• gözyaşları ve azizler üzerine.. emil michel cioran kitabı.
  • emil michel cioran'ın ilkin rumence (1937), ardından yeniden düzenleyerek fransızca (1986) kaleme aldığı eseri.

    en son gözyaşları ve azizler ismiyle jaguar kitap tarafından basıldı.
  • kitaptan altını çizdiklerim:

    ( gözyaşları ve azizler, emil michel cioran, çev: ismail yerguz, jaguar kitap, 2015)

    * bir hayat, ölüm duygusuyla başladığında geçip giden zaman sonunda doğuma ve yaşamın evrelerinin yeniden fethine doğru bir geriye gidişe benzer. ölmek, yaşamak, acı çekmek ve doğmak tersine çevrilmiş bu evrimin anları olur. ya da acaba ölümün yıkıntılarından başka bir yaşam mı doğar? böylelikle ölümün arkasından bir sevme, acı çekme ve yeniden doğma ihtiyacı ortaya çıkar. başka bir yaşamın var olabilmesi için önce ölmen gerekir. dönüşümlerin çok ender olmalarının nedeni anlaşılıyor.

    * hastalıklar gökyüzüyle yeryüzünü birbirlerine yakınlaştırdı. hastalıklar olmasa onların birbirlerinden haberleri olmayacaktı. teselli ihtiyacı hastalığı aştı ve gökyüzüyle yeryüzünün kesiştiği noktada azizliği doğurdu. ölümlerini stilize etmiş insanlar vardır. bu insanlar için ölmek bir biçim meselesidir. ama ölüm bir terör konusudur. onu bertaraf etmeden şık bir şekilde ölünemez.

    * hıristiyanlık tümüyle bir gözyaşları krizidir ve ondan bize kalan sadece acıdır. ortaçağın sonuna doğru “ölme sanatı” başlıklı yazılardan geçilmiyordu ve olağanüstü ilgi görüyordu bunlar. artık kimse ölümünü düşünmüyor, kimse kafa yormuyor ölümü hakkında, bizi alıp götürdüğünde bile onunla meşgul değiliz. eskiler ölmeyi biliyordu. ölümü küçümsemek bilgeliklerinin hiç değişmeyen idealiydi. bizim için ise ölüm ürkütücü bir sürpriz. ortaçağ ölüm duygusunu çok yoğun bir şekilde tanımıştır. ama onu son derece sanatkârane bir biçimde varlığın mahrem dokusu içine dâhil etmeyi de başarmıştır. ölüm karşısında kimse hile hurda yapmak istememiştir. biz ise, ölüm bize hile hurda yapmadan ölmek istiyoruz.

    * tanrı bizim bütün aşağılık komplekslerimizi kullanmış, onlardan yararlanmıştır; öncelikle de bizim tanrılara inanmamızı engelleyen kompleksten.

    * müzik tümüyle içimizde bizim: hatıraların derinliklerinde yatıyor. müzik olan her şey hatırlamadır. henüz bir adımız yokken her şeyi dinlemiş olmalıyız

    * her şey daha önce var olmuştur. hayat, özü olmayan bir dalgalanma gibi geliyor bana. olaylar hiçbir zaman tekrarlanmaz; ama bize geç ulaşan yankılarını uzattığımız eski bir dünyanın yansımalarım yaşıyoruz sanki. hafıza sadece zamana karşı bir argüman değildir, aynı zamanda bize geçmişin olası dünyalarını ve bu dünyaların cennetle taçlanmalarını göstererek bu dünyaya doğru da gider. hafızayla geriye gitmek bizi bir metafizikçi, kökenlere kavuşmak ise bizi bir aziz yapar.

    * kibrimizin olmaması ölüme zarar verir. ölümün bizi sessiz sakin ve boyun eğmiş halde bulması için gözlerimizi kapatmayı -bakışlarımızı kaçırmamızı- öğreten büyük olasılıkla hıristiyanlık olmuştur, iki bin yıllık eğitim, akıllı ve düzenli bir ölüme alıştırmıştır bizi. aşağıya doğru ölüyoruz, göz kapaklarımızın gölgesinde sönüyoruz, oysa kaslarımız gergin bir haldeyken ölmemiz gerekir, işaret bekleyen bir koşucu gibi,başımız arkaya doğru eğilmiş, mekâna meydan okumaya ve ölümü gücünün kibri ve yanılsaması içinde yenmeye hazır durumda ölmeliyiz! çoğu zaman saygısız ve münasebetsiz bir ölüm düşlüyorum; boyutlarla suç ortaklığı içinde...

