• bu kavramın içinde ilahlık yoktur. yani "tanrı bu kainattır." değildir. birincisi tanrılık ve ilahlık kavramını toptan reddeder. teizm küfürdür. allah bir tanrı değil o tekliktir. ancak bu kainatı, bilinebilir düzlemin tamamını allah olarak görür. ki bu aslında tasavvufi anlamda da yanlıştır. yani vahdet-i vücud tasavvuftaki bir basamaktır ancak son basamak değildir.

    çünkü bu kainat bir iluzyondur. bu kainat aşktır. allah bu aşk değildir. allah, aşk ile ulaşılan sonuçtur, kaynaktır. bu durumda ona ulaştığımızda aşka gerek kalmayacaktır. yani vahdet-i vücud bizi kainat ile bütünleştirir. bunu yaparken aşkı kullanır çünkü kainatın özündeki şablon aşktır, bilinen her şeyin içinde aşkın izi bulunur. çünkü hepsi aşkın gölgesidir. bilinebilen her şey ile birleşmeye vahdet-i vücud denir. peki sonrası?

    sonrası biraz daha karışık. aşk allah değilse ve allah'tan başka bir konsept geçersiz ise, aşk da bir iluzyondur. bu durumda aşk allah'tandır, ancak allah değildir. bu durumda allah nedir? cevap gözümüzün önünde ama görmekte zorlanıyoruz. aşk ile birleşen kimdi? sen. iluzyon gören kimdi? sen. kainat yoksa, madde yoksa, aşk bile yoksa ne var? sen. bu durumda tüm bu iluzyonun sebebi ne?

    sen.

    işte tasavvufun son basamağı ve anlaşılması en zor kısmı budur. vahdet-i vücud'dan sonra vahdet-i şuhud. "her şeyin sebebi o" demek. müsebbib-ul esbab der kitapta, "sebeplerin sebebi" anlamına gelir.
  • hakkında bir çalışma ve batı felsefesindeki yansımaları için;
    (bkz: baruch spinoza/@ilbertus)
  • saz ile anlatıldığında daha az söze ihtiyaç duyan öğreti:

    http://8tracks.com/te_ori/vahded-i-vucud
  • bunu kümelerle açıklamak en basiti sanırım:
    tanrı, evrenin kapsayan kümesi (şekilde b)
    evrense tanrının alt kümesidir: (şekilde a)

    bu durumuyla tanrıyı evrenden aşkın (yani ayrık, cisimsiz bir varlık olarak) gören tek tanrılı dinlerden keskin ayrım söz konusu elbette.
  • aşk, parçası olduğun bütüne olan özlem. bir nevi ana karnındaki bebeğin annesine aşkıdır. nasıl doğmamış bebek ve anne hem iki ayrı beden gibi ama bir bedende iki varlık ise ve birinin bilinci tam ve diğerinin oluşmakta ise, insanoğlu da yaratanın bedeninda ama onu hiç bir zaman tam olarak kavrayamayacak gelişmekte olan bir fetus gibi düşünülebilinir.
  • spinoza 'nın sub specie aeternitatis şeklinde bilimselleştirdiği olgudur. zaten spinoza'nın arapça bilip pek çok islami eseri okuduğu gayet bilinmektedir. muhtemeldir ki okuduğu eserler vahdet-i vücud tabanlı eserlerdi. bu benim tahminim. gariptir ki islam içinde vahdet-i vücudçuların sapıklıkla itham edilip horlandığı gibi spinoza da sinagog ve kilise tarafından horlanmış ve dışlanmıştır.

