• life is moving oh so fast
    i think we should take it slow
    rest our heads upon the grass
    and listen to it grow

    dizeleriyle beni benden alıp, uzak diyarlara götüren muhteşem şarkı. içimi derin bir huzur kaplıyor dinledikçe. kusursuz...
  • yeni bir yazar. hoşgelmiş.
  • 1 aydan kısa bir süre sonra yeni aldığı ehliyetiyle direksiyonu tersten tutacak kendileri. (bkz: london calling)
  • her zaman ama özellikle de saçmalamak istediğimde yanımda olması gereken insan. (bkz: özlemek)
  • an itibariyle elia kazan'ın en iyi filmi ilan etmek istiyorum şu filmi. başyapıt. hakkında ne kadar şey yazılsa, ne kadar şey söylense azdır. on the waterfront, a streetcar named desire, panic in the streets gibi güzel ve kaliteli filmleri mevcut usta yönetmen kazan'ın. her birisi de ayrı etkileyicidir. ama beni en çok etkileyen bu film oldu. genç warren beatty ile güzeller güzeli natalie wood filmin başrollerini üstlenirler. film aşkından manyaklaşan bir kızı ve ona aşık olan ama pek de cesur olmayan bir adamı merkeze koyar ve onların yürek burkan, duygusalsanız mendil ıslatan hikayelerini anlatır. sadece bir aşk filmi değil bu. dönemin aile kurumunun, muhafazakarlığın bir özeti de çıkarılır başarıyla. izlendikten sonra "aradan geçen 60 senede abd değişmiş olabilir ama kesinlikle türkiye'nin durumu bu filmde anlatılan dönemden daha berbattır" dememek için muhafazakar olmak gerek.

    biraz özet geçelim filmi merak edenler için. wilma lisede okuyan, pek de zengin olmayan genç bir kız. her aile gibi onun da ailesi fazlasıyla muhafazakar. ama diğer kızların aksine wilma ailesini utandırmayı hiç düşünmez, bu yüzden hal ve hareketlerine hep önem verir. sokakta öpüşmez, iffetine leke sürdürtmez. wilma zengin bir babaya sahip olan, haliyle zengin olan, aynı zamanda yakışıklı bud'a deliler gibi aşıktır. gözü ondan başkasını görmez. bud da wilma'ya aşık ama gelin görün ki bud aşktan fazlasını, seksi istemektedir. gençtir, kanı deli akmaktadır ve wilma'yı çokça arzulamaktadır. fakat wilma "evlenmeden olmaz" görüşündedir (aslında o da istemektedir ama ailenin baskısı bakireliğini koruması yönünde olduğu için bud'la birlikte olamamaktadır). bir gün bud, wilma'yı terk eder ve wilma mecnun'a döner.

    evet. bizim leyla ile mecnun'a biraz benziyor bu hikaye. film boyunca ailelerin evlatları üzerindeki tahakkümlerine değinilir. aile baskısının ve toplum baskısının nasıl bir şey olduğunu biliyoruz tabi ki. kazan da bildiklerimizi çarpıcı bir şekilde bizlere gösteriyor. bud ziraat okumayı arzularken babası onu yale'e göndermek ister. wilma ile hemen evlenmek isterken babası "başkalarıyla da takıl" diyerek onu kızdan uzaklaştırmaya çalışır. bud babasının gölgesinde kalmış, ona hiçbir zaman isyan edememiş, kendi kararları alabilecek yetenekten yoksun olan gençlerden birisi. kız kardeşi de bu baskı yüzünden en sonunda kafayı yemiş birisi olarak karşımıza çıkar (iffet iffet diye diye kız yoldan çıkar, ailenin zararları). wilma'nın ailesi de aynı derecede sorunlu. birazcık zenginleştikten sonra kızlarının durumunun hiç de iyi olmadığını fark ederler ama paraya kıymamak için bir müdahalede bulunmazlar. ta ki wilma kafayı iyice kırana kadar. tabi wilma'nın aşkından deli divane olması, bud'ın kendisini terk etmesine dayanamaması sonrasında annenin ağzından çıkan iki cümle oldukça önemli: "o çocukla şey yapmadın değil mi? bozuk değilsin, değil mi?" kocasına ise "doktora götürüp bakire olup olmadığına baktıralım" der. kız kafayı kırmış, giderek kötüleşmekte anne-baba "bakire misin?" diye soruyorlar. bu kafadaki insanlarla dolu olan türkiye'yi gel de anma (seks yaptı diye kafasına sıkılanlar, bakire değil diye evliliğin ilk sabahında babasına postalananlar vs).

    aile kurumu, dönemin muhafazakarlığı ve ekonomik kriz etkileyici bir şekilde işleniyor filmde. tabi aşk hikayesi de bir hayli etkileyici. izlenmeli...

    edit: west side story, the hustler, judgment of nuremberg, breakfast at tiffany's, la dolce vita, one-eyed jacks, one two three, the children's hour, yojinbo, through a glass darkly winter light the silence gibi başyapıtlarla aynı senede gösterime girdiğinden görmezden gelindiğini de belirtmek gerek.
  • uzaklara, çok uzaklara giden ve bir daha gelmeyecek sevdikleri hatırlatan şarkı

