• aslen bir italyan köylüsü olan bu zat-ı muhterem daha 16.yy'da tüm dini otoritelere başkaldırmıştır. evet bir değirmencidir, evet halkın içinden alalade bir kişidir, bizzat bir köylüdür, ama dönem içinde halk diline çevrilerek yaygınlaşmaya başlamış pek çok kitabı okumuş, bu okumaları sayesinde kendine bir dünya görüşü oluşturmuş, bir evren kurgusu yaratmış, bununla engizisyona karşı durmuş, ama maalesef ölüme mahkum edilmiştir. bu sayede carlo ginzburg'un süper eseri peynir ve kurtlar'a konu olmuş, mahkeme kayıtlarından anlattıkları günümüze kadar ulaşmıştır. nietzschean anlamda bu noble aksiyonu sayesinde hatırlanmaya değer görülmüştür. yaşasın menocchio.
  • carlo ginzburg'un farklı bir tarih okumasının nasıl yapılacağının çok iyi bir örneğini verdiği peynir ve kurtlar kitabinın kahramanıdır. subalternity çalışmaları ile ilgilenenleri ilk okunması gereken kaynaklardandır.

    geçmişte tarihçiler yanlızca "kralların büyük işleriyle" ilgilenmekle suçlanabilirlerdi, ama günümüzde bu artık doğru değil. artık tarihçiler, gittikçe daha yoğun bir biçimde, seleflerinin es geçtikleri, bir kenara attıkları yada yanlızca bilmezlikten geldikleri şeylere dönüyorlar. brecht'in "okumuş işçisi" daha o zamanlar bile "yedi kapılı thebai kim inşa etti?" diye soruyordu. kaynaklar bu isimsiz duvarcılar konusunda bize hiç bilgi vermiyor, ancak hiç bir olay tarih için de kaybolmuş sayılmaz ne theba' kimin inşa ettiği nede bugün bir yerlerde hiç hesabımızda olmayan insanların sesleri. walter benjamin'e göre hiç olay tarih için de kaybolmaz ama ancak keferatini ödemiş bir insanlık geçmişine tümüyle sahip çıkabilir. kefaretini ödemiş ve böylece özgürlüğüne kavuşmuş bir insanlık.