    vahdet-i vücud sayı doğrusudur. sıfırın solu ve sağı vardır. bir insanın iradesi herhangi bir değer aralığında bir birimdir. örneğin iyi bir insan +10 ile +11 arasında bir irimlik bir insandır. kimisi sıfırdır. kimisi kötüdür ve değeri -35 ile -36 arası bir birimdir. ama sayı doğrusu tüm boyutlarıyla allah 'tır (c.c.) işte burada şöyle bir yanlışa sapılabilir ki negatif değerlerinde dolayısıyla kötülüğünde allah ile ilentilenmesi. fakat herkesin bildiği ama anlam veremediği, kadere yorduğu "hayır da şer de allah 'tandır" lafzı devreye giriyor. evet kötülüğün var olması, değer yargısı, salt kötülük de vardır. allah onun da var olabilmesini mümkün kılmıştır ki insanın yaratılmasının amacı da budur. melekler ve cinler devrinde (insan yaratılmadan önce) kötülük yoktu. ilk insan tasarlandığında şeytanın başlatmasıyla varoldu kötülük. neden var oldu? meleklerin "yer yüzünde kan akıtacak, fesat çıkaracak birilerini mi yaratacaksın?" sorusu üzerine "sizin bilmediğinizi ben bilirim" cevabında yatmaktadır. açıkçası ben de bilmiyorum doğal olarak.

    yine vahdet-i vücud 'u izah etmeye yardımcı fuzulinin şu dizeleri olabilir.

    ger ben ben isem nesin sen ey yâr.
    ger sen sen isen neyim ben-i zâr.
    (ey yar sen sen isen ben neyim? ben ben isem nedir bu vaziyet?)

    yine bu meseleyi gerçek aşkı yaşayanlar bir nebze daha yakından anlayabilir. gerçek aşktan kastım birini delice sevmek, dillere destan gibi. allah aşkı değil kastım. gerçek aşık sevdiği kızı-erkeği kendinden ayıramayabilir. sanki onunmuş zaten, birbirleri için yaratılmışlar hissine kapılabilir. biraz da böyle bir şey sanırım.

    son olarak;

    aşk allah katındaydı, var olmak istedi.
  • "ete kemiğe büründüm
    yunus diye göründüm"
  • (bkz: http://okyanusum.com/…in-vakti-geldi-hepimiz-biriz/) bilimin hayret verici tespitleriyle daha iyi anlaşılabilecek olandır.
  • "madde ve zihin arasındaki ilişkiyi ve yapısını daha kapsamlı olarak david bohm'un hologram teorisinde bulabiliriz. hologram, kısaca tanımlarsak, tek bir lazer ışınının iki ayrı ışına ayrılmasıyla oluşur. ilk ışın, fotoğrafı çekilecek nesneden sektirilir. sonra ikinci ışın, ilkinin yansıyan ışınıyla çarptırılır. bu durumda ortaya çıkan girişim deseni, daha sonra bir film plakasına kaydedilir.

    başka bir lazer ışını, filmin içinden geçip onu aydınlatacak olursa (ya da parlak bir ışık) orijinal nesnenin üç boyutlu bir imgesi yeniden ortaya çıkar. bu görüntüye elinizi uzatıp ona dokunmak isterseniz eliniz, görüntünün içinden geçip gider; ancak o zaman gerçekte bir şey olmadığını anlarsınız. yani, duyumlarınız size ne derse desin, yeryüzündeki hiçbir alet hologramın havada salınır gibi durduğu yerde, herhangi bir anormal enerji ya da varlığın yer aldığını saptayamaz. uzayda kapladığı yer, ancak bir aynada gördüğünüz kendi üç boyutlu görüntünüz kadardır. aynadaki imgenin aynanın arkasındaki gümüşsü yüzeyin üzerinde yer alması gibi.

    bununla beraber plakayı ne kadar parçalarsanız parçalayın, yine lazerle aydınlatıldığında aynı nesneyi oluşturacaktır. çünkü holografi, filmin her parçasında bütünün bilgisine sahip olması demektir. böylece hem mekânsızlık hem de bütünselliğe sahip olma özelliği, kuantum düzeyindeki, madde-antimadde arasındaki mesafe ne olursa olsun birindeki etkinin aynı anda diğerinde ortaya çıkışını, plazma içindeki elektronların her birinin, tümün bilgisine sahip olarak hareket etmesini, çift yarıklı deneyde yüz farazi parçacığın aralıktan teker teker geçmelerine izin verildiğinde parçacıkların % 10'unun a bölgesine çarptıktan sonra yarıktan geçen öteki parçacıkların sanki ihtimal hesabını biliyormuşçasına bölgeden kaçmalarını açıklamış olmaktadır.

