• fena bir şekilde bam telime dokunan dizi. öyle böyle değil. hiçbir dizi veya filmi böyle gözlerim dola dola izlemedim. bunun sebebi de bu dizinin insan duygularını çok iyi bir şekilde anlatabilmesidir.

    bu diziyle alakalı olarak birkaç sene önce de yazmıştım ama onu yazdığım zaman henüz son sezonunu izlememiştim. diğer sezonlarını izlememin üstünden de bayağı zaman geçmişti. birçok kez bir dizi veya filmi ilk izlediğim anda aşırı beğeniyorum ama zaman geçtikçe bu etki azalıyor ve dizinin/filmin hatalarını daha net görüyorum, o diziye karşı bende bir soğukluk oluşuyor. hatta izlediğimi bile unutuyorum. dark dizisi bunun en net örneklerinden biridir. izlerken vaov falan dedirtiyor ama üstünden zaman geçince akılda pek bir şey kalmıyor. ama bu dizide böyle bir şey olmadı. üç sezonluk diziyi bitirdim ve etkisi aradan bir küsür yıl geçmiş olmasına rağmen devam ediyor.

    diziyi benim için çok güzel yapan sebeplerden biri şu: dostoyevski'nin suç ve ceza kitabında dostoyevski zor bir işe girişir. nedir o? kitabında "suç" (yani cinayetin planlanması ve işlenmesi) kısmını başta yazar ve bunu kısa tutar, kitabın geri kalanında ise "ceza" kısmına yoğunlaşır. oysa ki suçla veya cinayetle ilgili yazmak çok daha kolaydır, okuması da okuyucu için daha eğlencelidir çünkü daha fazla aksiyon içerir. ceza kısmı ise daha psikolojiktir; kitapta raskolnikov cinayeti kitabın başlarında işledikten sonra kitabın geri kalanıda hep bir iç muhasebe yaşar, kendisiyle yüzleşir ve hesaplaşır, bir nevi tevbe süreci içine girer ve işte bu süreçte insani olarak gelişir ve olgunlaşır. bunlar insanın en derin hisleriyle ve onun içine dercedilmiş o komplike mekanizmalar ile alakalıdır. bunları okumak genel okuyucu kitlesine göre daha sıkıcıdır.

    işte the leftovers’da da bunu görüyoruz. konu nedir? bir anda dünya nüfusunun yüzde ikisi ortadan kalkıyor. bildiğin siliniyor. bir anne, arabanın arka koltuğunda oturan bebeğini aniden kaybediyor. ölme şeklinde değil ama bu kaybediş. bebek bir saniye önce orada, bir saniye sonra yok, kaybolmuş. başka bir anne iki çocuğunun ve eşinin yok oluşuna tanık oluyor. aileler parçalanıyor, tüm dünyada bir kaos ve kargaşa meydana geliyor. düşünsenize, bir saniye sonra pat diye dünya nüfusunun yüzde ikisi, tamamen rastgele bir şekilde, gözünün önünde kayboluyor. ortada aslında çok gizemli bir olay var. dizi boyunca insanlar kendi inanışlarına göre bu olayı açıklamaya çalışıyor. kimi bilimsel olarak anlamlandırmaya çalışıyor, kimi inancına sarılıyor, kimi kendisini suçluyor, kimi nihilizme düşüyor veya intihara yelteniyor. fakat dizi, herhangi başka bir dizinin yapacağının aksine 'nüfusun bu yüzde ikisi neden kayboldu?' sorusuna yönelmiyor. peki neye yöneliyor? şuna: insanlar ve topluluklar onları travmatize eden ama açıklayamadıkları bir olay olduğunda nasıl davranır, nasıl düşünür, nasıl inanır ve bu travmayla nasıl baş eder? işte dizinin ana sorusu bu ve bu açıdan da büyük risk almışlar. dizinin konusu bu kadar gizemli ve doğaüstü bir olayken üstüne yoğunlaşılan konu bir o kadar insani ve “basit görünümlü”.

    dizide özellikle travma ve yas konusu çok harika bir şekilde işlenmiş. bireysel travma dışında kolektif travma da var çünkü bu olay, dünyanın tamamını ilgilendiren bir olay. tüm dünyada her insan çok yakını veya değil en az bir tanıdığını anlamsızca kaybediyor. bakın bu kelime önemli: anlamsızca. bir savaşta, doğal afette, hastalıkta vesaire değil. böyle olsaydı anlamlandırabilirdin. “oğlumu savaşta kaybettim” der, gider mezarını ziyaret ederdin. sırf bir mezarı olması dahi bir teselli olurdu. ama nüfusun bir kısmının göz önünde silinip gitmesini insanlar doğal olarak anlamlandıramıyor. ortada ceset yok, sebep yok, önceden gerçekleşmiş bir örnek yok. bu anlamsızlık da büyük bir travma sebebidir arkadaşlar. örneğin küçük çocuklar cinsel istismara uğradığında aynı türden istismara uğrayan yetişkinlere göre çok daha travmatize olurlar çünkü çocuklar o cinsel istismarı tam anlamlandıramaz. dizi boyunca insanların travma hallerini, o travmalarla nasıl mücadele ettiklerini ve anlamsızlığı anlamlandırma çabalarını görüyoruz.

