaya. "yav karıştırmayın şu metafizik öğeleri, sikicem haa!" diye herkes birbirine kızdı, yattık. ertesi gün dershanede ilker'i gördüm, öğrenmek istedim olayın aslını. yanına gittim, "aga mevzu nedir, noldu sizin mesele?" diye sorular sordum. "yea, beni zıplattı alttan çocuk, bir de yapmadım deyip dalga geçti" diye olayı anlattı. "eminsin yani onun yaptığına?" diye sordum, "eminim abi, ne olabilir başka." dedi. kesinlikle yalan söylemiyordu. neyse, dayak yiyen çocuğun odasını değiştirdiler. zaten ilker'ler 3 kişiydi odada, yurdu bırakanlar olduğu için onların odaya yeni birini vermediler, şükrü abi ve ikisi kalmaya devam ettiler. bir gece yine ilker'in bağrışmalarıyla uyandık. "yine kimle kavga ediyor bu barzo, yetti lan!" diyerek üst kata bir çıktık ki o da ne... kavga falan yok, o bıçkın serseri ilker "abi, yemin ederim ittiler, yatağın sesini sen duymadın mı?" diyerek şükrü abiye ağlıyor, sakinleştirmeye çalışıyorlar kekoyu. "bizim odada bir şey var, ben deli miyim, sen de duydun sesi." diye bağırıpduruyor bu manyak. insanlar anlamaya çalışıyor, biz daha bir gerginiz. yine öğretmenler ve güvenlik ilker'i aldı, bizi de azarlayıp odalara gönderdiler. biz şükrü abi'yi mesaj yağmuruna tutuyoruz, "abi, n'oluyor? bizim odaya gel işin bitince." diye. öğretmenlere ifade verip geldi o da, anlattığına göre ilker yine alttan itilmiş. hatta ranzadan düşecek kadar sıçramış, şükrü abi de yatak gürültüsüyle uyanmış o an zaten. "bu ergen ilker kabus görüyor, diyeceğim ama hem sesleri duyduğuma eminim hem de uyandığımda düşmemek için yatağa tutunurken gördüm. yine de anlamadım ne olduğunu, garip..." diye anlattı bize. biz tabii ağlamaklı ağlamaklı "abi, bizim odada da resimler silindi." diye anlattık hemen. "valla mı lan? siz ne diyorsunuz?" diye muhabbet başladı, her şeyi anlattık. zaten o olaydan sonra ilker yurdu bıraktı, şükrü abi odada tek kaldı. bizim erdem de şükrü abi ile epey samimi olduğu için onun odasına geçmeye karar verdi. birkaç gün sonra bir gece yine uyandırıldık, bizim kapı vuruluyor telaşla. kalktım, ben açtım, erdem ve şükrü abi kan ter içinde odaya attılar kendilerini hemen. "oğlum, bizim odada nefes alan üçüncü bir kişi, bir şey var." diye odalarında ikisinin de nefes temposundan farklı, hırıltılı şekilde nefes sesi olduğunu fark ettiklerini söylediler. anlamadık, sorduk, anlattılar. beşimiz, test etmek için onların odasına gittik. hepimiz bir yatağa oturacaktık ve bir süre aynı anda hepimiz nefesimizi tutacaktık, bakalım biz de o hırıltılı nefes sesini duyacak mıydık?..

    sözlük, size yemin ederim ki kimsenin o durumda şaka yapacak hali yoktu. herkesin yanyana, sessizce oturduğuna yemin ederim. ve bahsettikleri şekilde, odada, görünmeyen bir varlığın nefesini bariz şekilde hepimiz duyup koşa koşa odamıza kaçtık. kızlar gibi birbirimize sarılıp uyuduk. en son papaz erdem ibnesi, denemek için kendi dolabının içine yeniden karikatür çizdiğini ve onun da gece hepimiz uyurken silindiğini söylemesi üzerine hepimiz çok korktuk. motivasyon falan kalmadı tabii, çalışmalar yalan oldu. hepimiz yurdu bıraktık, bizden sonra ne yaşandı, bilmiyorum ama planlanan takvim tamamlanmadan o yurt kapatıldı. ve üzerinden onca yıl geçmesine rağmen o bina hala kullanılmıyor...

    edit: gelen mesajlar üzerine çok küfürlü kısımlar sansürlendi, imla ve anlatım hataları düzeltildi.
  • düzenleme : bahsi geçen işlemi yapan adamın iletişim bilgilerini isteyen çok sayıda mesaj alıyorum. yıllar önce irtibatımız koptu. telefonu ya da adresi yok, kaldı ki olsaydı da paylaşmaz idim. doğruluğundan kendim bile şüphe duyarken, bir başkasını muhtemel bir dolandırıcılık hadisesi ile karşı karşıya bırakmak istemem. o yüzden rica edeceğim, iletişim bilgisi istemeyiniz.

    başlangıç notu : oldukça uzun yazacağım için baştan uyarmak istedim, olay öncesini ve ruh halimizi kısaca anlattıktan sonra olayın tümünü bölümler halinde yazacağım.küçük bir hikaye kitabı okumuş gibi olacaksınız, o yüzden sıkılacağınızı düşünüyorsanız devam etmemenizi ya da geniş bir zamanınızda tek seferde okumanızı tavsiye ederim.
    bu olaylar bütününü, sözlüğe yazıp yazmamak konusunda çok tereddüt yaşadım, gelecek tepkiler de çok umurumda değil açıkçası.kimilerinin aptallıkla,cahillikle suçlayacağını, kimilerinin inanacağını, kimilerinin de şaşıracağını biliyor, belki bu deneyimi yaşamış başka birileri de çıkar ve kafamdaki sorulara bir açıklama gelir umuduyla yazıyorum. eğer yaşadıklarımızı mantık çerçevesinde izah edebilecek birisi çıkarsa, ya da dolandırıldı isek nasıl olduğunu bilen birine rastlarsam ne mutlu bana.belki de bu bilinen bir yöntemdir, biz de mağduruzdur. ayrıca tepki mesajlarına cevap vermeyeceğimi de baştan belirteyim.

