*

  • milattan kelimesini parantezin dışına koyunca parantez içinde kalan kelime grubu.
  • "o"nun yaşamınızla kesiştiği noktanın sağı ve soludur...
  • kalıp açısından farkı olmayan, lakin yük açısından büyük farklılıklara sahip iki "an"dır.
    yalnız; yükü fazla olanın sahip oldukları az, yükü az olanın sahip oldukları fazladır.
  • kellik ilacı, göbek eritme aletleri, kas geliştirici gibi şeylerin ilanlarında iki ayrı gudik fotoğrafın üzerinde filan sıkça kullanılan kelimeler..
  • minik bir böbrek taşının dünyanıza düşmesiyle kıymetlenen eski zamanlar * ve değeri illaki bilinecek henüz yaşanmamış olanlar *.
  • once fotograflarinda tipler mumkun oldugunca somurtkan cikmaya ozen gosterirler, sanki tum dunya onlarin onceki hallerine anira anira guluyorlarmista dunyayi bunlara zindan etmis gibi. sonra fotograflarinda ise yuzde guller acar, artik konu mankenimiz bir mitolojik tanriya donusmus, ozguveni endeksleri alt ust edercesine tavan yapmistir. sanki tum hatunlar vermek istemekte, tum adamlar asilmaktadir.
    ozellikle vucut gelistirme dergilerinde bu once fotograflarina anlam veremem, adamin onceki fotografinda vucut daha guzeldir genelde oysa ki, ama nankor kopek somurtur yine de. sonra fotografinda ise deri altina igrenc asalaklar ve solucanlar yerlesmis, tirtillar koza yapmis gibi durmasina ragmen angut gibi siritirlar.
  • adı ercüment’ti. tek oda 1 salondan oluşan evinde müzmin bir hayat yaşayan bir banka memuruydu o. lanet olsun ki evi kuzeye bakıyordu. kış mevsiminde rüzgar her estiğinde “ulan!” derdi. “2 ay önce gelsem şuraya, karşı daireye yerleşecektim mis gibi”. ama olsundu, buna da şükürdü. ikea’dan aldığı mobilyaları ile salonunu rengarenk döşediyse de, “bari yemek masasını modoko’dan alsaydım” diye dövünür dururdu. çünkü onun artık bir yemek masası bile yoktu. hayatının dönüm noktası olan kararını verip masaya yumruğunu vurduğu gün, masanın ayakları 4 bir yana ayrıldı ve ercüment bir tavşan gibi sekti. çizgili pijamasıyla kendini küçük salonun bir ucunda bulduğunda bir karar vermişti, evini kimse bilmesin istiyordu.

    aybaşına 2 gün kalmıştı. ercüment önceki ayların taksitlerini ödemiş, 2 gün sonra maaşını alıp gideceği son randevusunu bekliyordu sabırsızlıkla.

    sayılı gün çabuk geçti. 2. günün sonunda ilk defa bu kadar huzurla ama heyecanlı girdi kapısından. içeri girdi bacakları titreyerek, tam kapıyı kapattı ki “hassiktir!” dedi. ekmek almayı unutmuştu. “neyse” dedi, “dolapta makarna olacaktı, onu ısıtır yerim”. hem yapacak başka işleri vardı. bugün artık farklı bir gündü onun için, elektriklerin kesilmesi hariç hiç birşey canını sıkamazdı. o an faturası aklına geldi. “inşallah hesabımda yeterli para vardır da bir kıllık olmamıştır” diye geçirdi aklından, otomatik ödemesini düşündüğünde.

    yavaş ama emin adımlarla yatak odasına ilerledi. geçen yıl marangoza yaptırdığı gömme dolaplarıyla bir kez daha gurur duydu ercüment. hem mesai arkadaşı fikriye de feng shui’ye göre yatak odasında görülebilecek yerde ayna olmaması gerektiğini söylememiş miydi ona zaten? evet söylemişti. oysa ki ercüment şanslıydı, aynası gömme dolabının kapağının içindeydi, tıpkı validesinin evindeki gibi.