    dizinin bir başka önemli özelliği ise insanların bu travmayla ve yasla baş ederken veya olanları anlamlandırmaya çalışırken yaptıkları şeyler hakkında bir değer yargısında bulunmaması. yani bir taraf tutmuyor. örneğin kimi olayı bilimle rasyonalize etmeye çalışıyor, kimi dini gruplara üye oluyor ve mucizeler gösterdiği iddia edilen liderlerin peşinden gidiyor, kimi kendisini kötü alışkanlıklara veriyor, dizideki birçok farklı karakter ve grup farklı türden bir anlamlandırma çabasına giriyor. dizi ise hiçbiri için 'bu daha iyi' veya 'bu daha kötü' demiyor, bir derecelendirme yapmıyor ve bunu, izleyiciye bırakıyor. bu tür yargılar yerine dizi insanın hem kendisiyle hem de diğer insanlarla olan ilişkisine ve o 'human connection'a yoğunlaşıyor.

    tüm bunlardan bahsettikten sonra bir de müziklere ayrı bir paragraf ayırmam lazım çünkü hayatımda bir dizideki sahnelerle ve o sahnelerdeki hislerle bu kadar uyumlu müzikler görmedim. en başta demiştim ya bam telime dokunuyor diye. işte bunda o müziklerin payı %50 oranında. hala açıp açıp dinlerim.

    diziyi kesinlikle öneriyorum ama herkes için olmadığını da kabul ediyorum. yani ya çok seveceğin ya da hiç sevmeyeceğin bir yapım, arası yok gibi. eğer 'o yüzde iki neden ortadan kayboldu?' gizemine cevap bulmak için izleyecekseniz kesinlikle izlemeyin çünkü hayalkırıklığına uğrayabilirsiniz. dediğim gibi, dizi bunla alakalı değil. dizi, travmayla, onla baş etmekle ve insanın anlam arayışıyla alakalı. özellikle ilk sezon baya depresif çünkü travmanın ilk periyodunu anlatıyor. ayrıca biraz ağır gidiyor ama sonradan açılıyor ve daha az depresif hale geliyor. bazı bölümler gerçekten çok ilginç -ve hatta fantastik-, o bölümlerde bol bol psikolojik ve dini referanslar var. o bölümler öyle iyi işlenmiş ki o fantastik dediğim şey gerçek mi hayal mi anlayamıyorsun, zaten anlaman da gerekmiyor, inandığın şeye göre yorumlayabiliyorsun (yani ister gerçek olduğunu düşünebilirsin, ister halüsinasyon). spoiler vermemek için çok açamıyorum konuyu, izlemeniz gerekir.

    neyse, izleyin, izlettirin.
  • --- spoiler ---

    bizden kaybolan 1.55 milyon kişi arasında malum şahıs yokmuş. ulan şansa bak.
    --- spoiler ---
  • az önce ilginç bir tesadüfle niyeyse hiç bahsedilmeyen (sözlük'e ve reddit'e baktım bahsedildiğini görmedim) bir şeyi keşfettim ve the leftovers'ın aslında parodi olduğunu öğrendim. tom perrotta'nın kitabını aldım ama henüz okumadım, ama bildiğim, epey farklılıkla da olsa kitap ilk sezonu anlatıyor yalnızca, bu yüzden parodi derken diziden bahsediyorum burada. dizinin ilham aldığı meselelerin yer yer karşımıza çıkan sahnelere anlam katacağını ve genel olarak anlatılan şeyi daha açıklayıcı kılacağını düşündüğüm için biraz baştan başlayacağım anlatmaya, zaten güzel bir hikâye. ve bu bağlamda dizinin neyle ilgili olduğu üzerine birkaç yorum yapacağım.