    önemli uyarı : hikayenin bazı kısımları rahatsız edici olabilir, büyü,cin,mezarlık gibi konularda hassasiyeti olanların okumaması iyi olabilir.

    hala okumak niyetinde iseniz, buyurun başlayalım;

    ankara'daki 3 iyi devlet üniversitesinin 3 farklı bölümünde 13 sene okumuş ancak hiç birini bitirememiş bir insanım ben. her birisinin enteresan hikayeleri var, belki başka bir zaman anlatırım o hikayeleri de. sene 2006 bekarım o zamanlar, bir sene önce üniversite bitirmediğim için mecburen uzun dönem olarak yaptığım askerlik görevinden gelmişim ve aile işimize gidip geliyorum. çok prestijli ve kazancı iyi olan bir iş olmasına rağmen hiç sevemediğim bir iş bu. o yüzden de müteşebbisliğim tuttuğunda o işe ara veriyor, yapmak istediğim şeyleri yapıyordum. hayatım boyunca hiç bir işim yolunda gitmedi, hangi işe elimi attıysam ya batırdım, ya işler bir şekilde elimden alındı ya da attığım taş ürküttüğüm kurbağaya değmedi. ama, o sene ailemin desteğiyle de olsa bir şekilde ankara'da yeni bir stüdyo daire almış içini dayamış döşemiş, bana yetecek kadar para kazanıp, mutlu mesut yaşıyordum.evde pinekleyip durduğum bir akşam telefon çaldı, açtım. istanbul'da yaşayan ablam.tek kardeşim. hüngür hüngür ağlıyor, pek alışıldık bir durum değil. ne oldu ? dedim, "çok sıkıntıdayım sana ihtiyacım var buraya gelir misin" dedi. detay vermeyeyim ama hiç bir şey yolunda gitmiyormuş hayatında, aileden ayrı tek başına oralarda.olur dedim, yarın atlar arabaya gelirim. hayır dedi, öyle değil. yanıma taşınmanı istiyorum bana destek olman lazım. ablam yahu arayan, lamı cimi yok.sorgusuz sualsiz tamam dedim, evi kapattım, kiraya verdim ve 1 hafta sonra istanbul'a taşındım.

    gayet iyi bir kariyer sahibiydi ablam, ama onun da hayatı ve işleri bir şekilde yolunda gitmiyordu maalesef son dönemde. mesleğini yapmıyordu; bir alacağına karşılık olarak hissesini aldığı bir girişimin ortağı olmuş, işin geleceği olduğunu düşündüğü için ekstra para yatırarak hissesini arttırmıştı. ancak çok ortaklı firmada yolunda gitmeyen bir şeyler vardı benim de az çok anladığım bir konu olduğu için, en azından hayatının o kısmında destek olabileceğimi düşünmüş beni de işe dahil etmişti. bu kısmı çok uzatmayayım. ortakların bir tanesinin mafya olduğunu, şirketin içini boşalttığını fark ettiğimizde bizim için her şey çok geçti. paramızı ve umutlarımızı bırakarak hisselerimizi devredip,üzerine su içerek ortaklıktan ayrıldık.

    ikimiz de işsiz kaldık ve bunalım dolu bir dönem başladı. iş, aşk,sağlık hiç bir şey yolunda değildi o dönem ve ikimiz de kendimizi alkole vermiştik. evde ağır ve depresif bir ortam vardı, sabahtan akşama kadar oturup televizyona bakıyor, içki ve sigara tüketip duruyorduk.ablam arada bir freelance iş yapıyor ama devamı gelmiyor, ben bir takım işlere girip, ya kovuluyor ya da bırakıyordum. hayatımızı annemizin verdiği maddi destekle ancak idame ettirebiliyorduk. işin kötüsü ikimiz de o döngüyü kıracak gücü kendimizde bulamıyor, atalet içerisinde yaşıyorduk.

    ****birinci bölüm****

    bir akşam onun bir arkadaşı gelmişti eve. bira içiyor, muhabbet ediyorduk. kız birden ablama döndü ve "kızım sende kesin büyü var, bak bir hoca var bildiğim, ama öyle böyle değil. bir gidip görünsene" dedi. ikimiz de batıl itikatları olan tipler değiliz, hele ben deli saçmalığı, cahillik ,şarlatanlık olarak görüyorum bu tip şeyleri. uğur dündar programları izleyerek yetişmiş nesiliz, hacı hoca dedin mi tüylerimiz diken diken oluyor. fakat hatun öyle şeyler anlattı ki adam ve yöntemi hakkında, ben bile meraklandım.hatun olayı anlatmayı bitirince ben biraz da aşağılayarak sordum hemen, kaç paraya çözüyormuş büyüyü bu abimiz ? hatun kişi para almıyor deyince ilk anda bir şaşkınlık yaşasam da, bazı talepleri olduğunu söyleyince dikkat kesildim. adam önce muayene ediyor, sonra da duruma göre isteklerini sıralıyordu. bu istekler bazen bir eylem oluyor, bazen ibadet oluyor bazen de para verip satın alınacak bir şey oluyordu.ulan dini bir inancım da yok aksi gibi, neye kime ibadet edeceğim ? kafada deli sorular. ama günün sonunda ablam ne kaybederiz ki deyip, gitmeyi kabul edince bize hocanın yolları gözüktü.

