• siri hustvedt'in bu yıl yayınlanan son romanı..kendisi öncelikle paul auster'ın eşi olması dolayısıyla tanınmıştı tarafımdan. ancak ilk romanı blinfold'u okuduktan sonra aklımda yazar kimliğiyle yer etti.. what i loved romanını sıkıcı bir günün akşamında kitabevinin* rafında gördüğümde almakta hiç tereddüt etmemiştim..çokta doğru bir karar olmuş çünkü enfes bir roman.. düşündüren, öğreten, tuhaf bir zarafet barındıran, kadın yazarın hikayesini erkek karakterden anlatmasıyla daha da ilginç olan bir roman..

    mekan yine new york..ve daha da lezizi soho.. yalnız bir adamın hikayesi.. akademisyen* leo anlatıcı, ana karakter..koskoca bir ömür.. dostlar ve bir türlü var olamayan ama hep orda bir yerde kendini hissettiren aşk..leo'nun hayatındaki herşeyin aksine belkide asıl trajedisi bu..

    bu romanda tüm kurgunun üzerine inşa edildiği ana kavram sanat..üzerine düşündüren, kimi zaman zorlayan, hatta iç bunaltan ama hep hayatın ta kendisine odaklanmış, kritik bir yerde konumlandırılmış, çoğu çıkmazın, ikilemin düğümü yada tek çözüm noktası&yegane dayanak.. baba*-oğul* arasındaki bir sohbet bu vurguyu en iyi ifade eden diyaloglardan.. [ "....that you have to feel what's right, and sometimes what is right in art is sad."]..

    insanın modern sanata bakışını etkileyebilecek derecede güçlü bir altyapısı var bu konuda.. kimi zaman kutsayan kimi zaman ince göndermelerde bulunan bir anlatım sözkonusu.. soho gibi çılgın birçok "sanatçı"nın olduğu bir ortamda iyiyi kötüden ayırmak çetrefil bir yolculuk halini alıyor.. teddy karakteri sanırım iyi bir gönderme olmuş bu açıdan.. hatta yazar ana karakterle kitabın bir yerinde [ "the peculiar insularity of the new york art scene had often made obvious work seem subtle, stupid work intelligent, and sensational work subversive." ] diyerek güzelde bir ders veriyor..

    nihayetinde içinde bitmek bilmeyen bir kovalamacayı barındıran, polisiye romanları aratmayan bir kurguyla birlikte pekçok şeyi*** sunabilmesiyle bile kendini farklı kılıyor what i loved.. somut birşeylerin peşinde koşarken aslında bambaşka bir derdi olan bir adamın hikayesi.. hiçliğin hikayesi ve bunun fazlasıyla farkında olan, zor aşkıyla beni üzen bir kahraman..yalnızlığı, soğukkanlılığı, ama hala en hassas noktadan vuran garip samimiyetiyle çok hüzünlü bir hikayenin kahramanı.. kısaca; dokunaklı ve entellektüel... "it is hard to live with nonsense- gruesome, unspeakable nonsense."
  • (bkz: siri hustvedt) (bkz: blindfold) ve hatta (bkz: paul auster)
  • aşağıdaki alıntılarla anacağım eser.

    ...making art was necessary for bill to maintain a minimal equilibrium, to keep himself going.

    he played with mark and a couple of other friends after school. he threw himself into baseball and drawings and the race for good grades. he puzzled over arithmetic and science, composed little essays with painstaking care and terrible spelling, and zealously pursued his at-home projects - a bookland collage, a spanish galleon in clay that melted in the oven and the memorably interminable business of a solar system in papér-mache. for a week matt, erica and i labored over slimy pieces of newspaper, wrapping and pasting and measuring the dimensions of venus and mars and uranus and the moon. three times saturn's ring slumped and had to be redone. when the project was all finished and hang from thin silver wires, mark turned to me and said, "i like the earth best," and it was true. his earth was beautiful.