    öncelikle şunu söylemek gerekir, the leftovers felsefi bir dizidir, postmodern hakikat problemini, din-bilim çatışmasını ve esas olarak inancın ne olduğunu muazzam bir şekilde inceler ve başka bir şey bilmeseniz bile derdini derli toplu anlatmayı başarır, ama muhtemelen bizim farklı bir kültürde yetişmemizin etkisiyle de, hikâyesini temel aldığı kaynakları biraz ıskalıyor ve bazı vurguları da kaçırıyoruz; bunları ortaya çıkarmanın dizinin daha iyi anlaşılmasına fayda sağlayacağını düşünüyorum. dizinin postmodern meseleleri ele aldığı gibi, biçimsel olarak da postmodern teknikler kullandığını görmek hoşuma gitti açıkçası.

    şimdi efendim, pragmatik millet olduklarından mıdır bilinmez, amerika'da 18. ve 19. yüzyılda kafayı isa'nın geri dönüşüne takan tipler ürer, bunlar isa şu zaman gelecek, bu zaman gelecek diye tahminde bulunurlar ve bayağı da takipçi toplarlar. bu kişilerden biri william miller adında bir vaizdir, incil'i okuyup okuyup ömer çelakıl'mışcasına şifreler bulur ve isa'nın ne zaman döneceğini hesaplar, "21 mart 1844 yılında gelecek isa," der. o ve takipçileri el ele tutuşur, o tarihi bekler, ama gelmez isa.

    eve gidip gözyaşlarını siler william miller, sonra incil'i açıp okur ve der ki "aa yanlış olmuş, 22 ekim'de gelecekmiş isa." bunlar yine oturup beklerler 22 ekim'de, isa bey yine teşrif etmez. diziyi izlemiş olanlarınız 3. sezon 1. bölümün başındaki bu sahneyi hatırlayacaktır, bu sahneler doğrudan bu olayı konu alır. dizide de tarihlerin hesap edildiğini ve beklendiğini görürüz, yine 1844 yılı tarih ama günler farklı gösteriliyor dizide, baktım biraz, william miller spesifik bir tarih belirtmedi, bir aralık verdi diyen de var. diziyi izlerken bu meseleyi bilmeyenlerin muhtemelen ıskaladığı sahnelerden biridir bu da, amerikalı yeni nesil bu olayı ne kadar bilir bilmem ama damon lindelof'un sevdiği işlerdir bunlar, izleyicisine yem atmayı pek sever. sonuç itibariyle, gelmez isa bildiğiniz gibi ve bu olay the great disappointment olarak hatırlanır.

    yıllar geçer, ama insanlar hâlâ isa'nın ikinci kez ne zaman geleceğiyle ilgili teoriler uydurmaya devam eder, bunların içinde tanrı benimle konuştu, şu zaman geliyormuş isa diyen de vardır, incil'den hesap kitap yapan da. charles taze russell adında biri gelir, isa aramızda, 1914'te armageddon zirvesine ulaşacak, o zaman göreceğiz der ve 1879 yılında the watchtower hareketini başlatır, yalnızca 144.000 kişi armageddon'dan kurtulabilecek der ve insanları uyarmaya başlar. birinci dünya savaşını tutturur ama ne armageddon ne isa teorisi doğru çıkar. hevesi kursağında üzgün üzgün ölüp gider o da. birinci dünya savaşı çıktığında ne heyecanlanmıştır kim bilir.

    arada bu grubun liderleri değişir, ama beklenti hep aynıdır, isa gelecek, dünya krallığı kurulacak. russell'dan sonra joseph r. rutherford adında bir işadamı başa geçer ve 1931 yılında hareketin adını hepimizin duyduğu yehova şahitleri olarak belirler. biliyorsunuz, manyak insanlardır bunlar, kardan adama karşı çıkan müslümanlardan beter bir halde kanı tanrı yaratır deyip kan transferini reddederler (ian mcewan'ın yehova şahitleri'nden yola çıkarak çok ilginç sorular sorduğu the children act romanını da öneririm bu arada.). rutherford 1942'de ölür, sonra ikinci dünya savaşı çıkar, yine kafayı yerler isa geldi gelecek diye, ama hep hüsran hep hüsran.

    burada araya girerek şu açıklamayı yapmakta fayda var; isa öldüğünde, ilk hristiyanlar isa'nın hemen geleceğini düşünürler. hatta o kadar hemen geleceğini düşünürler ki gidip hristiyanlığı yaymakla uğraşmak yerine kudüs'ten ayrılmaz, isa'yı beklerler. aziz paul yayar hristiyanlığı, gidip kiliseler kurar, bu yüzden de ona hristiyanlığın gerçek kurucusu derler hatta. türkiye topraklarında da epey dolaşır kendisi.

