• (bkz: varolu$ acisi)
  • (bkz: la nausee)
  • burada pek güzel anlatılmıştır:

    umutsuzlar parki - vii

    bana bir şeyler söylediniz, anlamadım
    bir cümle, bir iyi söz, gene anlamadım
    doğrusu hiç anlamadım, siz ne demiştiniz?
    ben ne demiştim, ve çekip gitmiştim sonra
    öyle ya, niye hiç değişmedi bakışlarınız?
    bitmedi, diyorum bitmedi şaşkinliğimiz.

    o gün bugündür işte - ben mesela
    çok usta bir avcının gözleri karşısında
    bir çocuk olarak taptaze oyuncakların
    ve çok ölçülü saatlerinde ev kadınlarının
    ki birdenbire açılan kucaklarında
    bitmedi, ama bitmedi şaşkinliğimiz.

    bitmedi anlaşıp soyunduğumuz gün - o beyaz
    bir taşı kaldırdığımda o akıl almayacak yaşayış
    tanrıyı sorduğumda, olur ya, günün birinde tanrıyı
    odama kapanıp saydığımda ayak parmaklarımı
    kapımı çaldıklarında - bunu size söylüyorum anladınız
    kaykılmış, büyümüş gözleriyle onların
    kim der ki yalan, ve yalandır orda konuştuklarımız
    bitmedi, daha bitmedi şaşkinliğimiz.

    üstelik bitecek gibi değil
    biri kopmuş ayağından, biri kopmuş kimsesizliğinden
    sımsıkı tuttuğu dönerken köşeyi
    elinde bir bıçakla
    ve öldürmek isterken - kimiyse kimi
    gülünç, sebepsiz, bilinçaltı
    ama tutalım, koyvermeyelim
    tutalım koyvermeyelim bırakın kibarlığı
    yanılmak kolay, üstelik çok belli işte yanıldığımız
    bitmedi, diyorum bitmedi şaşkinliğimiz.

    paralar bozduruyoruz, gereksiz eşyalar alıyoruz bu yüzden
    içtikçe içiyoruz o çocukluk günlerinin yüzüyle
    biri mi öldüydü ne, selviler, mezar taşları, kalabalık
    ya da bir masal mı söyleniyordu, hiç mi hiç bitmeyecek bir masal
    kimbilir n'olduydu gene
    işte bir sevgilinin bırakıp gitmesi üzerine
    apışıp kaldığımız, yatıverdiğimiz yemekten sonra
    saatin kaç olduğu - üstelik sorulmaz ki
    sabaha kadar sabaha
    uyuyup uyandığımız
    bitmedi, diyorum bitmedi şaşkinliğimiz.

    evlere sığamıyoruz, öylesine büyüdü ki vücutlarımız
    ve konuşmalarımız, öylebüyüdüler ki peşi sıra
    hani hep bir olup da eve taşıdıklarımız
    kahveden, meydandan, sokak içlerinden
    bulup da çıkardığımız
    konuşmalar:
    - biri geliyor sözü değiştirelim
    - yürüsek açılırdık
    - bu ne uzun bakmak kendinize
    - ağzım mı kokuyor ne, yaa!... çok kötü bir günümdeyim
    - akşama bezik, evet, siz ne içerdiniz?
    - annem mi, çok sevinecek..
    , belki de sinemaya gideriz..
    - bilirsin erken kalkmalı, yarın.. (gülüşler) yok canım!
    - siz yarın deyince aklıma ölmek geliyor, katıla katıla ölmek
    - bana kalırsa..
    - evet size kalırsa
    - bana kalırsa şimdiden eğlenelim
    - sus!
    - biri geliyor
    - biri geliyormuş sözü değiştirelim..

    yengemin başı ağrıyor, tek sebebi büyümek
    masalar, tabaklar, hani şu kirazlar koyduğumuz
    kalmadı adım atacak yer bu yüzden
    oğuza söylemeli, bir daha çiçek getirmesin
    lale de saçlarını kestirmeli
    sonra gereksiz eşyalar var, bir gün oturup konuşalım
    örneğin şu hasır koltuk neye yarıyor
    bana kalırsa babamın mineli saati
    tek bşaına bütün bir odayı dolduruyor
    hele annemin güneş gözlükleri
    yarından tezi yok, çakımı, kol saatimi, eldivenlerimi
    aaaa! kitaplarınız
    bitmedi, daha bitmedi şaşkinliğimiz.