    * gerçek anlamda bir hatırlamayı, her şeyi unutarak başarabiliriz ancak. zayıf bir bellek zaman öncesi bir dünyayı bize ifşa eder. adım adım belleğimizi boşaltarak kendimizi zamandan koparırız. bu yüzden uykusuz gecelerde çok eski korkularımızı, hatırlamadığımız dünyaları tekrar yaşarız, sanki bir hatıra bizi yakalamış gibi. böyle geceler, mevcut belleğimizi (yani tarihimizi) yok etmek yerine, zamanda geriye giden kıvrımlı yollara düşürür bizi. uykusuzluk, köklere çekiliş ve bireyselliğin başlangıcıdır. zamanı optik bir yanılsama haline gelene dek inceltir, bizi ondan çekip alır ve son hatıralara sürükler, yani ilk olanlara. uykusuzluğun ezgili dağılışı eşliğinde geçmişimizi tüketiriz. ve böylece tüm zamanla birlikte ölüp gitmişiz gibi görünürüz

    * mistik, kendinden geçme tutkusu ve boşluğun verdiği dehşet arasında gidip gelir. birini tanımadan diğerini tanıyanlayız. her ikisi de güçlü bir “tabula rasa” iradesi, ruhsal bir boşluk çabası gerektirir. kalıcı ve verimli bir boşluk için olgunlaşan ruh, tam bir yok olma durumuna kadar yükselir. bilinç kozmik sınırların ötesine doğru yayılır. bütün imgelerden yoksun kalan bir bilinç, kendinden geçme durumunun ve boşluk deneyiminin gerekli koşuludur. hiçliğin dışında hiçbir şey görülmez artık ve bu hiçlik her şeydir. kendinden geçme durumu amaçsız ve eksiksiz bir varoluştur. dolu bir boşluk. bir titreme kat eder hiçliği, mutlak yokluk içindeki varoluşun istilası. boşluk, kendinden geçmenin koşuludur, aynı şekilde kendinden geçme de boşluğun koşuludur.

    * ölümlülerin tanrı’dan bahsetmelerinin nedeni deliliklerini gizlemek istemeleridir. onunla ne kadar uzun süre ilgilenirseniz sapkınlıklarınıza o kadar çok mazeret bulursunuz. tanrı? resmen kabul edilmiş bir demans hali.

    * bilgeliğe düşmek evrensel ritimle, kozmik güçlerle uyuşmakta, her şeyi bilmek ve dünyayla uyuşmaktır, hepsi bu kadar. bütün bilgeler bir araya gelse kral lear’in bir lanetlemesinin ya da ıvan karamazov’un saçma bir şey söylemesinin yerini tutamazlar. bilgeliğin pratik ve teorik doğrulaması olarak stoacılık, hayal edilebilecek en yavan ve en basit şeydir. boyun eğmekten daha büyük bir kötülüğü var mıdır aklın? şeylerle, olaylarla anlaşmazlık tinsel canlılığın açık bir işaretidir ve tanrı’yla anlaşma halinde olmaktan daha gerçektir bu. tanrı’yla yeniden barışmak, artık kendi hayatım yaşamamak onun tarafından yaşanmaktır. kendimizi onunla karıştırdığımızda kayboluruz; onu reddettiğimizde var olma nedenimizi yitiririz. yaşamaktan yorulmak tek çarem olacaktı; ama sıkılmayı başardığım sürece böyle bir çareye rahat yüzü göstermeyeceğim. onun kaderi anlaşılamadan ölmektir (yaratıklar gibi). bununla birlikte anlayanlar da vardır onu. aksi takdirde, bizi kimi zaman pençesine alan artık ona doğru gidememek gibi musallat bir kesintiyi neye bağlayabiliriz? ve onu düşüne düşüne ve pişman ola ola yok ettiğimizi sandığımızda baş gösteren zaaflar, bitmeyen uykusuzluklar... her birimizin onu çok geç keşfettiğim ve onun yokluğunun zihinde büyük bir boşluk bıraktığım söylemek!.. onunla çatışmalarımızdan ancak onu acımasızca, sonuna kadar düşünerek, yokluklarına saldırarak zenginleşmiş olarak çıkabiliyoruz. yarı yolda kalmaya razı olursak o bizim için fazladan bir başarısızlıktan başka bir şey olmayacaktır.