    aslında ercü sürekli aynada kendini görmek zorunda kalmadığı için de bunca zaman seviniyordu aynasının gömme dolabının içinde olmasına. ama işte, o gün her şey değişmişti artık. biraz daha paraya kıyıp yeni bir ayna almalıydı. ercü saçmasapan düşüncelere takılıp oda girişinde öylece durduğunu farketti. manyak mıydı neydi? “haydi bismillah” dedi ve dolabına yöneldi. küçük bir tereddüt yaşadıysa da, merakı korkusunu bastırdı. parmağını dolabın deliğine soktu ve kapağı kendine doğru çekti. dolap iyi güzeldi de, kulpu fazla dayanmamıştı. daha 2. ayında ercü’nün elinde kalmıştı meret. ercü sürekli durup başka düşüncelere sürükleniyordu. “marangozu arasam, buna bir daha para alır mı?” diye geçti aklından en son. ama daha fazla oyalanmamalıydı. aynanın üzerine astığı ceketini çekti. ceketi de amma fiyakalıydı. kahverengi fitilli kadife hep böyle asil dururdu zaten. ceketini usulca yatağının üzerine bırakmak üzere uzandı, çünkü fırlatsaydı belki de yere düşerdi ve ercü bunu hiç istemezdi. tam yatağının ucunda ceketini katlamaya uğraşırken “eeeh, sikicem ama” diyerek isyan etti ve bir hışımla aynaya döndü. kararlıydı. nicedir bu anı bekliyordu. artık aksi onu korkutmuyordu. tüm cesaretini toplayıp az önce kapattığı gözlerini açtı. aynadaki aksi ona gülümsüyordu. bununla kalmayıp bir kahkaha patlattı. “hassiktir kenan doğulu olmuşum lan!” dedi ercüment. daha 30’una gelmeden dökülen saçları sanki çektiği acılara inat tüm gürlükleriyle geri dönmek üzere bir fidan gibi köklerinden yüzeye çıkıyorlardı. “ne iyi ettim” dedi ercüment. ama bu, son cümlesi olmayacaktı. artık her şey bambaşkaydı, tabii ki ercüment de. aynadan ayrılamayacağını hissettiğinde bir hışımla banyoya koşup plastik tabureyi getirdi. aynanın önüne yerleştirdi ve oturup aynadaki aksiyle derin bir sohbete başladı. ilk başta kısa yaşam öyküleriyle geçti konuşmalar. daha sonraki gün müzikten konuştular, sonraki gün mobilyalardan. müzikten konuştukları gün ercü, kasetlerini bir torbaya koyup attı, artık ibrahim tatlıses dinleyemezdi. artık nazan öncel dinleyecek ve radikal gazetesi okuyacaktı. mobilyalardan konuştukları günse yeni bir yemek masası almaya karar verdi. bu seferki kesin modoko’dan olacaktı. tasarımsa orda da tasarımdı, stilse stil, hem dayanıklıydı da.

    3. gün ercü’yü bankadan aradılar. işe 3 gündür hiçbir mazeret belirtmeyerek gitmediği için kovulduğunu söyledi patronu. artık yeni masa başka bahara kalmıştı. olsun, o yine de mutluydu. aynadaki aksi onun en iyi dostu olmuştu. birbirleriyle saatlerce, günlerce sohbet ediyorlardı. bu, açlık ercü’nün midesini kavuruncaya kadar böyle devam etti. maaşının geri kalan kısmı iyiden iyiye suyunu çekmişti. artık yeni bir kararın eşiğindeydi ercü. telefonu aramaya kapalı olduğu için salona koşup vitrinin çekmecesindeki jetonları aldı, paltosunu ve beresini giyip hızla çıktı evden, sokağın köşesindeki telefon kulübesine varması 5 dakika bile sürmedi. kararını karşıdaki sese iletti ve paranın ertesi gün hesabına yatırılmasını istedi. umutsuz ve yorgun adımlarla 15 dakikada evine anca dönebildi. kimsenin bilmesini istemediği yegane şey ertesi gün gazetelerde olacaktı. ercü kendisini satmıştı adeta, öyle hissediyordu. yine de başka çaresi yoktu. salonuna girdi ve battaniyesine sarılıp uyudu. sabah olduğunda gazete çoktan kapısına bırakılmıştı. kapısını araladı ve gazeteyi içeri aldı. bir an “mehmet efendi de gazetedekini görmüş müdür acaba?” diye düşündüyse de, sonra aklına mehmet efendi’nin dakik olduğu kadar ayrıntılara düşkün bir kapıcı olduğu geldi. o zaten her şeyin farkında olmalıydı.

    salonuna girdi ve elleri titreyerek gazetenin sayfalarını çevirdi. birkaç sayfa sonra, işte, oradaydı. büyük puntolarla “saç ekim merkezi” ve altında ercü. önce ve sonra…

    umutsuzca fotoğrafına bakarken telefonun sesiyle irkildi. kim olabilirdi acaba? arayan fikriye’ydi. fikriye konuyu fazla dolandırmadı. dobra kadındı fikriye. gazetedekini görmüştü. eski mesai arkadaşıyla gurur duyduğunu belirtmek istiyordu:

    - harbi delikanlıymışsın ercüment.
    - harbi mi?
    - ekmek kuran-ı kerim çarpsın ki öyle.
hesabın var mı? giriş yap