    üstelik bitecek gibi değil
    çok yaşlı bir kadın yün eğiriyor - düpedüz ilgisizlik
    bisiklet yarışları, akşam gezintileri, insan ne güzel eğleniyor
    bir hırsız giriyor ellerinize polisler hırsızı kovalıyor
    daha akşama çok var - olsun - biri sizi öpmeye hazırlanıyor
    bense berbere uğrayacağım, şu saçlarıma bakın!
    üstelik bilmiyorum bu şarapları nasıl içiyoruz
    balıkları nereden geliyor soframızın hele
    yıllardır ama, yıllardır neyi koysalar önümüze
    alıştık, sadece bir türlü bakıyoruz.

    işte biz böyle yapıyoruz.

    edip cansever
  • kadınları vaginusmus, erkekleri iktidarsız yapar.

    ilacı bangkok'ta 3 haftadır.
  • bazen "yaşıyorum anasını satiym be" diyerekten retoriksiz olarak üzerinde düşündüğüm şey..
  • kafayı yedirtir.
    gerçek ne? ben neyim? neden buradayım? bu dünya; adil bir dünya değil? suçum olmadan geldiğim bu dünyaya, neden uğradım? sorular sorular sorular.
  • varoluş sancısı, okuyan, araştıran, öğrenmeye meraklı, yaşamı sadece insan üzerinden değil, tüm canlılar hatta cansız varlıkları üzerinden anlamaya, anlamlandırmaya çalışan, taşı toprağı, denizi balığı, böceği çimeni merak edip düşünen, empati yapabilen, sorgulayan bünyelerde zuhur eder.
    belli bir bilinç düzeyine ulaşan, belli derecede ekonomik refaha kavuşmuş olan ve bilincini (genelde ruh yerine kullanırım) bilgi gıdası ile besleyen kimselerde bu sancı, standart donanım paketinde gelir.
    genelde bu sancı, yalnız kalındığı zaman ya da başınızı yastığa koyduğunuzda, denizin ya da bir kanyonun azametine bakarken, açık havalarda gökyüzünü ve yıldızları izlerken, bir belgesel seyrederken yalnız ve sonsuz gibi görülen bir savanın ortasında yırtıcı bir canlının diğerini avlayıp beslenirken izlediğinizde ya da insanoğlunun vahşiliğine tanık olduğunuz bir haberde, tezahür edebilir. (sartre, kafka, nietzsche, camus, beckett okuyanları saymıyorum bile) böylece varoluşa ilişkin anlam arayışı ve bilinmezlik en neşeli anınızda bile birden bire bir karabulut gibi üzerinize çökebilir, hayat enerjinizi söndürebilir, kişiyi tutup hiçliğin ortasına savurabilir.

    düşünen bir canlının kendi varoluşunun nedenini düşünmemesi zaten olası değildir. bu gayriihtiyari ancak olağan bir durumdur. insanoğlu binlerce yıldır bu sancının üstesinden gelebilmek anlamsızlığı anlamlandırabilmek için kendine gerekçeler uydurmuş durmuştur. ve bu sonsuza kadar sürecektir.
    başta söylediğim gibi kişinin varoluş sancısı çekmesi için belli ölçüde kendini gerçekleştirmiş olması, her şeyden önce kendini bir "canlı" olarak sayması "birey" olduğunun farkına varması gerekir.
    bütün bunları başaramamış kendini keşfedememiş insan günübirlik yaşam gailesi içinde, geçim gibi, anne babalık gibi, dini-kültürel motiflere beslenen aidiyetler gibi, dünyayı tanımadan, hayatı, kendi ailesi, kendi mahallesi, kendi köyü, kendi şehri, kendi siyasi ideolojisindan mürekkebse elbette böyle bir sancıyı tanımayacak çoğu zaman bunları düşünmeye fırsat dahi bulamadan göçüp gidecektir.
    çünkü hiç tanımadığın bir şeyin yoksunluğunu hissetmen mümkün değildir.
    varoluş sancısı bu nedenle belli bir bilinç düzeyine erişebilmiş kişilerde zuhur eder ancak bunu avantaja dönüştürmek pek tabii mümkündür. varoluş sancısını kişi kendisi açısından bir "gelişim" olarak değerlendirip de entelektüel bilinç düzeyinde level atlamak için aşılması gereken basamak olarak görürse bu sorunun üstesinden gelmiş olur ve bu olguyu da diğer bilgiler gibi her daim aklının bir köşesinde tutarak yaşam serüveninde yeni rotalar çizmesinde bir araç olarak olarak kullanır. mutlu mesut ve elbette bilinçli bir yaşam elde edebilir.
    aksi şekilde kişi kendini, varoluşun manasız derinliklerinde, dipsiz karanlık dehlizlerinde kaybederse bu manasızlıkla başedemez nafile ve çetrefilli bir sancının ağlarında kısacık olan yaşamı da hüzün ve ızdırap deryasında yiter gider.