    *
  • "otların görkemli
    çiçeklerin mağrur olduğu günler geçti artık
    yas tutmak yok
    şimdi sadece anılarımızla yaşıyoruz"

    ben böyle hatırladım hep. aslı böyle değil; benzer ama değilmiş.
    unutmamak için yıllarca kafamda tekrarladım, ama başka kelimeler başka anlamlar yükleyerek. çok zaman sonra şiirin aslına, filmler ve kaynaklarına ulaşım kolaylaştığındaysa filmin kendisine ulaştım.yeri geldiğinde yeniden izlemek için bekledim; o gün bu günmüş.

    film çok eski, zaten bende eskiyim, şiir hepimizden eski...
    bu filmi izlediğimde deanie'nin yaşındaydım. onun kadar genç, hayalci, romantik, sade, hep potansiyel aşık.ve tabi ki kırılgan.
    tek kanalın olduğu zamanlardı, tv den izlemiştim"gençlik çağı". - böyle çevrilmişti türkçeye-

    kendime bi söz vermiştim o zaman:
    "bir gün birisine gerçekten aşık olursam ve onu kaybedersem ne zaman olursa olsun, yeni bir başlangıç yapmadan önce ona gideceğim ve sadece gözlerine bakacağım 'geçti mi?' diye".

    film, bir gençlik aşkını anlatır.dönem, ortam, şartlar, koşullar tarafından belirlenen bir aşk hikayesin hüzünlü yolculuğunu.
    elbette cinderella'nın masalı değildir; sonunda da onun gibi muradlarına eremezler, ama bir şeyi öğrenirler; acı, büyümenin bir parçasıdır...
    onlar birbirlerini hep sevdiler mi bilmiyorum? kimse geride kalanların nereye gittiğini bilmez.

    hayatımızda ne olursa olsun, nereye gidersek gidelim, üstünü neyle örtersek örtelim hep içimizde kalan, kendimize sakladıklarımız vardır. kaçarak, gizlenerek, saklanarak, görmemeye, görünmemeye çalışarak yok saydıklarımız; yok ettiğimizi sandıklarımız.
    bir acıdan kaçıp diğerine yakalanırız....sonra bir başkasına... acılar kaybolmaz; biz onlara arkamızı döneriz.
    gitmesi, bitmesi için uğraştığımız her şey ayaklarımıza dolanır. artık bitmesini ve ardımızda kalmasını istediğimiz ne varsa önce onunla yüz yüze gelip ona bakmak dokunmak gerekir mi? geçmişe, acılarına, pişmanlıklarına... unutmaya çalışırken,unuttuğumuz bir şey vardır; sevdiklerimizden kaçarken kendi gözlerimizden kaçarız. başka şansımız yoktur. oysa bakabilsek, aynı şeyi görmeyeceğiz... kimbilir?

    hala seviyor olduğunuzun gözlerine bakarak gidebilmek kolay değildir.
    elbette korkarız...herkes korkar. heyecandan diliniz damağımız kurur, dizlerimiz titrer.
    kim acısına dokunabilir ki? kim onu sevebilir? kim ona bakabilir?
    bunu sadece cesur olmak zorunda olmadığını kabul edenler yapabilir;çünkü, artık kaybedecek bir şeyleri kalmamıştır.
    bense hep cesur olmak zorundaydım.

    bi de kolayca "geçti" diyenler vardır. onlar bir başka filmin konusudur.
    sıradaki parça da onlara gitsin:

    "though nothing can bring back the hour
    of splendor in the grass, or glory in the
    flower; we will grieve not, rather find
    strength in what remains behind."
    -william wordsworth-
  • klibini görmeden önce pink martini'nin bu şarkısını yaşlılık ile bağdaştırmıştım.

    "gözlerine baktığımda senin de aynı şeyi hissettiğini biliyorum" tarzında bir ilişki yavan bir aşktan öte ancak yıllarınızı birlikte geçirdiğiniz, birlikte acı çektiğiniz/mutlu olduğunuz birisine karşı söylenebilecek bir aşinalık hissinde ve bilgelikte gibi gelmişti.

    az önce klibini izledim. klibinde de hakkaten yaşlılık, yalnızlık, eşin ölümü işlenmiş. yaşlılığımı, yaptıklarımı ve yapmayı planladıklarımı sorguladım. yaşlandığımda, hayatıma dönüp baktığımda nasıl olursa mutlu olacağımı
    ve şarkıdaki gibi hayatın aslında ne kadar hızlı geçtiğini, biraz yavaşlamanın fena olmayacağını düşünüp yeni yeni kararlar aldım. sonra da hepsini unutup günlük "to do list"ime geri döndüm, günü böylece bitirdim.

    ilgili klip için;

    https://www.youtube.com/watch?v=icogbibph-i
  • 1961 yapımı saçma sapan bir filmdir bu. her sahnede öpüşme, libidolar, n'ooluyoruz arkadaşım? sanırsın herkes 20 yaşında onun bunun üstüne atlıyor. bir hikayesi varsa da, anlayamıyoruz zira berbat etmişler. oturup ergenler bakalım halvet olabilecekler mi diye izlersen başka tabi. bir hikayesi olan ve bunu güzelce, masumca anlatan "o eski filmler"den biri değil.
  • her şeyi bırakalım;
    natalie wood gibi bir kadının yeryüzüne gelebileceğin görmek,
    bir elia kazan filmi olması nedeniyle,
    1930'lar.. büyük buhran, çöküş.. dönemin ahlak anlayışı
    ya da warren beatty'nin ilk sinema filmi olduğu için bile izlenir.

    güzel filmdir orası da ayrı tabii.
hesabın var mı? giriş yap