    zaman zaman, isa'nın karşı çıktığı tevrat'a hristiyanlığın köklü reformist bir yaklaşım getirmemesini eleştirenlere karşı böyle açıklama getirmeye çalışan hristiyan din alimleri vardır örneğin, derler ki isa gelecek diye beklenildiği için böyle köklü işlere girişilmedi, yoksa biz kesin kaldırırdık köleliği canım. yani isa'nın gelmesi hristiyanlık için çok önemli meseledir, katoliklerin keyfi yerinde olduğu için bu işin peşine pek düşmezler ve bizim kültürümüzdeki hristiyanlık imajı da katolikler etkilenerek oluştuğu için, bizde de bu isa'nın gelişi teranesi pek merak edilen bir şey değildir o yüzden, ama amerika'da bu işin peşine çok düşen olmuştur.

    yani the leftovers çok güçlü bu geleneği ele alır; dizide kevin'ın konumlandığı yeri, etrafındakilerin ona olan tepkisini, onu hemen konumlandırdıkları yeri anlamak için aslında bunları bilmenin önemli olduğunu söyleyebiliriz bu yüzden. islamdaki mehdi beklentisi gibi düşünebiliriz, youtube'a mehdi yazın, sürekli bu konuyla ilgili yeni videolar çekiliyor ve hemen hepsi de mehdi'nin dünyada olduğunu iddia eden bu videolar çok izleniyor. mehdi ya da mesih gelecek beklentisi içindeki kişiler de, etraflarında çeşitli "gariplikler" sergileyen kişilere hemen bu gözle bakmaya başlarlar doğal olarak. dizideki din-inanç-bilim çatışmasını daha da derinden kuran şeylerden biridir bu.

    neyse, devam edelim ve esas noktaya, the leftovers'ı parodi yapan kısma gelelim. isa'nın ikinci gelişi beklentisi sürekli devam eder ve günümüze kadar gelir. richard holloway'in "son kırk yılın en etkili amerikalı hristiyanı" dediği evanjelist papaz tim lahaye de isa'nın yeniden geleceğine inananlardan biridir, ama onun farkı bunun için kurguyu kullanmasıdır. left behind adında on üç kitaplık 65 milyondan fazla satan bir seri yazar, hatta kötü filmlerin vazgeçilmez oyuncusu nicolas cage'in oynadığı 2014 yapımı imdb puanu 3,1'lik bir filmi de yapılmıştır. birazdan bu kitaptan spoiler vereceğim ama hristiyan bir papazın on küsur kitaplık serisini okumayacağınızı varsayarak bu ufak uyarıyla devam ediyorum.

    bu seride de, tıpkı the leftovers'ta olduğu gibi insanların bir kısmı bir anda yok olur (dizideki gibi araba sürerken, uçak kullanırken vs.) ve hikâye böyle başlar. burada ise farklı olarak, inançlılar yok olur ve cennete giderler, geride kalanlar günahkârlardır. the leftovers'ta da bilhassa matt izleğinde tartışılan meselelerden biridir gidenlerin iyi mi kötü mü olduğu, ama postmodern bir eser olduğu için doğası gereği bunların hepsini muğlak bırakır; gidenlerin iyi bir yere mi yoksa kötü bir yere mi gittiği de dizinin esas meselelerinden biridir, buna cevap verilmez.

    left behind'a devam edelim, dünya kaosa sürüklenir, insanlar bir lider bekler ve sonunda o lider çıkar: birleşmiş milletler genel sekreteri. ama left behind'da bu kişi bir kurtarıcı değil, deccaldir. dünyayı felakete sürüklemeye çalışır. romanın sonunda birkaç babayiğit çıkar, deccal'e karşı mücadele eder, isa gelir ve deccal'i öldürür. the leftovers'ın sondan bir önceki bölümü the most powerful man adlı bölümdeki şu sahneyi hatırlarsınız.

    yani görüleceği gibi the leftovers, left behind'ın bir parodisi. lindelof ve perrotta bu romandakiyle aynı konuları ve hatta aynı hikâyeyi ele almış, fakat left behind'daki hristiyan zaferini kesip atmış, onun hikâyesini bozmuş, değiştirmiştir. anlamın kalmadığı bir dünyadaki hakikat ve doğal olarak anlam arayışını işler the leftovers.

    lindelof the leftovers'ta, lost'ta da yaptığı gibi sürekli bir ikilem içerisinde bırakır izleyiciyi, bu gerçek mi değil mi, diye sordurur. postmodern anlatının tipik tekniklerinden biridir bu: umberto eco'nun il pendolo di foucault, john fowles'un the magus romanlarındaki gibi, ki anlatı biçimi olarak büyücü'ye çok benzetirim lindelof'un tarzını. inanç ile bilmek arasındaki ayrımı yoklar dizide, nelerin inanç olduğunu irdeler. hakikatin önündeki en büyük engellerden biri olarak dili görürüz konuşmayı reddeden, dünyanın sonunun geldiğini hatırlamak için sigara içen beyaz giysililerle. bunu bir ludwig wittgenstein göndermesi olarak okumak mümkündür.