    * ilahiyat tann’nın inkârıdır. tanrının varlığını kanıtlamak amacıyla argüman aramak gibi tuhaf bir düşünce! bu kitapların tümü azize teresa’mn bir hayretinin değerinde değildir. ilahiyat var olalı beri hiçbir bilinç fazladan bir kesinlik kazanmamıştır çünkü ilahiyat imanın tanrıtanımaz bir versiyonundan başka bir şey değildir. son mistik kekeleme tanrı’ya summa theologica’dan daha yakındır. kurum ve kuram olan, canlı değildir artık. kilise ve ilahiyat tanrı’yı daimi bir koma haline sokmuştur.

    * beni hâlâ tanrı’ya yaklaştırabilecek bir şey düşünmeye çalıştığımda terk edilmiş yüksekliklerine doğru giden belli belirsiz bir merhamet duygusu uyanır içimde. bu büyük yalnız için bir şeyler yapılması gerekirdi. tanrıya merhamet duymak: yaratılışın son yalnızlığı.

    * zaman teselli eder. ama bilinç zamanın hakkından gelir. ve bilince karşı etkili bir tedavi bulmak zordur. zamanı inkâr eden her şey hastalıktır. hayattaki en sağlıklı ve en temiz şey geçici olanın yüceltilmesidir. sonsuzluk yok edilemeyen bir leş ve tanrı, insanın üstüne yan gelip yattığı bir kadavradır.

    * manastırların gölgesinde sağır bir hüzün keşişlerin ruhunda ortaçağın acedia dediği boşluğu doğuruyordu. yüreğin ıssızlığından ve dünyanın taşlaşmasından doğan bu tiksinti dinsel spleen’dir. tanrı’dan tiksinme değil ama tanrı’dan sıkılma. acedia her pazar öğleden sonra, manastırların inşam çökerten sessizliğinde yaşanan şeydir. kendinden geçme, ilk atılımları içinde kendisine bir manzara yaratır: acedia bozar bu manzarayı, doğanın içini boşaltır, hayatı yavanlaştırır ve sadece zarafetten yoksun ölümcül durumumuzun anlama olanağı vereceği zehirli bir sıkıntı doğurur. modem acedia manastır yalnızlığı değildir artık -her birimizin ruhunda bir manastır olsa da-; kırılgan, güçsüz ve kaçıp gitmiş tanrı karşısında boşluk ve ürküntüdür.

    * ironi, yaşamın ciddiyetten yoksun olduğunu gösteren bir iştir. ben, dünyayı hiçliğe dönüştürür çünkü ironi “güç duyumu”nu ancak her şey yok olduğunda sağlar. ironik bakış, büyüklük sayıklamaları için bir kurnazlık. ben, yokluğunu teselli etmek için her şey olur. ironi hiçin acımasız bir hiç vizyonuna yükseldiğinde ciddiyeti yakalar. trajik, ironinin son safhasıdır.

    * hayatın anlamsızlığı, boşluğu tann’yı etkileyebilir mi? esas olmayan bir şeyin hastalığı esasa etki eder mi? tanrısal özün, sağlığından ve erdemlerinden kuşkulanabilmemiz için uzun zaman önce çürümüş, yozlaşmış olması gerekirdi. tanrı yok artık; şimşekler de küfürler de canlandıramıyor onu. hangi düşkünler yurdunda dinleniyor peki? anladım: kendisini dinleyen bir mutlak. sonuç olarak insanın hak ettiği sadece bunamış bir tanrı

    * doğal bir şekilde mutlu olmayan, ancak umutsuzluk bunalımlarıyla ilgili mutluluğu tanıyabilecektir. kurbanı olacağım ve benden korkulu bir geçmişin intikamım alırken yaşamış olma şanssızlığı dâhil her şeyin intikamını alacak olan, katlanılamayan bir mutluluktan korkarım.

    * dünya bir bahaneden başka bir şey değil. bir şey düşünmeye ihtiyacımız var ve dünyayı bir düşünce konusu olarak tercih ettik biz. düşünce, dünyayı yok etme firsatını her zaman ele geçirir.