    oysa yaşam öyle midir?
    yaşam kendine özgü metaforları olan, sürprizlerle dolu ve her zaman spontane takılan bir olgudur. o halde kendini bir kazığa bağlayıp sonrasında hareket alanının kısıtlandığından etrafı göremediğinden dert yanmak anlamsızdır. kişi bu sancıyı yenebilmek için alabildiğine dolu dolu yaşamalı, nefes aldığı her anın keyfini çıkarmalı, canlılık tarihinin geçmişinden geleceğine kadar her neyi deneyimledi, neyi öğrendi ise hepsine vakıf olmak gayretinde olmalıdır. işte o zaman ne sancı kalır, ne hüzün, ne de bir dert.
    ne demiş üstad nef-i hazretleri ;

    "gam çekme hakîkatde eğer ârif isen
    farz eyle ki el'ân yine âlem yoğ imiş..."

    bugüne değin varoluş ve varlık-hiçlik felsefesi üzerine oldukça fazla okuma yaptığım halde oblomov - ivan aleksandroviç gonçarov'daki kadar, varoluş sancısını adı konulmadan bu kadar basit, bu kadar net, bu kadar açık koyabilmiş bir esere rastlamadım.

    varoluş sancısı çeken olga'nın bu durumu stoltz'a anlattığı ve stoltz'un olga'ya söyledikleri sizin için geliyor;

    "- ah! prometheus'un ateşini insan böyle ödüyor işte! bu sıkıntıya katlanmakla kalmayacak, onu seveceksin; içinde doğan kuşkulara, sorulara saygı göstereceksin. bunlar hayatın taşan, fazla gelen kuvvetleridir; en çok da mutluluğun en son sınırına vardığı, bayağı isteklerin sona erdiği zaman ortaya çıkarlar; sıradan bir hayat içinde doğmazlar. ihtiyaç ve dert içindeki insanlar onlarla baş edemezler. halk yığın yığın şüphe bulutlarını, anlamak çabasının verdiği sıkıntıyı bilmez. fakat zamanında cevap arayanlar için bu sorular bir yük değil, tersine bir nimettir." alıntı: oblomov- türkiye iş bankası kültür yayınları, xı. baskı, syf. 581

    o halde varoluş sancısını, elbette agafya matveyevna çekecek değildi (o sadece doğum sancıları çekecekti), elbette olga çekecekti...

    edit: isimlerde yapılan yanlış yazımlar, wittgensteininkendisi rumuzlu nazik ve duyarlı yazarın uyarıları neticesinde düzeltildi.
  • iki genç biraz felsefe biraz da edebiyat üzerinden tartışıyor. camus, beckett, sartre, dostoyevski, gonçarov'un eserlerinin bahsi geçiyor. okumadıysanız eserlerlerinin içeriğine değiniliyor, bilginiz olsun.

    ek: giriş mahiyetindedir. derinleşmek için kendi okumalarınızı yapmanız en doğrusu olacaktır.

    https://youtu.be/naqtw8m9284
  • kuru kayısı, kuru incir yiyin bişeyiniz kalmaz
hesabın var mı? giriş yap