    bir anda insanların yok olduğu bir dünyada bildiğimiz hiçbir anlam kalmaz (boşuna dünyanın sonunun geldiğini söylemez beyazlar). ne din ne de bilim yeterlidir. karanlıkta kalmış bir çocuk gibi yalnız ve kaybolmuş insanları yalnızca onlara doğru yolu gösterecek peygamber kurtarabilir. işte the leftovers kendisine bu temeli alır ve bize modern zamanların kafası karışık, şaşkın, yolunu yitirmiş, kalp hastası mesihini anlatır. eğer bilimi esas alacak olursak, onu mesih olarak bile değil, şizofren olarak isimlendiririz, fakat hakikatin olmadığı bir dünyada bilimin ne kadar kıymetli bir şey olduğu dizide zaten yeterince tartışılmıştır. tıpkı blade runner 2049'da olduğu gibi, isa'nın gelişi üzerinden chosen one, seçilmiş kişi meselesi masaya yatırılır.

    aslında the leftovers, bütün o güzel hikâyeleriyle dünyada nasıl da yapayalnız, nasıl da önemsiz olduğumuzu anlatır. ıt's a matt, matt, matt, matt world'de, matt'in tanrıyla karşılaşmasını ve uğradığı hayal kırıklığını, inancını "yitirmesini" görürüz. bu dizi fantastik bir dünyayı değil, hiçbir şeyin güvenilir ve çok da anlamlı olmadığı yaşadığımız hayatı anlatır. böyle bir dünyada bir mesihe inanan ve onu bekleyen kişileri kim suçlayabilir?

    ne bilimin ne dinin öneminin kaldığı, tamamen sislerle kaplı bu hakikatsiz dünyada, yüzyıllardır elde kâğıt kalem hesaplarla mesihi, hiçbirimizin aklının ermediği o sorulara cevap vereceğine, hayata, hayatına, hayatımıza en sonunda bir anlam katacağına heyecanla ve çaresizce inanan ve inandığı için bekleyen müritler gibi, biz de hayatımıza anlam katacak o şeyi bekliyoruz. herkes için o şey farklı, ama yine de, yarın hayatın bugünkünden daha anlamlı olacağına inanarak yarını ve yarının getireceklerini bekliyoruz. dünyanın bu kadar anlamsız olmasını kabullenemediğimiz için, anlamsız olduğunu çok iyi bildiğimiz için bekliyoruz. "hepimiz o'nu bekliyoruz."
  • altyazıyla izleyenler için bir uyarı olarak aziz demirok un yaptığı çeviri altyazının çok kötü olduğunu, dizideki karakterlerin söylediği çok kritik cümleleri çok yanlış bir biçimde çevirdiğini, bu nedenle dizide bir çok yeri yanlış anlayabileceğinizi ya da hiç anlayamayacağınızı belirtmek isterim.
  • diğer üyelerin de yazdığı gibi the leftovers oldukça kişisel bir diziydi, lindelof belki de ilk kez bu kadar özgürdü ve karakterlere duygu saltoları atlatmaktan çekinmedi (tom perrotta sağ olsun). lost'ta yapamadığını the leftovers'ta yaptı diyebiliriz. yani sikti attı.

    dizi nasıl bitti:

    --- spoiler ---

    final en başından sonuna kadar yalanlar ve kabullenişlerle süslenmiş. birileri yalan söylüyor, birileri kabulleniyor-inanıyor, mutlu oluyor, yoluna devam ediyor. nora'nın onlardan biri olmadığını görüyoruz her sahnede. ta ki rahibe eve attığı adam için "daha iyi bir hikaye" demesiyle nora kırılma noktasına dayanıyor, keçiden de "yükü" alıyor. ardından son sahneye varıyoruz ve malum hikayeyi anlatıyor. kevin bu hikayeye inanıyor, daha önemlisi nora da inanıyor ve üç sezon boyunca yüklerini bırakamayan çiftlerimiz acılarını geride bırakıyor ve ilk kez bir olmayı başarıyorlar. keçi çoktan gitmiş oluyor ve umutları taşıyan güvercinler yuvaya geri dönüyor. lauire ölmemiş, çocuklar mutlu, torun da gelmiş... hikayemiz mutlu bitiyor.