    * ne şair olacak kadar mutsuz, ne filozof olacak kadar kayıtsız... sadece uyanığım ben, ama mahkûm olacak kadar uyanık. “başkalarım öldüren şeyler beni yaşatıyor.” (michelangelo) yalnızlık üstüne söylenecek daha fazla bir şey yok...

    * başarısızlıklarımızın ve onur yaralarımızın gölgesinde yaşıyoruz. deliliğe kadar varan azgın güç iştahının bu dünyada tatmin edilmesi mümkün değildir. yaratıcı içgüdü ve tüketici öfkesine yer yok bu dünyada. dinde fetih arzumuzun başarısızlıklarına bir teselli arıyoruz. bu dünyaya başka dünyalar ekleyerek şaşırtıcı zaferler umut edebiliriz. bu dünyanın lanetli sınırlan içinde soluksuz kalma korkusuyla dindar oluyoruz. boyun eğmeyen bir ruh tek bir düşman tanır: tanrı. yenilmesi gereken odur, fethedilmesi gereken son kale odur.

    * mezar kazan ve bu mezara gece gündüz gözyaşlarını akıtan tebaili münzevileri düşünürüm sık sık. üzüntülerinin nedeni sorulduğunda ruhlarına ağladıklarını söylerlermiş. uçsuz bucaksız çölde mezar vahadır, bir yer ve bir destektir. insan kendi deliğini uzamda sabit bir noktaya sahip olabilmek için kazar. ve yolunu şaşırmamak için ölür.

    * gece gündüz okumak, ciltleri yutmak, uykusuzluklar... çünkü hiç kimse öğrenmek için okumaz, unutmak için okur insan. geleceği ve takıntılarını yok ederek bunalımın kaynağına kadar gitmek!

    * beni sadece davetsiz bir misafir gibi kabul eden dünyayı affedebilecek miyim?

    * galiba kimse tanrı’ya giden yollan müzik ve dansla -sevenlerinin çok uzun zamandır azizleştirdiği- mevlâna’dan daha fazla inşa etmemiştir. meçhul bir gezgin ve eğitimsiz bir bilge olan şems ile mevlâna’nın buluşmalan hayranlık uyandıncıdır. tanıştıktan sonra mevlâna’nm konya’daki evine kapanmış ve tam üç ay boyunca bir an bile dışan çıkmamışlardır. bu durum bana sezgisel bir kesinlikle, orada her şeyin konuşulup söylendiğini düşündürüyor. o zamanlarda insanlar birbirlerinin sırlarım beslerdi. tann’yla her zaman konuşabilirdiniz ve o da iç çekişlerinizi hiçliğine gömerdi. ama şimdi teselli edilemez bir haldeyiz, konuşabileceğimiz kimse yok çünkü. yalnızlığımızı fanilere itiraf edecek kadar küçüldük. bu dünya bir zamanlar tann’cza yaşamış olmalı. tarih kendi içinde ikiye aynlır: insanın coşkun ilahi hiçliğe doğru çekildiğini hissettiği evvel zaman ve ilahi ruhtan boşalmış dünyanın hiçliğinin olduğu şimdi.

    * tann’m, sen olmayınca bir deliyim, seninle olunca ise deliriyorum

    * umutsuzluk, öteki duygulara kıyasla, varlığımız ile etrafımız arasında daha çok iletişim sağlar. gerçekte umutsuzluk, karşılık veren bir dış çevre talep eder, hatta gerekirse onu kendisi yaratır. güzelliğe, sadece içindeki boşluğu doldurmak için başvurur. ruhun boşluğu öyle geniş, acımasız ilerleyişi öyle durdurulamazdır ki, direnmek imkânsızdır. cennetten geriye ne kalırdı, eğer bir umutsuzluk bakışıyla bakılsaydı? bir mutluluk mezarlığı

    * yaşamı tutkuyla sevenler dışındakilere ölüm hiçbir anlam ifade etmez. ayrılacağı bir şeyi olmayan biri nasıl ölebilir ki? ayrılık hem ölümün hem de yaşamın olumsuzlanmasıdır. ölüm korkusunun üstesinden gelmiş biri yaşam karşısında da zafer de kazanmıştır. çünkü yaşam bu korkunun diğer adından başka bir şey değildir. sadece zenginler ölümü yaşar; fakirler ise bekler onu. hiçbir dilenci ölmez, sadece sahip olanlar ölür. zenginlerin çektiği acı, fakirlerin kuş tüyü yatağıdır. ölüm tüm sarayların korku ve çilesini kendisinde toplamıştır. lüks içinde ölmek milyon kere ölmek demektir.