    telefonla randevu aldık, adam gelirken kişi başına 2'şer tane temiz çarşaf, 1'er büyük paket tuz alın öyle gelin dedi. aldık gittik. anadolu tarafında, mütevazi bir muhit.kapıyı çaldık, kapıyı sarışın bir kadın açtı. "hoş geldiniz ben x hoca'nın eşiyim buyurun içeri" deyip bizi salona aldı. kadın makyajlı, üzerinde bir tshirt, bir eşofman var .bacağına sarılmış 2-3 yaşlarında bir kız çocuğu. nasıl bir hoca eşi lan bu diye düşünüyorum içimden. salonda bizden başka 3-4 kişi daha var, hepsi de seans için gelmiş. ev standart bir türk ailesi evi. sırasını bekleyenler pek konuşkan, soru yağmuruna tutuyorlar bizi, ilk defa mı geliyorsunuz ? nereden duydunuz ? sorununuz ne ? içimden küfrediyorum, bir an önce çıkıp gitmek istiyorum ama geldik bir kere. soruları bir şekilde geçiştiriyoruz. tam bu sırada hoca salona giriyor, adamı görünce ben iyice kıllanıyorum. gayet modern görünüşlü,düzgün konuşan, benden 5-6 yaş büyük görünen, sakalsız bıyıksız, normal giyimli bir adam. hal hatır soruyor, sonra işlemi yaptığı yere, evin mutfağına geri dönüyor. neyse çok uzatmayayım, herkesin işi bitiyor ve çıkıp gidiyorlar, sıra bize geliyor.

    önce ben girmek istiyorum ama o ablamı çağırıyor, ablam çok gergin her halinden belli. duraksayarak da olsa adamın peşinden mutfağa gidiyor. ben salonda yalnız kaldım ve ablamı bekliyorum.15-20 dakika hiç ses seda yok derken içeriden bağırtı çağırtı sesleri geliyor, arapça dua sesleri, garip inlemeler falan. ayaklanıyorum hemen yerimden,dalacağım mutfağa aklımda bin bir düşünce var, çoktan pişman olmuşum geldiğimize. karısı geliyor salona o anda , "rahat ol endişelenecek bir şey yok, zaten bitmek üzere" diyor. kadını ittirecek gibi oluyorum, birden koridordan ablamı görüyorum. bembeyaz olmuş, elinde tepeleme tuzla dolu bir tabak ile ağlayarak ve titreyerek salona giriyor. tuzların arasından ne olduğunu anlayamadığım bir takım objeler gözüküyor. gelip koltuğa oturuyor ve bana dönüp; "aklımı yitireceğim " diyor sessizce. içeri gir ve her şeyi dikkatle incele diye fısıldıyor. ne oldu ? diyorum, "etkilemek istemiyorum seni, kendin gör ama çok dikkatli izle" diyor ve susuyor.

    kapıdan hoca görünüyor,eliyle bana gel diye işaret yapıyor. peşinden mutfağa giriyorum,gösterdiği sandalyeye oturuyorum.o da masanın diğer tarafındaki sandalyeye oturuyor ve bir sigara yakıyor.masada iki adet, standart büyüklükte ve kalınlıkta kuran-ı kerim duruyor. kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atarken, adam gayet sakin bir şekilde anlatıyor "ablana ölümüne büyü yapmışlar, sende de var ama o kadar ciddi değil senin durumun" diyor. "meraklanmayın çözeceğiz allah'ın izniyle"
    bu sırada dikkatle adamı inceliyorum. ayakları çıplak, terlik giymemiş, ince kumaştan dikilmiş gri bir pantolon giyiyor, dizinin hemen altına kadar kıvrılmış. üzerinde de bir tshirt var, onu da çıkarıyor ve beyaz bir atletle kalıyor. sıcak bir yaz günü zaten ev de yanıyor sıcaktan.ellerinde takı ya da yüzük yok.