    --- spoiler ---

    the leftovers en başından beri bilim-kurguyu bir sos olarak kullandı. dizi başlamadan önce insanların nasıl, nereye gittiklerini açıklamayacaklarını söylemişlerdi çünkü önemli değildi. geride kalanların hangi durumda neler yapacaklarıydı bizi ilgilendiren. o nedenle finalde anlatılanların doğru olup olmasına da pek takılmadım, hayatta sevdiklerinle birlikte olman için karşındakine inanman gerektiğine güzel bir tablo çizdi bu dizi. inanç kavramını aşk ile iyi sundu. bu yeri geldi koyu bir din adamının koyu tanrı inanışına denk düştü, bazen de insana sarılarak mutlu eden birinin varlığına inandırdı, bazen ölümden geri dönüş olduğuna inandırdı, bazen de gidenlerle kavuşabileceğimize. the leftovers bu yüzden çok kişisel bir diziydi, bu yüzden milyonlara hitap etmedi, bu nedenle reyting rekorları kırmadı, ödül budalasına dönüştmedi, karakterlerine mimler yapılmadı, popüler kültürde yer sahibi olamadı. bir hbo dizisi olmasına, lost gibi bir klasiğin yazarının kaleminde tüm duyguları uçlarda yaşamasına, 200'den fazla harika müzikle süslenmesine, max richter'in kendini aşmasına, carrie coon'un oscarlık performans çıkarmasına, dünya dizi tarihine geçecek en az 2 bölüm bırakmasına (birisi 2 sezondaki hotel bölümü tabii), tek bir boş bölümü olmamasına ve diziye bir bütün olarak baktığınızda organik olarak bağlandığına, kendisiyle çelişmediğine, yazar tembelliğinin hiç bulunmamasına raaaaağğğğmen, the leftovers sessiz sedasız göçtü diyebiliriz. ve buna o kadar mutluyum ki. çok güzel bir yolculuktu. ejderlere binerim, zombileri keserim, kafaya sıkar giderim dizilerinin sakız gibi yapıştığı şu ortamda böylesi kişisel, böylesi duygusal, böylesi kurgusu yüksek, edebiyat dili ve metafor zengini ve muhtemelen tüm detaylarıyla anlamamazın zaman alacağı bir dizi ancak 10 yılda bir geliyor. değerini bilemeyenler utansın.

    "sooner or later we all lose our loved ones. we all have to suffer, every last one of us."
  • liv tyler'ın bile yaşlandığı bu düzenin anasını sikiyim. bi daha da izlemem.
  • +çok çok çok büyük bir dizi. televizyon tarihinin görüp göreceği en büyük 3-5 işten biri. ama neden?

    bu dizi baştan sona kadar inanç/inaç krizi ve şüphe üstüne bir dizi. bu kavramların arasına, ortasına, yanına berisine iliştidiği tüm motifler bu kavramlara hizmet ediyor. ve eşsizliğini tam da tematik direksiyonunu süratle kırdığı, gözünü budaktan sakınmayan cüretinin saldırganlığından alıyor. diziyi sarıp sarmalayan dini motifler, sembolizm, alt metinlerin her birinin karakterlere ayrı ayrı, ince ince nakş edilmiş süreliliği, özdeşimi,arayışın içkinliğini karakterize etmeye çalışan tahayyülü tek kelimeyle sarsıcı.

    bu diziyi birçoklarından ayıran en temel özelliği vaat ettiği seyir deneyimi. seyircisinden temaşa etmesini değil, şahit olmasını istiyor dizi. tanrı, din, felsefe, bilim, insan cenderisi içinde değinilebilecek dehlizlerin derinliğini yoklarken hiç korkmadan, doğru ya da yanlış olduğuna bakmasızın sorular sorup kendince cevaplar vermeye çalışıyor. rezil olmaktan, yanılıyor olmaktan korkmuyor. söylediklerinden pişmanlık duymuyor tek bir anında bile. birçok dizinin metodik gramerini parçalayarak oradan kendine yeni bir anlatı dili oluşturuyor. hem hikaye anlatımında hem kurguda kendini adayarak doğrusal olanın bilincini parçalıyor ve bunu tek bir anında şova dönüştürmüyor. inançlı ya da inançsız oluşunuzla ilgilenmiyor çünkü yarattığı cezbedici illüzyonla gönüllü olarak teslim alıyor sizi. yanlış olduğunu bilmenize rağmen yaptığınız bir şeyin suçluluk ve haz arasında büyüyen yalazını üflüyor adeta ruhunuza.

    karmaşık ya da gizemci görünen yapısının mutlak açıklığı , kendi kehanetini yaratıp yaratıp bozguna uğratan çalışkanlığı, karakterlerini sembol kıldığı, uçsuz bucaksız hayat ve ötesine varmaya çalışan yolculuğu, dur durak bilmeyen değişmezliğin, anlamın apeironlarıyla dansı, kendi hakikatini yaratan ve koşulsuzca teslimiyet isteyen güveni the leftovers'ı farklı yapan şeylerin başında geliyor.