    * tanrı’nın ortaya çıkışı yalnızlığın ilk ürpertisi ile aynı zamana rastlıyor. ürpertinin boşluğunda buluyor yerini. böylece ilahi sonsuzluk tüm varlıkların katlandığı yalnızlığın tüm anlarına yetişiyor. kimse tanrı’ya inanmıyor; tek başıma bir monoloğun eziyetinden kaçmanın dışında. konuşacak başka kimse var mı zaten? tanrı her tür diyaloğa açık görünüyor ve anlaşılan kederli yalnızlığımızın dramatik bahanesi olmaktan alınmıyor. tanrısız bir yalnızlık katıksız bir deliliktir. en azından çılgınlıklarımız onda sonlanır ve böylece bizler ruhumuzu ve zihnimizi sağaltırız. bir tür paratonerdir tanrı. kederlerimizin ve düş kırıklığımızın en iyi iletkenidir.

    * can sıkıntısı zamanı lağvetmenin en basit yoludur. coşkunluksa en karmaşık olanı... bir insanın cam ne kadar sıkılıyorsa, o denli farkındadır kendisinin. bedenin belirli bir bölgesini etkileyen hastalık, yalıtılıp tedavi edilebilir. fakat can sıkıntısı bir kanser gibi, bedenin her yerine yayılır, organlarımıza sızar ve yer alfandaki mağara sistemlerini andıran delikler açar. hayat, can sıkıntısına karşı çözümümüzdür. can sıkıntısının geniş gövdesinde büyür melankoli, hüzün, çaresizlik, terör ve coşkunluk. melankolinin ve hüznün çiçekleri vardır; can sıkıntısının ise kökleri. işin sırrı, nasıl olup da esaslı sıkılacağını bilmekte yatar. ne var ki çoğu insan, can sıkıntısının yüzeyine bir çizik bile atamaz. gerçek bir can sıkıntısı için, insanın bir farzının olması gerekir.

    * keldaniler, as urlular, mısırlılar, kolomb öncesi amerika ulusları gibi astronomi uygarlıklarını seviyorum. göğe duydukları aşkla tarihe geçmeyi reddettiler. ne göğün ne de yerin fethine âşık bir ulusun yaşamasına izin verilmemeli. ancak iki şekilde ölünebilir: ya savaş alanında ya da yıldızlan seyrederken.

    * nietzsche bir yerlerde şöyle demişti: “en ağır yükü istiyordun kendin için ve sonunda kendini buldun.”

    * can sıkıntısı ahenksiz bir özdür. melankoli ruhun bilinçsiz müziğidir. gözyaşları cisimleşmiş müziktir.

    * hayat, kuşkunun ani çakımlarıyla bölünen bir sarhoşluk halidir. çoğu normal insan ölü birer sarhoştur. eğer ayık olsaydı nefes almaya cesaret bile edemezdi insan.
  • (bkz: #100467079) bugün başladığım kitap
  • nar gibi eser. 70-80 sayfalık bir kitap ama içindeki sözler, bilgiler çoğu kitabı gölgede bırakıyor. ne zaman elime alsam far etmediğim yeni bir sözünün altını çiziyorum.

    "bir veda sistemi olan müzik; hareket noktası atomlar değil, gözyaşları olan bir fiziği hatırlatır."

    "arzularımın cenaze törenlerine bulaşmaktan yorgun düştüm."

    "bir gün azizlerin gözyaşlarında parlayabilecek kadar saf ve temiz olacak mıyım?"

    "öte yandan müzik, eşsiz bir teselli sanatı olarak öteki bütün sanatlara göre çok daha fazla yara açar içimizde."
    "her gerçek müzik, cennet düşüncesinin verdiği düş kırıklığından doğduğu için, ağlamalardan çıkmıştır."

    "dilimde tanrı'dan başka bir şeyin olmadığı bir gün gelecek mi?"
    "beni müzikten sadece cennet ya da deniz uzaklaştırabilir."