    nörofizyolog karl pribram da yaptığı araştırmalar sonucunda beynin holografik olarak çalıştığını bularak eğer beyinlerimizdeki gerçeklik görüntüsü aslında bir görüntü değil de bir hologramsa bu neyin hologramıydı? hakiki gerçeklik nedir? gözlemci tarafından gözlenen ve görünüşe göre olan nesnel dünya mı,yoksa plaka / beyin tarafından kayıtlanan girişim desenleri mi? sorusuna nesnel gerçekliğin (kahve fincanları,dağ manzaraları,sandalye masa…vb) belki de gerçekte var olmayan tınlayan engin dalga boyları senfonisinin ancak bizim duyularımıza ulaştıktan sonra bildiğimiz dünyaya dönüşen bir frekanslar ülkesi şeklinde var olduğu biçiminde cevaplandırdı.

    başka bir deyişle, beyinlerimiz,temelde başka boyutlardan, uzay-zamanın ötesindeki daha derin bir varoluş düzeninden yansıyan frekansları yorumlamak suretiyle nesnel gerçekliği matematiksel olarak oluşturmaktadır. yani beyin, holografik bir evrenin içerdiği bir hologramdır. david bohm bu noktada her şeyin altında yatan bir düzenin ikinci kademede ortaya çıkış görüntüsünden başka bir şey değildir. bu düzeni kuran, düzenin aynı zamanda hem de kendisi. bir ve tek... şeklinde ifade etti.

    tıpkı mistisizmin temelinde yatan, evrende her şeyin tek, bölünmez tümel bir yapı olan kozmik bilinci kendi kapasitesince ortaya çıkaran ve algılayan bilinç titreşimlerinin kendilerine has bir varlıkları olmaksızın bir hayalden ibaret olduğu düşüncesi gibi..."
    (alıntı-kenan keskin)

    yukardaki alıntı, vahdet-i vücud anlayışını günümüz insanının anlayacağı dilden ifade eden bulabildiğim en sârih izahtır.

    en özde bulunan varoluş okyanusu(hu-hüve) bir derece bilinir hale gelmek için bir frekans denizi halinde yansıyor(isimler mertebesi-allah)

    frekans denizi bir nevi çokluk halinde belirdiği için, çokluğun yerel unsurları denizin diğer vechelerini şuur seviyesine göre kısmi algılama ve değerlendirme durumuna giriyor.

    "doğu da batı da allah'ındır. nereye yönelirseniz allah'ın vechi/yüzü oradadır. allah her şeyi kuşatan ve her şeyi bilendir."(bakara 115)

    lâkin her nokta, "tüm"ü kendinde barındırıyor çünkü varlık devâsa bir hologramdan ibaret. eskiler buna "zerre küllün aynasıdır" demişler.

    muhyiddin-i arabi ve taraftarlarına göre durum aynen böyle. sadece onlar görüşlerini tasavvuf terminolojisi ile anlatmışlar ki günümüz insanı o sözlerden pek bir şey anlamaz.

    imam-ı rabbani'ye göre ise o bahsettiğimiz tümel/külli hologram allah'ın zatı değil onun gölgesidir. allah'ın zatı insan için ulaşılamaz ve değerlendirilemezdir.

    kısacası biri,

    heme ost=her şey o'dur,

    derken, diğeri

    heme ez ost= her şey o'ndandır, aslın aynı değil gölgesidir,

    demektedir.

    imam-ı rabbani'nin görüşü, vahdet-i vücud anlayışına göre marifet alanında büyük bir sıçramaya tekabül eder.

    not: dikkat! panteizm farklı bir kavramdır. tasavvuf ıstılahına göre, panteizm vahdet-i vücud değil, vahdet-i mevcud'tur.
hesabın var mı? giriş yap