    benim de sevdiğim birçok dizi var. birçok diziyi evreni, karakterleri, hikayesi için seviyoruz haliyle ama bazı dizilerin seyir deneyimi çok keskin bir şekilde ayrılıyor o dizilerden. ben de uzun yıllar sonra carnivàle'le birlikte bu duyguyu yaratan ilk dizi oldu the leftovers. benzer şekilde klasik strüktüre sırtını dönen, evreninin işleyisine uygun dinamiklerini yaratan, kendi hakikatine dair öyküsünü genişletirken seyircisinden talep eden, klasik usun onayladığı yasalara uymak yerine onları kendine uyduran ve bunu seyircisine yadırgatmayan oldukça güçlü bir evren. gizemciliğini müşterisini tavlamak yerine onu sarsmak için kullanan bir evren. beklentisini temaşakarına karşı kullanırken ona kathartik efektin sağaltımı konusunda bir nebze rahat verdirmeyen bir yapı.

    süreli bir ağrı, ince bir sızı, rahatsız edici bir düşünce, kaçmaya çalışılan ve yine de yüzlemek için önünde sonunda kapısının önüne döndüğünüz bir ruhun yakarışı.

    bundan sonra da birçok iyi dizi çekilecek. birçok dizinin iyi olduğunu söyleyip, övüp güzelleceğiz ama the leftovers gibi kendi hakikatini büyük bir incelik, işçilik ve uyumsuzlukla yaratıp, diyalektine ancak ve ancak o üst dile teslim olanların, şahitlik edebileceği bir şahikayı öyle her zaman göremeyeceğiz. ben bu diziyi izlemedim, şahitlik ettim ve bu yüzden dizinin yaratıcılarına binlerce kere teşekkür ediyorum.

    dip not: 2. sezon 8. bölüm tek başına bir magnum opus ve max richter'ın tema müziğinin dizinin anlamını pekiştirme konusunda büyük bir anahtar görevi var.
  • 2x8 ile çok önemli ve hatırlanacak bir bölüme imza atan dizi.

    aslında damon lindelof'u pek sevmem lost'taki saçmalığından ötürü, ancak sinematografik anlatım başarılı olduğu için ve birçok kişi burada neyin ne anlama geldiğini sorduğu için bir analiz yapayım dedim. keza aslında lost'ta olan şey, burada da var.

    --- spoiler ---

    kevin, international assassin (uluslararası suikastçi) isimli bölümü, kendi zihninin içerisinde, araf'ta geçirmiştir. burada arafı sembolize eden şey, oteldir. geçici süre kalınan ve günün birinde ayrılmak zorunda olunan bir mekan.

    ateş ve su elementleri bu bölümde yoğun bir tematik anlatımla karşımıza çıkıyor. her 3 dakikada bir su ister misin denilmesi, havuzda boğulma sahnesi, suyu içen virgil'in gerçek dünya ile bağını kaybetmesi ve tabii ki kevin'in küvetin içinde uyanması hepsi birer diğer dünyaya geçiş için sembol. su, bu anlamda arafta içildiğinde diğer dünyaya geçişi sağlıyor. ateş ise, suyun zıttı olarak gerçek dünya ile araf arasında bağ kurulmasına, devamlı dinamik kalmaya yol açıyor. televizyon üzerinden babasından taktik alması bu yönde olan bir şey. yangın alarmı da keza, ateş üzerinden kevin'i dikkatini vermeye zorluyor. ancak lobidekilerin tek derdi yangın değil, kuşu yakalamak. çünkü aslında her bir ruh kendi halinde devam ediyor. rüyasal bir etki.

    patti'nin boğulması gerekliliği, kevin'in zihnindeki ve araf'taki varlığının sona ermesi gerekliliğiyle alakalı. kevin'in babası da, ölü olduğun sürece kuyuya gitmen gerekiyor diyerek, kevin'i araf içerisinde yönlendiriyor. çünkü kendisi de benzer bir süreçten birinci sezonda geçmişti. patti, araf içerisinde kendi dertleriyle boğuşmaktan diğer dünyaya geçemiyor. kevin bu anlamda, uluslararası bir katil rolünü oynayarak, patti'nin arafta kalmasını sağlayan destekçilerini, korumasını, eski kocasını ve nihayetinde kendisini öldürerek patti'yi huzura erdiriyor. kuyu ise çok güçlü bir sembol. anlatıldığı üzere, iki dünya arasındaki geçişi sağlıyor. kuyunun miracle sınırları içinde olması, patti için o bölgenin arafından öteki tarafa geçişin olması gerekliliğini anlatıyor, çünkü patti kevin'in zihninde hapsolmuş durumda.