    "ruhun üzerine bir manastır gölgesi düşürür keder."

    "her acının sınırı daha büyük acıdır."
    "umutsuzluğun antaios'u gibiyim."
    antaios: ülkesinden geçen yolcuları kendisiyle güreşe zorlayan ve annesi olan toprak'ın (gaia) üstüne her düştüğünde yeniden doğrulup kalktığı için yenilmez kabul edilen dev.

    "kimileri hâlâ yaşamın bir anlamı olup olmadığını soruyor. bu aslında yaşamın katlanılabilir olup olmadığını sormaktır."

    "duygular dünyasında gerçeğin ölçütü gözyaşlarıdır. gözyaşlarıdır, ağlayışlar değil. içteki fırtınayla açıklanan bir gözyaşı dökme durumu vardır. gözyaşı söz konusu olduğunda gerçekten hiç ağlamamış ama bu işi öğrenmiş kimseler vardır."

    "duvarlar boyunca kırılan bakışlar, hiçbir şeye ilgi duymayan kalpler, müzikten yoksun hüzünler görüyorum."

    "ispanya bizim için alev, tanrı için yangındır. ateş dünyanın çölleriyle gökyüzünü yakınlaştırmasıdır. rusya bütün sibirya'yla birlikte, ispanya gökyüzü ile birlikte yanmaktadır."

    "yalnız bir insanın yapması gereken şey daha fazla yalnızlaşmaktır."
    "abgeschiedenheit: huzurlu bir münzevilik durumu."
    "acı, bilincin biricik nedenidir." (dostoyevski) insanlar iki kategoriye ayrılır: bunu anlamış olanlar ve ötekiler.

    "kederli olma fırsatını tek bir kere bile kaçırdığımı sanmıyorum."
    "hıristiyan çileciler sadece çölün günahsız olduğunu düşünüyorlardı ve çölü meleklere benzetiyorlardı. bir başka deyişle, ancak hiçbir şeyin bitmediği yerde saflık vardır."

    "mezar kazan ve bu mezara gece gündüz gözyaşlarını akıtan tebaili münzevileri düşünürüm sık sık. üzüntülerinin nedeni sorulduğunda ruhlarına ağladıklarını söylerlermiş."

    "acı çekmediği için övünen biri var mıdır?"

    rilke'nin şirindeki "üstümdeki bu gökle yaşayamıyorum artık," diyerek ağlayan kör kadına ne söyleyebiliriz?

    "tanrı'm sen olmayınca bir deliyim, seninle olunca ise deliriyorum."

    "zenginlerin çektiği acı, fakirlerin kuş tüyü yatağıdır."

    "kendini bilme tersine bir evrimdir."
    "tanrı'm, cehennemim kapılarındaki gözyaşlarını toplayacağım ve içlerine evimi inşa edeceğim."
    "müziksiz bir kalp hüzünsüz bir güzelliktir."
    "başka göklerde yıldızlar olarak yükselen ve yeryüzünü delip geçen gözyaşları vardır. bizim göğümüzdeki yıldızları kim döktü gözlerinden acaba?"
    "müzisyen" tanımım: tüm duyularıyla duyan insan. bach'ın ikinci eşi anna magdalena, kocasının gözleriyle ilgili çarpıcı bir izlenimini şöyle kaydetmişti günlüğüne: "onun gözleri, dinleyen gözlerdi."

    "tanrı takıntısı dünyevi aşkı yerinden oynatır. ikisi arasında parçalanmaksızın, bir kadını ve tanrı'yı aynı andan sevemez insan: birbirleriyle uyuşmaz bu ikisi. bir kadın tanrı'yı ve tanrı ise bütün kadınları kapı dışarı etmemize yeter."

    "melankolinin ve hüznün çiçekleri vardır; can sıkıntısının ise kökleri."

    "schopenhauer, ölüleri tekrar yaşama davet etsek, onların bunu reddedeceklerini savunur. bana kalırsa, tam tersine, ikinci kez çok daha büyük bir zevkle ölürler."

    "hayat, daha başka bir şey eklememizi imkânsız kılacak kadar ölesiye doludur ölümle."
  • "içinde ölecek hiçbir şeyi kalmamış insana tanrı acısın." *

    gözyaşları ve azizler / emil michel cioran
hesabın var mı? giriş yap