    yerde beyaz plastik bir çamaşır leğeni duruyor. oturduğu yerden bana talimat vermeye başlıyor. "leğeni yerden kaldır ve getirdiğin çarşaflardan birini yere ser, sonra mutfak musluğundan leğeni doldur ve serdiğin çarşafın üzerine koy. daha sonra diğer çarşafı üzerine ört." dediklerini yaparken önce zemini kontrol ediyorum , sonra da suyla doldururken leğeni iyice yokluyorum elimle. zaten yarı şeffaf bir leğen. içinde bir şey olsa görmeme ihtimali yok. işlemi tamamlıyorum, ve leğenin yanına dizlerimin üstünde oturmamı istiyor. yapıyorum. bu sırada o, kare şeklinde kesilmiş en fazla 2x2 cm boyutunda küçük kağıtlara arapça bir şeyler yazıyor masada. daha sonra tam karşıma denk gelecek şekilde leğenin diğer tarafına da aynı şekilde o oturuyor. kuran'ları da elinde tutuyor. "getirdiğin tuz paketini aç iki avuç al suya at" diyor. yapıyorum. daha sonra küçük kağıtlara bir takım dualar mırıldanarak çarşafın arasından suyun içine atıyor, toplam 20-25 tane kağıt parçası. "örtüyü iyice ört" diyor ve örtüyorum. daha sonra örtünün üstünden, kuran'ların birisini leğenin bana göre sağ kenarının üzerine koyuyor, kitabı aralayıp sağ elimi arasına koyuyor. "kitabı sakın suya düşürme,dengede tut" diye tembihliyor. diğer kitabı da leğenin sol kenarının üzerine koyup aralayıp kendi sağ elini o kitabın içine koyuyor. her iki kitabın da içini görüyorum.adamın iki elini de iki ayağını da görüyorum. zaten gözüm hep adamın ve solumdaki kitabın üzerinde. yakınımızda başka hiç bir şey yok. mozaik taş zeminin üzerindeyiz,yerde halı dahi yok. daha sonra suratıma bakıyor, "sana söylediğim zaman sol elini leğene daldır ve çarşafı kaldırmadan toplamaya başla,ben elimi sokamam" diyor ve benim bir şey dememe fırsat kalmadan bir kısmının arapça, bir kısmının bilmediğim başka bir dil olduğunu tahmin ettiğim bir takım şeyler mırıldanmaya ve ileri geri hafif hafif sallanmaya başlıyor. kendi kendime neyi toplayacağım lan diye düşünüyorum. 2 avuç tuz, 20 tane kadar küçücük kağıt parçası ve bolca çeşme suyu var leğende.bu arada hafif eğilip leğene yandan bakıyorum, içerisi tertemiz gözüküyor çarşafın kenarından.bu arada mırıltıları, sallanmaları artıyor. gözlerini kapatıp kafasını yukarıya kaldırıyor, ritmi, nefes alışı artıyor. boncuk boncuk terlemeye başlıyor. mırıltılar,inlemelere ,bağırmalara dönüyor. söylediği ama anlayamadığım kelimelerin arasından "hızır", "yetiş", "melek" gibi tanıdıklarım çalınıyor kulağıma. ama context nedir en ufak bir fikrim yok. derken "topla ! çabuk çabuk !" diye bağırıyor ve sol elimi suya daldırıyorum.

    elimi leğende gezdiriyorum ama hiç bir şey yok ! "çabuk ol, alabildiğin her şeyi al !" diye bağırıyor ve o anda elime bir cisim geliyor. tutup çıkarıveriyorum sudan. bu ne lan ! aşağı yukarı 5x5 cm büyüklüğünde bir mermer parçası ! bu nereden geldi diye düşünüyor ve ürpermeye başlıyorum. aynı anda adamın ellerine bakıyorum, birisi hala kitabın içinde diğeri başının üstünde. neler oluyor burada ? mermeri bir kenara fırlatıp elimi tekrar daldırıyorum, kocaman bir tahta kaşık belki 20 cm var boyu !!, üstüne kurdeleler sarılmış. tekrar sokuyorum, kocaman bir asma kilit ! lan nasıl olabilir böyle bir şey, kafayı sıyıracağım. ben de titremeye başladım, kalbim 200 bpm falan atıyor kesin. toplamaya devam ediyorum; hayvan kemikleri, birbirine bağlanmış düğmeler, muskalar, kimisi deri, kimisi naylona sarılmış vaziyette. kadın donu !!! çengelli iğneler, daha da çok asma kilit, irili ufaklı ama.kimisi paslanmış. daha da çok düğme, daha da çok zincir,iğne,kurdele,ip. artık ağlıyorum, hatta böğürüyorum. salya sümük vaziyetteyim. korkudan öleceğim. ellerimle su doldurduğum leğenden , toprak çıkıyor, çamur çıkıyor. çıldırmak üzereyim. "tamam !" diye bağırıyor, "çıkar elini sudan" çıkarıyorum elimi, mal mal bakıyorum adamın suratına. adam sanki 50 km koşmuş gelmiş gibi, soluk soluğa, kan ter içinde, bitap düşmüş.ellerine bakıyorum kupkuru, kitaplara bakıyorum kupkuru,üstü başı kupkuru !! çarşaf hala koyduğum gibi duruyor. çıldıracağım, hissettiklerimi anlatmam mümkün değil. -10 sene geçti olayın üzerinden, bu satırları yazarken ensemden sırtıma doğru ürperiyorum aynen o andaki gibi- adam yerinden kalkıyor, mutfak dolabından kocaman bir servis tabağı çıkarıyor. "topladığın her şeyi bunun içine koy ve üzerini tamamen örtecek şekilde tuzu dök" diyor. onu da yapıyorum. geçmiş zaman,yalan olmasın en az 7-8 tane asma kilit sayıyorum. düğmeleri,kurdeleleri,çengelli iğneleri, muskaları sayamadım bile. 1 tane mermer, 1 tane tahta kaşık ve bir kadın donunu tabağa koyuyor ve hepsinin üzerini tuz ile örtüyorum. elim ayağım boşalmış, yaşadıklarımın şoku ile orada öylece duruyorum elimde tabak ile. "hadi" diyor "içeri geçiyoruz" salona gidiyoruz, ablam beni görüyor, ikimiz de anlamsızca birbirimize bakıyoruz. hoca, geçmiş olsun diyor. tabakları balkona getirin diyor, götürüyoruz ve diğer tabakların yanına bırakıyoruz. belki 15-20 adet başka tabak var balkonda. bırakıp içeri geçiyoruz.