    ...the past is always eating up the present.

    i accepted the story for two reasons. i recognized that the truth is often muddled, a tangle of mishaps and blunders that converge to appear unlikely, and when i looked at mark as he stood before me with his large steady blue eyes, i was absolutely convinced that he was telling the truth.
    "i know i mess up," he said. "but i really don't mean to."
    "we all mess up," i said.

    i shook my head and looked at the hydrengea tree. i felt lost to myself at that moment, as thpugh another person were speaking. i kept my eyes on the tree, and there was something red in my mind, very red through a window.

    if mark and teenie were any indication, these kids had little fervor. they weren't futurists glorifying the aesthetics of violence or anarchists advocating liberation from the reigns of law. they were hedonists, i suppose, but even the taking of pleasure seemed to bore them.

    ... a room where he held on to those who loved him and whom he loved.

    no one spoke, and in the quiet, i could hear the ticking of the clock that hung to the right of the door - a big-faced old school clock with clear black numbers - and i found myself atruggling to understand how time can be measured on a disc, a circle with hands that return to the same positions over and over again. that logical revolution looked like a mistake. time isn't circular, i thought. that's wrong. but the memory didn't let go of me. i continued - vehement, acute, inescapable.
  • gecenlerde metroda* gordugum orta yasli bir ingiliz kadinin heyecanla okudugu, surukleyici oldugu asikar siri hustvedt romani.
  • anlatici leo; hayattaki farkindaliklarla ilgili olarak sunlari soyluyordu: babam birgun bana bir anisini anlatmisti. yazlik evlerinde birgun dolasmaya ciktiginda kaybolmustu ve avucunun ici gibi bildigi yerleri hic taniyamaz olmustu. bir tepenin uzerine cikip asagiya baktiginda, daha onceden hayatinda gormedigi bahce icinde bir ev ve park etmis bir araba gormustu. bir sure baktiktan sonra; kendi bahce icindeki evlerine ve hergun bindigi arabalarina bakmakta oldugunu farkederek cok sasirmisti. leo soyle devam ediyordu: gecen gun kendime portakal suyu yerine yanlislikla bir bardak sut koymusum; icmeye basladigimda ilk yudumlari portakal suyu olarak ictim ve sonraki yudumlari da bozuk oldugunu dusunerek. en sonunda rengini gorunce baska birsey icmekte oldugumu farkettim, fakat ne oldugunu anlayamadim. oysa ki sutu cok severim ve cok icerim. ayni sekilde; yolda yururken bir adamin karsidan bana dogru gelmekte oldugunu farkettim; yururken suratinı seyrettim. ancak cok yaklastigimda bir aynaya dogru yurumekte oldugumu farkettim ama o ana kadar; kendimi seyrettigimin farkinda degildim.

    farkindaliklar olmadigi zaman, dunya cok tehlikeli, korkutucu ve cekici bir hale donusuyor..
  • turkce'ye "sevdiklerim" olarak cevrilip can yayinlari'ndan cikmistir. ozellikle bu romandan sonra, etrafinda gezindigi meseleler ve tarzinin kocasi paul auster'a benzetilmesi ile ilgili olarak yazari siri hustvedt sunun gibi bir sey soylemis: "cagdas roman bir sehirse, paul ve ben ayni mahallede yasiyor sayilabiliriz; ama kesinlikle ayni evde degil." (bkz: tecahul u arif)
  • benim için dostluğun romanı what i loved. biri sanat tarihçi diğeri sanatçı iki erkeğin 20 yıldan uzun süreye yayılmış dostluklarını anlatıyor siri hustvedt. ama bunu öyle bir anlatıyor ki zaman zaman ihanet, aşk, sanat veya psikolojik gerilim romanı okuyormuş gibi hissediyorsunuz. sayfalarca süren sanat eseri betimlemeleri, bill'in yaratıcı süreci ve ortamı, dağınık odası ve ilham kaynağı violet. violet'in yeme bozuklukları ve histeri ile ilgili araştırmaları, leo ve matt arasındaki ilişki, leo'nun sevdiği kadar ihanet ettiği erica, aralarından hiç ayrılmayan, yokluğunda bile varlığını hissettiren lucille ve bill'in çok çocuk sahibi olmak istemesinin bir yansıması mark ile sürekli olarak ben nasıl bir kitap okuyorum diye sordum kendi kendime. içim ısındı, dehşete düştüm, gerildim ama kitap hiç bitmesin istedim.
  • çağımızın şüphesiz en iyi kitaplarından biridir.
    gerek dili gerek kurgusu her yönüyle harika bir eserdir.
hesabın var mı? giriş yap