    (kitaptan karışık şekilde alıntılanmıştır)
  • bir ekşi sözlük yazarı.
  • italyanlarin yunus'u
  • 1584 senesinde yargılandığında; okudukları/okuyabildikleri sayesinde dünyanın bambaşka yerlerinde bambaşka değer yargılarına sahip insanlar olduğunu öğrenmiş, o bambaşka insanların farklı dini inanışlarının olabildiğini, kiminin güneşe kiminin ateşe kiminin ideolojilere taptığını keşfetmiştir. insanların dünyanın farklı noktalarında çok farklı gelenek göreneklerle yetiştirildiklerinden farklı deneyimlere sahip olabildiklerini ve farklı yasalara boyun eğdiklerini öğrendiği bir ortam sayesinde kendi elindekileri eleştirmeye, inandıklarını sorgulamaya başlamış biri olduğu için ölümünün ardından yüzlerce sene geçtikten sonra yaşayan biri olarak imrendiğim insandır. ne yazık ki yargılanarak ölüme terk edilmiştir.
  • en sevdiğim tarafı, kendisine iki elin parmakları kadar kitabın olduğu bir dünya inşa edip o dünyadan aleme bakması. müthiş öykünüyorum böylelerine. hayatını, kendi başucu kitaplarıyla (ya da hatta kitapsızlıkla) örüp fazlalıklara rağbet etmeyen, aklını bir yığın gereksiz malumatla boş yere yormayan, o gereksiz malumatla övünce kalkmayan sadedillere hayranlık duyuyorum. bunu söyleyerek zihinlere "çok okuyom ben ya" imgesi yerleştirmek maksadı güttüğüm sanılmasın. bilakis, artık okumanın da izlemenin de dinlemenin de konuşmanın da tadı kaçtığı için sahte bir nostaljiyle bile olsa saf bir hale, bir nevi köklere geri dönme çığlığı atıyorum. zira yaşadığımız çağ, şu bilgi çağı diye göklere çıkarttıkları çağ çok boktan be yahu. dicle hoca "çok acı var, dayanamıyorum" diye yazıp gitmişti; bence yakında başkaları da "çok bilgi var, dayanamıyorum" diye gidecekler. öyle daraltıcı bir çember ki bu bilgi toplumu dedikleri, dışında kalmayı seçsen harcanıyorsun, içeri girmeye çalışsan öğütülüyorsun. güne gözlerini açıyorsun, ekranının başına kuruluyorsun, bir ton link, binbir çeşit ileti, okunmaya-görülmeye sunulan yüzlerce malumat; çoğundan seke seke kaçsan da birini tıklıyorsun, öbürüne yöneliyorsun, berikini açıyorsun. yekünde bir gün içinde, ertesi güne dahi kalmayacak ve aslında seni de pek o kadar alakadar etmeyecek yüzlerce şeyden haberdarmış gibi olup kendini eğliyorsun. biliyor olmaktan saçma bir kıvanç duyuyor, bilmediklerinin büyüklüğünün ıstırabıyla inim inim inliyorsun. kendine üç ömür satın alsan da hepsini asla okuyamayacağın, izleyemeyeceğin, dinleyemeyeceğin şeyleri şiştikçe şişen ve yakında seni yiyecek olan arşivine atıyorsun. içerikten değil kapaklardan, başlıklardan, isimlerden bahseder oluyorsun. herkesin bu boka bulanmasını gizli gizli istediğinden midir, nedir, mütemadiyen birilerine bir şeyler tavsiye ediyor, birileriyle bir şeyler paylaşıyorsun. sadece kendi takip ettiklerinle sınırlandırmak da kar etmiyor, çünkü takip ettiğin şeylerin takip ettiklerinin takip ettiklerininin logaritmik hesabıyla kafa oluyor bir dünya. halbuki dünya dediğin menocchio'nunki kadar olacak. bilmemek ayıp değil; öğrenmemek hiç değil. olduğu kadar artık.
  • "şu dünyada herkesin bir görevi vardır: kimininki toprağı sürmek, kimininki çapalamak, benimkiyse küfretmek" deyişiyle beni benden alandır.
  • zaferler ve *hatırlanası şahsiyetler* üzerinden anlatılmasına alışık olunan tarihin aslında *sıradan insanlarla* var olduğunun göstergesi olan insan. elbette o hatırlanası olanların, derdi hayatta kalmakla sınırlı olan diğerlerine doğru etkisi dönem için çok büyük ama bu tartışmadan ziyade menocchio'nun sorgulama gücü benim için daha ilgi çekici. insanlığın bugünkü gibi bir birikimi olmaması bir yana, var olan birikime ulaşıp orasından burasından çekiştirmenin de öyle bugünkü gibi kolay olmadığı bir zamanda elde olanları, biraz fazla çarpıtarak, yeniden biçerek de olsa bugün dahi kabul görecek kişisel bir ruhsal anlayış ortaya çıkarıyor meno**ortaya çıkarıyor ifadesi sistemli bir inanışı işaret ediyormuş gibi bir fikre yöneltebilir insanı belki ama kendisinin kitaba yansıdığı kadarıyla zihninde olanları kastediyorum tabii ki. bu açıdan aslında eleştirme eyleminin insanda içkin bir şey olduğu düşüncesine kapılıyorum zaman zaman. hem o dönem çevresindeki diğer insanlar hem de günümüzün insanı umutsuzluğa iten yığınları düşünülünce belki bu çok uçar bir ifade gibi gözükebilir ama sokrates'in diyalektiğiyle benzer bir hikaye görüyorum ben burda, en azından bir anımsatma durumu söz konusu. nasıl o sorduğu sorularla insanlara aslında bir şeyler bildiğini, veya belli bilgilere kendi kendilerine ulaşabileceklerini gösteriyorsa meno da inanç kalıplarına karşı bir eleştirme cesareti gösteriyor, yani kritik olan şey burada cesaret. fakat vardığı sonuçları ve yakın zamanda "çocukların doğuştan eşitlikçi olduklarına" işaret eden araştırma beraber düşünülürse insanların özünde eşitlikçi fikirlere sahip olduğu ancak maruz kalınan nicel birliktelikler ve iktidar arayışı/arzusu/korkusuyla beraber bu özden sıyrıldığını da söylemek mümkün.

    entry ortasında ana fikrimi değiştirmiş olmamla sanırım meno'dan hala öğreneceklerim olduğunu da belli ettim. neyse en azından bu yol ayrımını yine meno'ya bağlayabildim.
  • hayattaki vazifesini şu kelimelerle açıklar:
    "şu dünyada herkesin bir görevi vardır: kimininki toprağı sürmek, kimininki çapalamak, benimkiyse küfretmek."
    *
  • üstad tam bir çenebaz. bir arkadaşı diyor ki iki dakika muhabbet etsen ne yapıp edip meseleyi dine getiriyordu. sevilen bir adam. düşünceleri eski, bir anda oluşmuş değil. ama köyde eş dost arasında tövbe et olm günahtır demekten ileri gitmemişler. bir gün bi düşmanı engizisyona şikayet edince olan olmuş. çocukluk arkadaşı papaz engizisyona gitmeden önce diyor ki gözünü seveyim çeneni tut. ama gel gör ki üstad engizisyona çıkınca ilk lafı meryem’in bakire olmadığı oluyor. *
hesabın var mı? giriş yap