    şimdi ne olacak ? diyorum adama. " bilmiyorum, akşam haber verirler diyor" kim haber verir lan, kim ! manyak mısın sen !? ya da biz manyak mıyız ? burası ne ? sen kimsin, ya da nesin ? para istemeyecek misin bizden ? kafamda bunlar var sadece.öte yandan, hadi şuradan bir notere gidelim de evini üstüme yap dese, yapacağım. o an o haldeyim. "şimdi gidin,ben sizi arayacağım "diyor ve bizi yolculuyor. dışarı çıkıyoruz ama ikimiz de sus pus arabaya doğru yürüyoruz, o gün hiç konuşmuyoruz. eve gidince odama geçip yatağıma uzanıyor ve düşünmeye başlıyorum; yaşadıklarım gerçek olamaz, kesinlikle bir şeyleri atladım ve bu adam bir dolandırıcı. elimle topladığım o cisimleri bir şekilde leğene attı ve ben olayın heyecanıyla bunu nasıl yaptığını fark edemedim. bunun başka bir izahı yok ! bundan sonraki ilk görüşmemizde bizden para isteyecek. eğer isterse para falan vermem, ben zaten büyüye de inanmıyorum,ne olabilir ki ? hadi diyelim ki var böyle bir şey, kim bize neden yapsın ki ? buna benzer düşüncelerle uykuya dalıyorum. ama her şeye rağmen huzurlu bir uyku uyuyorum.

    ertesi gün arıyor, "hüküm geldi,gelin tebliğ edeceğim" diyor. abla diyorum, biz sıçtık. şu an bu adam ne derse yapacağız farkında mısın ? kafasını sallıyor. neyse girdik bir yola artık deyip, olayın akışına bırakıyoruz kendimizi. gidiyoruz evine tekrar, oturtuyor bizi anlatmaya başlıyor. 19 gün ibadet verildi, sen şunları sen de şunları okuyacaksın her gece şu saatte diye elimize birer kağıt tutuşturuyor. bakıyorum bir takım dualar, türkçe yazılmış arapça bir takım yazılar. iyi diyoruz. bu kadar değil diyor, sonra bir haber gelecek bir adağımız olacak. beraber gidip halledeceğiz. adak ne demek ? bir hayvanı kurban edeceğiz. yapamam ben hayatta diyorum. yapacakmışım meğerse. o an bilmiyormuşum sadece. bir de safran alacaksınız diyor, ispanyol safranı." kaç kilo alınacak şu an bilmiyorum, hüküm gelince söyleyeceğim" diyor. (bilmeyenler için : ispanyol safranı çok pahalı bir baharat, aktarlarda kilosu o zaman 300-400 lira gibi bir şeydi, bu gün kaç liradır bilmiyorum) işte hikayenin tam da burası dolandırıldığımızdan emin olduğum kısım ! ama gönüllüyüm de dolandırılmaya yani. eğer adam bir ilizyon yapıyor ise, sonuna kadar hak ediyor parayı çünkü ben hileyi yakalayamadım. az sonra -adım gibi eminim ki- "bende safran var siz 300'e aktarlardan almayın ben size kilosu 200'den vereyim" diyecek diye bir öngörüm var. derken beklediğim an geliyor; "safran konusu önemli, büyüyü kaldırmak için olmazsa olmaz bir şey bu. eğer paranız varsa size söyleyeceğim miktarda alır gelirsiniz. paranız az ise bize hayır için bırakılan safranlar var piyasanın altında bir ücretle benden satın alırsınız eğer hiç paranız yoksa da ücretsiz olarak onlardan kullanır,hayır duası edersiniz" diyor. lan nasıl ? yok artık, bu kadarı mümkün değil. her halde bizi düşündüğümden daha fazla yolacak bu adam, şu anda güvenimizi kazanmaya çalışıyor...

    **** ikinci bölüm****

    ibadet görevi dediklerini yapıyoruz, süre bitiyor. arıyoruz ama ulaşamıyoruz. telefonları kapalı. o bizi arar diyoruz ama ses yok.bu arada ikimiz de enteresan bir şekilde kendimizi daha iyi hissediyoruz. aradan 1 ay kadar geçiyor ve telefon çalıyor. arayan o ! hazır mısınız diyor, yarın nevşehir'e gidiyoruz. haydaaa nereden çıktı şimdi bu. ne yapacağız abi orada ? hacı bektaş-ı veli türbesini ziyaret edeceğiz, sonra adağımızı keseceğiz, aynı gece geri döneceğiz. hadi bakalım ! ablamla göz göze gelip karar veriyoruz. gideceğiz ! ertesi sabah güneş doğmadan arabaya atlayıp yola çıkıyoruz. 5-6 saat sonra varıyoruz. türbeye giriyoruz bu önde biz arkada. dolanıyoruz içeride, bir şeyler anlatıyor oranın tarihiyle ilgili. dedeler,erenler, savaşlar,dövüşler... sonra bir takım dualar ediyor biz mal mal yanında beklerken. türbeden çıkarken oradaki bir görevliye kurban kesmek istediğimizi, nereden koç alabileceğimizi soruyoruz. bizi belediyeye ait bir mezbahaya yönlendiriyor.hayvanı da oralardan bir yerden alıp mezbahaya gidiyoruz. başında durmamız ve izlememiş şartmış. korkunç bir katliamı izlemek zorunda kalıyoruz. hoca adamlara hayvanı 19 parçaya ayırmasını söylüyor. adamlar parçalayıp etleri ve sakatatları poşetliyorlar. daha sonra ablama dönüyor ve " bu adak ve dağıtımı senin görevin, şimdi bunları fakir fukaraya dağıtacaksın" diyor. hayatımızda ilk defa geldiğimiz bir yer, nasıl yapacağız ? ömrümüzde böyle bir şey yapmadık. hiç tanımadığımız, bilmediğimiz insanların kapısını çalacak ve onlara kurban eti vereceğiz. mezbahadaki adamlara soruyoruz, ihtiyaç sahibi aileler var mı bildiğiniz ? bir mahalle var diyorlar, hangi kapıya gitseniz hepsi ayrı sefalet, ayrı trajedi, ayrı hikaye. adresi alıp gidiyoruz. hakikaten inanılmaz bir yer, gördüğümüz en virane evlerin kapılarını çalıyor, etleri dağıtıyoruz. kimse itiraz etmiyor ve hayır duası ederek etleri alıyorlar. içimiz acıyarak ayrılıyoruz, ve tekrar istanbul'a doğru yola koyuluyoruz. eve vardığımızda yorgunluktan hareket edecek halimiz yok. yatıyor uyuyoruz.

    bu arada yolda enteresan muhabbetler dönüyor, hocanın alkol falan da kullandığını öğreniyoruz. hatta beraber bira içiyoruz. adam bize hayatını anlatıyor, ticaret yaptığını, bitkisel ilaçlar sattığını öğreniyoruz. ben sürekli yokluyorum adamı, leğenden o cisimlerin nasıl çıktığını sorguluyorum.benim ısrarlarım neticesinde bir açıklama yapıyor ama öyle bir açıklama ki inanana aşk olsun ! değme bilim-kurgu filmi eline su dökemez ! bizim anlayabileceğimiz şekilde anlatması gerekirseymiş !!? yapılan büyüler,yapan kişiler tarafından bir yerlere gömülüyor ya da bırakılıyor. kurbanın evinin bahçesine, ya da saksıdaki bir çiçeğin toprağına, ya da evindeki bir eşyanın içine vs... fiziksel olarak farklı yerlerde olsalar da, büyü dünyasında özel bir yerde bir arada duruyorlarmış.bir oda gibi düşünün. bir takım kutsal varlıklar (melekler diye tanımlananlar olduğunu tahmin ediyorum) o büyüleri bulundukları yerden alıyor, sonra da bizim leğene bırakıveriyorlarmış. bizim leğeni bir kapı gibi düşünebilirmişiz. büyü dünyasına açılan bir kapı ! bu açıklamadan sonra adamın deli, bizim de gerizekalı olduğumuza kesin olarak kanaat getirsem de, maceracı ve şüpheci tarafım olayların gidişatına müdahale etmeme engel oluyordu. bu macera bitene kadar devam etmeye kararlıydım...

    **** üçüncü bölüm ****

    istanbul'a döndükten sonra, almamız gereken safran miktarları da belli olmuştu. üzerimizdeki büyülerin gücü farklı olduğu için, ikimiz için farklı miktarlar belirlenmişti. tam rakamları hatırlamıyorum ama, 2,5-3 kilo ablam 1- 1,5 kilogram da benim için gibi bir şeyler kalmış aklımda. toplam 3-4 kilogram civarı yani. o kadar paramız o an için yoktu ama, bedava almak da istemedik nedense. detayları anlatmaya gerek yok ama kendi irademizle, hiç bir zorlama olmaksızın hocadan almaya karar verdik ve piyasa fiyatının oldukça altında bir rakam karşılığında temin ettik. hoca safranları bir ilaç gibi hazırladı ve tarif ettiği üzere bir kısmını içerek, bir kısmını da vücudumuzu yıkamak sureti ile bir hafta süre içerisinde tükettik. tüm olay süresince hocaya yaptığımız tek ödeme bu oldu, bu arada safranın gerçek ispanyol safranı olduğunu da belirteyim. farklı kaynaklardan doğruladık.

    safran terapisi de bittikten sonra, artık bu iş bitti diye düşünüyorduk. ancak yanıldığımızı fark etmemiz çok uzun sürmedi. bir kaç hafta sonra yolladığı bir mesajla konunun kapanmadığını, karşı tarafın durumun farkına vardığını ve durumu tersine çevirmek için bir takım varlıklar (bunların da cinler diye adlandırılanlar olduğunu tahmin ediyorum ) aracılığı ile faaliyetler yürüttüğünü bize aktardı. o anda güney sahillerimizdeki popüler bir sayfiye yerinde, yazlığında tatil yaptığını,acil olarak oraya gitmemiz gerektiğini de söyledi. yok ebenin örekesi ! demedik tabi,bundan öncesinde yaptıklarımızı da göz önünde bulundurarak. atladık arabaya gittik ( ne kadar işsiz olduğumuzun bir başka ispatı da her arandığımızda atlayıp gitmemizdir sanırım) bir otele yerleşip, ertesi günü hocanın yazlığa gittik. benim tamamen temizlendiğimi, ancak ablamın durumunun devam ettiğini; bir leğen seansı daha yapmamız gerektiğini söyledi. bunu duyunca ben de o sırada odada olmak istiyorum dedim.bana çok enteresan geldi ama hoca talebimi kabul etti. olayı üçüncü kişi olarak yaşayacak olmak beni çok sevindirdi,keza adamın hilesini kesin olarak yakalayacağıma emindim. ama tahmin edebileceğiniz gibi, çok dikkatli izlememe rağmen hiç bir açık yakalayamadım. seans başarı ile sonuçlandı ve bir çok cisim toplandı sudan. kafayı yemiş vaziyette otele geri döndük. olay bitti diyerek, ertesi sabah yola çıkarız düşüncesiyle uyumaya karar verdik, ama hocadan gelen telefonla yanılmaya doyamamamızın sebebini sorgulamaya başladık.

    çabuk gelip beni alın, bir yere gideceğiz dedi. haydaaaaa bu nasıl iş diyerek, gidip adamı aldık. arka koltuğa oturdu "devam et" dedi. nereye ? dedim. "bilmiyorum, yolda söyleyecekler" diye cevapladı. olay artık içinden çıkılmaz bir hal almıştı. hadi bakalım deyip sürmeye başladım, şehirden çıktık, dağlara doğru gitmeye başladık. yol ayrımına geliyoruz, son ana kadar ses çıkarmıyor, son anda "sağa dön, sola dön, düz git" diyerek yönlendiriyordu. 2 saat kadar allah'ın dağlarında dolaştıktan sonra (gerçekten dağa çıktık 1500-2000 rakımlı yerlerde dolanıyorduk) burada dur diye bağırdı. durduğum yer en yakın yerleşim birimine 40-50 kilometre mesafede, tek bir lambanın, ışığın olmadığı bir noktaydı. "arabayı park et, buradan sonrasını yürüyeceğiz" dedi. içimden bu gece öleceğiz her halde diye geçiriyorum ama hoca da benim yarım kadar bir adam. fiziksel olarak bir zarar vermesi mümkün değil bana, bir de önceden referans sağlam ablamın arkadaşından ötürü. güvendik devam ettik. 10-15 dakika zifiri karanlıkta ağaçların,otların arasından ilerledikten sonra, yüksekçe bir uçurumun önüne geldik. " tamam" dedi, "burası" artık kafamın içinde bile soru sormaktan vazgeçtiğim için olacakları beklemeye başladım. ahım şahım bir şey olmadı, uçurumdan karşıya, boşluğa doğru bağırdı çağırdı, bir takım arapça şeyler söyledi, sonra da hadi gidiyoruz diyerek arabaya doğru yürümeye başladı. dedim abi noldu şimdi ? "öldürmemiz lazımmış" dedi. kimi öldüreceğiz ,neden öldüreceğiz gibi saçma sorular sormadım takdir edersiniz ki. tamam öldürelim madem öyle diyorsan deyip devam ettim.ertesi gün de yola çıkıp geri döndük.

    **** dördüncü bölüm - final ****

    aradan geçen uzunca bir zaman diliminden sonra, beklediğimiz telefon geldi. bu gece gidiyoruz ! atladık arabaya, yine aynı hikaye. nereye gideceğimizi bilmiyoruz.bilgi sürekli yolda geliyor !. edirne istikametinde yola koyulduk, 1- 1,5 saat kadar yol aldıktan sonra ana yoldan ayrılıp, köy yollarına daldık. sabahın 3'ü falandı sanırım. bir köye giriyoruz, köy mezarlığının önüne geliyoruz, "bu değil" diyor. başka bir köy,başka bir mezarlık. "yok bu da değil" dört beş köy ve mezarlık gezdikten sonra final durağımızı bulduk. köyün biraz dışında bir mezarlık. "burada park et, farları söndür, arabayı çalışır durumda tut " dedi ve ablamla beraber arabadan indiler. ben de geliyorum dedim, olmaz dedi. "köylüler fark ederse gece vakti mezarlığa girdiğimizi, bizi perişan ederler" dedi. "ayrıca bu sefer sadece ablanın olmasına izin verildi" ablama baktım, kafasını salladı, onay verdi. mecburen oturdum arabada. bana bir ömür gibi gelen 15-20 dakikanın ardından mezarlıktan sakince çıkıp arabaya bindiler, "çabuk gidelim her şey bitti" dedi. yola çıktım ama ikisinin de ağzını bıçak açmıyor. nooldu diyorum, cevap yok. bir süre sonra konuşmaya başladılar, girmişler mezarlığa, bir mezarın başına gelmişler. hoca ablama ortasından ikiye açılmış bir kuran-ı kerim uzatmış,"yere çömel, bunu yüzüne yakın bir mesafede tut" ne duyarsan duy, ne hissedersen hisset,sakın ha bakma, yüzünden çekme diye tembihlemiş. hemen yanı başında ama,uzansa dokunacağı mesafede. ablam söyleneni yapmış, hoca da uçurumun kenarında olduğu gibi başlamış bağırmaya, tam o sırada boğuşma sesleri duymuş bizimki. baya kavga ediyor gibi iki insan. çığlıklar, hırıltılar, nefesler. sonra büyük bir alev topunun sıcaklığını hissetmiş ve aydınlığını görmüş ablam. baya kuvvetli diye anlatıyor, öyle çakmak ateşi gibi değil, sanki bir tüp alev almış gibi. ondan sonra da çıkıp geldiler işte. hocayı evine götürdük, arabadan indi adama bir baktım, yüzü gözü, kolları lime lime ! her yeri çizik içinde kanıyor adam ! "hadi geçmiş olsun, artık tamamen bitti" dedi. ve bu sefer gerçekten bitmişti. bir daha görüşmedik, ablamla bir kaç kez telefonlaşmışlar, bir de bayramlarda kandillerde tebrik mesajı attı yıllarca.

    ben bu olayı annem,eşim ve bir kaç arkadaşım dışında kimseye anlatmadım.ama hep şüphe duyduğum, hala inanmakta güçlük çektiğim bir olay olarak hafızamda ilk günkü tazeliği ile duruyor. düşünmeden edemiyorum; olanlar gerçek miydi ?adamın amacı neydi ? bizden aldığı para ile yaptıklarını düşününce çok anlamsız, lafı bile edilmeyecek bir rakam. sonradan aramaması, bir şey talep etmemesi... her şeyden önemlisi o günden sonra işlerimizin,hayatlarımızın yoluna girmesi.bunlara sebep olan biz miydik, yoksa yaşadıklarımız mı bilmiyorum. yorumu da sizlere bırakıyorum...
  • (bkz: yeni bir film geliyor)
    (bkz: inci sözlük'teki korkunç içerikli hikaye) (bunu inci yazarıyken canlı canlı okumuştum başlıgında hala entrylerim duruyor, sonra filmi çıktı)
  • ufo deneyimi icerir. doğaüstü müdür, doğanın bir parçası mıdır, takdirinize kalmış.

    ilkokul zamanlarimdi. annem ve babam surekli kavga ettikleri icin o ortamdan uzaklasayim diye (çok zayiftim, kilo alayim bahanesiyle) beni ananem ve dedemin yanina köye göndermislerdi. annemden ilk kez ayri kaliyordum ve ılk kez izmir gibi bir şehirden tokat'in bir köyüne gitmistim.

    o kadar mutsuzdum ve annemi o kadar çok özlüyordum ki, annemin bana ördüğü lacivert ceketime sarılıp ağlayarak uyuyordum her gece..

    ılk birkac gün kabus gibi gecmisti. yapayalniz hissediyordum kendimi.
    inekler, tezek kokuları, şalvar giyen garip garip tipler, "heri gı" diye konuşan çocuklar, beni baştan aşağı süzen yaşlılar, giysilerime "entari" diyenler... taşlarla, camurla oynayanlar, küçücük çocukların altina bez yerine sıcak kum/toprak koyup onu deriyle sarıp adına da "höllük" diyenler, off allahim! kesinlikle ait olmadiğım bir yerdeydim ve annemi çok ozlemistim.

    o zamanlar simdiki gibi telefon yok. koca köyde bir tane telefon vardi, o da haftada bir kez ya da onbeş günde bir kullanılırdı. bir hafta dolsun da annemi arayim diye dört gözle beklemistim.
    neyse sonunda bir hafta doldu, annemi aradim ve öyle mutlu oldum ki... birkac gün sonra annemin köye geleceğini ve gelirken bana oyuncak bebek getirecegini ögrenmistim. sevincten havalara ucmustum.

    takip eden birkac günde gözüm hep yollardaydi. annem gelecekti ve belki de beni bu igrenc yerden alip eve götürecekti.

    bir gece yattigimiz da (ananem/dedem/ben ayni odada yatardik) pencereden iceriye bi isik yansidi. allahhh dedim araba geldi annemler geldi. dedem, ananem ve ben annemin geldigini dusunerek dışarıya fırladık.

    dışari ciktigimizda araba yoktu ama gökyüzunde öyle tuhaf bi cisim vardi ki; altı ve üstü sabit, orta kismi dönen ve dönen kisminda kücük pencereler olan, her döndugunde de ışık saçan daire seklinde bir cisimdi. yani orta kismi dönüyor, ışık saciyor ve duruyor. sürekli bunu yapiyor.

    "dede bu ne?" dedim.

    "ufo kızım bu." demişti.

    isin ilginc yani o bana ufo dediginde onun ne oldugunu anlamistim. rahmetli dedem de boş adam degildi ha jandarma karakol komutaniydi. demek ki rahmetli dedecim daha önce de görmüş.

    neyse olayın asıl bomba kismina geleyim.
    o cismin icinde ne varsa/kim varsa benimle konustu. evet, gercekten benimle konustu. dışardan kulağıma gelen bir sesle değil ama, içimden kalbime gelen bir sesle.

    o dişil sesle bana dedi ki: "üzülme, yalnız değilsin."

    sonra geriye doğru taklalar atıp incelerek gümüş bir cizgiye donusup yok oldu.

    o an tebessüm ettigimi hatirliyorum. :) sanki annemle, ailemle yani çok tanidik birisiyle konusmus gibiydim, ama kalpten kalbe..

    ben o günden sonra annemi hiç özlemedim biliyor musunuz?:) ve kendimi hic yalnız hissetmedim. sanki o pısırık, o mutsuz, o ezik, o ağlak ben gitti yerine cabbar, cesur, her daim mutlu, surekli tebessum eden, hayatin tadini cikaran bi ben geldi.

    hayatimin en güzel yaz tatilini gecirdim. yazin havasi serin hatta yaylada soğuk olan tokat'ta annemin ördüğü cekete gülümseyerek sarilip yattim.

    ıcinde kucucuk kurtcuklar olan inek boklarini ellerimle sekillendirip tezek kuruttum. şalvar giydim, cocuklarla meşe oynadim, çamurdan tabaklar yaptım. ınek sağdim. annemin getirdigi oyuncak bebegin yuzune bile bakmadim.

    annemle birlikte şehire dönmedim. ve tüm yaz tatilimi o begenmedigim köyde buyuk bir keyif alarak gecirdim.

    o gördügüm şey, o duydugum ses gercekti. annesinden uzak ve mutsuz bir cocugun kendisini iyi hissetmek icin uydurdugu bir yalan degil bu olay. gerçekti. ananem halâ hayatta.
    ve o şey dünya dışı bir varlık mıydı yoksa gelecekten gelen ben miydim bilmiyorum. (yazar burada interstellar'a gönderme yapıyor)

    ilkokul cagindaki bir cocugun annesine duydugu o sevgiyi bilirsiniz. anneler cocuklarin gözünde tanri gibidir. ve ben anneme duydugum o yoğun sevgiye ragmen, kalpten kalbe konustugum o varlığı gerçek ailem gibi hissettim.

    bazen kendimi sonsuz evrende, milyonlarca gezegenin arasinda bu dünyaya sıkışıp kalmış gibi hissetsem de yalnız olmadığımı bilmek bana dayanma gücü veriyor.

    üzülmeyin, yalnız değiliz.

    hepsi bu..
  • gece yalnızca tek ve üstten açık olan cam dışında açık olmayan bir yer olmamasına rağmen kedimin sabah uyandığımda evde olmaması. 4. kattayım. düşündükçe kafayı yiyecek gibi oluyorum.
hesabın var mı? giriş yap