    hikayenin ana bölümleri bunlar olsa da, sembolik anlatım yan bölümlerde de yoğun. örneğin oteldeki yangın alarmı önemli bir örnek. başka bir örnek ise lobidekilerin kuşu yakalama çabası. virgil suyu içmeden önce "umarım kuşu yakalamazlar" diyor. ancak içince bizzat kendisi kuşu yakalayan oluyor. birkaç bölüm önce anlatılan, kutunun içine hapsolup 3 gün havasız kaldığı halde kutudan canlı çıkan kuş hikayesi ile doğrudan ilintili bir durum. kuş burada özgürlüğü sembolize ediyor, araftaki ruhlar ise araftan gerçek dünyaya dönmek yerine varolan durumlarını korumak istiyorlar. virgil suyu içtikten sonra arafa ait olunca ve gerçek dünyadan kopunca, kendisine gelen kuşu öldürme yolunu seçiyor, bu durum da virgil'in artık geri dönemeyeceğinin bir sembolü haline geliyor. suyu içmek, insanın amacını unutturuyor, sakinleştiriyor, kabullendiriyor.

    kevin, kendisine yol gösteren virgil ve babası sayesinde araf içinde iradeye kavuşuyor. köprüde kevin'i yakalayan ve sonrasında ona bir şeyler söyleyen adam da ateşe giden yolda onu durduruyor. kevin'e olan bu son uyarı, onu ölüme doğru yönlendirmeye dair bir durum. bu uyarıyı yapan da esasen patti, bir yandan tamamen ölmek ve öteki dünyaya gitmek istemiyor, ancak kevin'in iradesi karşısında çaresiz kalıyor ve karabasan unsuru olan köprüdeki adamı daha fazla yönlendirmekte zorlaıyor. kevin, zihinsel iradesi ile bu adamı durduruyor ve kendisini köprüden atmasını engelliyor. bunun üzerine adam da kendisine hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir şeyler söylüyor. tahminen o anda kevin içinde bulunduğu durumun patti ile ortak yaşadıkları bir araf dünyası ile alakalı olduğunu anlıyor.

    geri döneceğine tekrar inanan kevin, bunu başarıyor. tekrar doğan, resurrection ile dünyaya geri dönen kevin artık bambaşka bir adam olacaktır, çünkü dizinin konsepti dini anlamda yoğun. matrix'te neo nasıl ölüp dirildiğinde seçilmiş kişi olmuştu, burada da benzer bir şeylerin olması mümkündür.

    sinematografik olarak insanı dürten sahneler, oldukça başarılıydı. kevin'e saldırı düzenlenmesi, küvetten su damlacıklarıyla uyanması, uzaktan patti'yi havuzbaşında görmesi ve sonraki sahnede havuzda boğuluyor oluşu, adamın tekinin kevin'e silah doğrultup kimlik sorması (?), patti'nin bir anda korumasına vur emri verip durdurması, yangın alarmının sürekli tedirgin ve rahatsız eden unsuru, her bir kişinin hareketinin birbirleriyle ve o kişinin kendisiyle de alakasız oluşu ve tabii ki anlamsız anlarda giren klasik müzik gibi noktalar, aslında bizi diziyi izlerken bir rüya görüyormuşuz hissiyatına soktu.

    umalım ki önümüzdeki bölümler de en az bunun kadar etkileyici olsun.

    --- spoiler ---

    edit: birkaç detay daha ekledim.
  • bu diziyi önünüze gelene önermeyin arkadaşlar. belli bir birikimi olan, hayata dair sorgulamalar yapabilen, alegori ve film içi atıflardan anlayabilecek kadar sinema merakı olan biri olduğuna inandığınız birine önerin bunu.

    yoksa bu diziden bir bok anlamaz ve yaptığı yorumlarla dostluğunuzu gözden geçirmenize neden olabilir.

    benim için çok büyük değeri olan bir dizidir. bu diziyi izlediğim dönemi bölük pörçük, bulanık bir şekilde hatırlamaktayım. sanki bu diziden geriye kalan biriyim; öncesi muammaymış gibi...
  • ilk bölüm itibariyle bana biraz under the dome u andıran dizi. bakalım önümüzdeki bölümlerde konuyu çok dağıtıp ilgiyi kaybetmezler umarım.

    --- spoiler ---

    dünya nüfusunun %2 lik kısmı kaybolduğunda, haberlerde türkiye de 1,55 milyon kişinin kaybolduğunu söylüyorlar.

    kaybolanlar arasında papa ve shaquille o’neal da varmış.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap