• "bbuuaaaz gibi souk sudan içeeaaaan" diye de bağırılır semtsel farklılıklar dahilinde.
  • genelde küçük yaşta büyük sorumluluk alan çocukların kendi harçlıklarını çıkarabilmeleri için yaptıkları bir iştir.
  • pazarda naylon satmak muadili çocukluk aksiyonu, okul tatillerinin yaz sıcağına denk gelmesi ile piyasası yükselen eylem,
    ne damacana alışkanlığımız vardı o zamanlar ne pet şişede su, çocukluğumun bursa'sında, hatta şırıl şırıl akan sokak çeşmeleri bile vardı,
    buna rağmen, pazar esnafı ve pazara çıkmış teyzeler ablalar, anne babaların sorumluluk öğrensin amacıyla pazara su satmaya gönderdikleri çocuklardan bardak bardak su alırlardı.
  • ilk para kazanma mutluluğunu yaşatan iş. kişi arkadaşlarından bu işle para kazanılabileceğini görür ve kendisi de yapmak ister, gerekli aleti edevatı bulur ve ilk pazarda yollara koyulur. iyi hissettirir özellikle kazanılan parayla eve birşey alınmışsa ve bu yüzden de takdir edilmişse.
  • yoğun gaza gelme sonucu vücut bulan aktivitelerden bir tanesidir. beyinin gelişme aşamasında olduğu ve pek randımanlı çalışmadığı dönemlerde (bkz: #14042227) birçok genç tarafından denenmiştir. 10-11 yaşlarında bir anda yoğun gaza gelip artık büyüdüğüme göre babam ve annem gibi ben de evin gelirine katkıda bulunmalıyım diye düşünüp bu işe soyunmuştum. diğer su satan çocuklardan daha bir temiz yüzlü olduğum için rağbet de görmüştüm ve bir günde pazarın gözde su satıcısı olarak gazıma gaz ekledim. kazandığım parayla eve ekmek, 2,5 litrelik kola ve çikolatalı gofret aldıktan ve "aslan oğlum bak büyüdü evine ekmek bile getiriyor" iltifatlarını alarak götüm tavana vurduktan sonra hayatımı su satarak geçirmeye ve bu yolla çok zengin olmaya karar vermiştim.

    zor geçen 1 haftanın ardından o süpersonik insanlar, malatya'lı kayısıcı, adana'dan karpuzcu, polatlı'dan incirci abiler tekrar geldiler ve pazar şenliği başladı. ne kadar da susamış görünüyordu herkes... 5 litrelik şişemi ve paşabahçe bardağımı kaptığım gibi başladım cılız sesimle "suea, suea, yok mu su içean" şeklinde bağırmaya. işlerin biraz iyiye gitmesiyle ve pazarcıların içine girerek dillerine biraz alışmamla sesin gürlemesi ve hepsiyle birer birer arkadaş olarak sadece onların duyacağı şekilde "iç baba, iç baba daşşakların serinlesin hey yavrum kayısıya bak be abim biliyor da getiriyor, bi bu karpuzlar bir aysel ablanın karpuzlara hastayım şerrefsizim" gibi muhabbet etmeye başladım. pazarcıların benimle arkadaş gibi konuşmalarının amacı, 11 yaşında bir velet olmamdan mütevellit, benimle taşşak geçmeşmiş, bunu daha sonra fark ettim ama o anda her şey mükemmeldi.

    kazanmış olduğum paranın tamamının kar olması ve bidon boşaldıkça eve koşup su almam nedeniyle ceplerim iyice dolmuş, işleri geliştirmeye karar vermiş ve yine aynı sapkın beynin nöronlara ulaştırdığı komutla evdeki tüm tencereleri su doldurup buzluğa, buzluğa sığmayanları buz dolabına yerleştirerek ticaretime devam ettim. sonraki yıllarda öğreneceğim kadarıyla benim ticarette başarılı olmam, ciguli'nin mvp seçilmesinden daha zormuş ama o zamanlar işler gayet iyi gidiyordu. sattığım suyun soğuk olması nedeniyle en tutulan sucu da ben olmuştum ve zengin olduğum için ilgi çekmem hiç uzun sürmedi. diğer sucu çocuklar ve küfe taşıyan elemanlar yandan yandan bakmaya, düşmanca tavırlar sergilemeye başlamışlardı. arkamdan duyduğum "sucuea bak la buraya" sesiyle irkildim. benim yaşlarımda, pazarcılara benden daha çok benzeyen haliyle, daha çok rapçi afro-amerikan bebesi tipli bir çocuk beni çağırıyordu. "ulan sen de su satıyosun kendi suyundan içsene göt" diye düşünerek yanına gittim.

    - bi su ver de içek la
    - senin de suyun var olüm, kendi suyundan içsene
    - kes la, ver suyu
    - al hadi al bak vermezdim ama al hadi bak istesem vermem al hadi bak.......
    - sus la. lıkırlıkır oh... siktirgit la burdan
    - la parasını versene
    - la yürügit...
    - istesem alırdım ama hadi benden olsun istesem sıkar boğasını alırdım ama almıyorum ben büyüklük öhrm.... (arkamı dönerek uzaklaşıyorum)
    - srüççk (enseye yüksek debiyle tükürme efekti)
    - ulan ben senin... (koş ve üstüne atla)

    o anda bir kez daha zamanda duraksama yaşanmaya başlanmış ve arkamdan enseme aldığım ağır bir darbeyle gözümün önünde bişeyler uçuşmaya başlamıştır. üstüne yığıldığım elemanın arkadaşları ve abileri benim üstüme çullanarak allah ne verdiyse girişmektedirler. çok fazla uzatmak istemiyorum ama uzatmamak ne mümkün, adamlar uzatıyorlar, pazar yerinin köşesinde küfelerin üstüne oturup dinlenme yerlerine sürükledikleri için bir allahın kulu yok ki etrafta gelip kurtarsın beni, dinlenip dinlenip geliyor ibneler, hayır bari aynı anda dinlenseler, ben hiç boş durmuyorum paso şamar, yumruk, tekme etkisinde zevkin doruklarındayım, dayak yemenin zevk alınabilir bir aktivite olduğunu da orada öğreniyorum. "bak bu iyi vurdu, oouv oldukça etkisiz bir vuruuş, olmadı diyoruz, oah! alağm alağm ne koydu be... heyt babam benim böğrümü deldi şerefsizim, ba ba ba geliyooo çöteee... heyt be gitti köpek dişi allah belamı versin...aha aha uçan tekme geliyooor... vee eveeet evet.. bir kaburga daha kırılıyor" şeklinde kavga yorumu yapıyorum. yaklaşık 20 dakika dünya bana cehennem olduktan ve artık herhangi bir darbe aldığımda hissetmemeye başladıktan sonra etrafımdaki elemanların birden dağıldığını fark ettim. o sırada tuvalete gitmekte olan, daha sonra dere otu ve maydanoz sattığını öğrendiğim bir adam kurtarmış beni sağolsun... bir şeyim olmadığını beyan ettikten sonra bidonumu ve bardağımı yerden alıp sürünerek eve gittim. o zamana kadar bilmediğim küfürleri doğaçlama olarak çıkararak üst baş temizleme, kanları durdurma, darbe alınan yerleri kontrol etme ve hayatımı bundan sonra felç geçirmeyeceğimi anlama süresince daha fazla gaza gelerek bidonumu bir kez daha buz gibi suyla doldurup "ulan pazarcı çocukları, siz mi büyüksünüz ben mi" diyerek daha pazar yolunu tuttum.

    ağız burun dağılmış, kaç açılmış, sol göz tamamen iptal, bir bacağı peşimden sürükleyerek "suea... suea yok mu su içen" nidalarıma tekrar başladım lakin yüzümü gören benden uzaklaşıyor, bir allahın kulu su almıyor. zaten her tarafım sızlıyor diye düşünerek daha fazla su satmaktan vazgeçip eve doğru seğirtmeye başlamıştım ki arkamda o "srüçk" sesi bir kez daha yankılandı. enseye yediğim ikinci tükürükten sonra daha önce hazırlamış olduğum yumruğu savurarak döndüm fakat dönmemle ağzıma içi dolu bir ayakkabının girmesi aynı anda oldu. allahtan olay bu kez biraz kalabalığın içinde vuku buldu da sadece burun kıkırdağımın yerinden oynaması ve birkaç ufak tefek topuk darbesinden sonra karpuzcu amca ayaklarımdan çekerek kurtardı beni. o dost bildiğim karpuzcu amcanın "la siktirgit öldürecekler seni burda" uyarısını dikkate alarak götüm götüm uzaklaştım pazar yerinden. gözlerimdeki damlalar tam olarak eve girip yere serildiğim anda sel oldu ve bahtsızlığa küfür etmeye başladım. yaklaşık yarım saat sonra yaralarımı sarıp ayağa kalkabilecek kıvama geldim ve adam gibi kıyafetlerimi giyinerek dışarı çıktım. bu sefer pazarla falan işim yok, amaç sevgiliyi görüp hem suratın darmadağın olmasından puan kazanmak hem de belki beraber birer yumiyum yemek.

    kız arkadaş fantazisiyle dalgın dalgın yürürken yolda kanlımın beni görmesi ve kafasını aşağı yukarı sallamasıyla üçüncü dayağımı yiyeceğimi anlayan ben, adımlarımı hızlandırıp korkudan ağlamamak için kendimi zor tutarak yoluma devam ettim. (o esnada kanlım olan şahsiyet küfesini doldurmuş, bir müşterisinin peşinden evine doğru gidiyordu) yeterince uzaklaştıktan sonra yırttık diye düşünürken o günün ne lanet bir gün olduğunu anladım, karşıdan gelen babam, beni eve götürecek ve kız arkadaşımla buluşmamı engelleyecekti. babamın bana bağırıp çağırmasını, o saatte dışarda ne işimin olduğunu sormasını beklerken durum hiç öyle olmadı, yaklaştı, yaklaştı ve sağ elinin içiyle çenemin sol tarafına sağlam bir kesme çaktı. hayır adam eski voleybolcu, bizi de dövmüşlüğü yok ama o nasıl bir vuruştur öyle ayakları yerden kesen, 3 metre geriye fırlatan bir vuruş... geriye fırlarken havada düşünme fırsatım oldu, "acaba bu adam neye sinirlendi? pazarda dayak yediğim için, gelip vurmaz heralde, kızla buluşmaya gidiyorum diye de kızmaz, ilginç.. hadi bakalım düşünce öğreniriz" şeklinde düşündükten sonra göt üstü inişimi yaptım, babam gelerek ensemden kaldırdı ve "ulan millet bize gülüyor, pazarda yerlerde sürünüyor senin oğlan diye haber geliyor, iş yerindeyken anan aradı telefonla, buzdolabının motoru yanmış, seni bekliyormuş, nedir lan bizim senden çektiğimiz" şeklinde durum özetini aldıktan sonra "mınaskii daha birsürü soğuk su vardı" diye düşünerek eve geldim ve haliyle anneden de -yeni buzdolabını bozmuş olmam nedeniyle- küçük bir kombo yedim. neyse ki yediğim ilk dayaktan sonra hissizleşen vücudum daha sonraki darbeleri kolay absorbe ederek fazla acı çekmemin önüne geçti.

    bana perfect çekilen bu günün ardından annenin kucağına huzura erdim ve pazarda su satan girişimci ruhum bu şekilde eriyip gitti.

    evet değerli okur, bir rastgele butonuna basıp gördüğü bir başlıktan anısı canlanan yazar yazısı daha okudunuz, bitiriyor ve buraya kadar bu yazıyı okuyan değerli okurlara o küçük girişimci ruhlu çocuk adına teşekkür ediyorum.
  • bu aktivitenin bir üst leveli pazarda limonata satmak ve karpuzcuyu kafalayıp pazarda karpuz satmak olarak gelişebilir. pazarda su satmak, aslında olayın bir alışma ve tecrübe kazanma evresidir. ne de olsa fazla bir sermaye gerektirmez. eğer çeşitli nedenlerle (diğer su mafyalarından dayak yemek, arkası olmamak, temiz yüzlü bir çocuk olmak, bozuk para beklerken dolandırılmak gibi), başarısız olunması durumunda işleri ilerletmenin bir anlamı yoktur. nitekim bu aktiviteden kazanacağınız tecrübeler paha biçilemez olacak ve gelecekte girişimci bir insan olma yolunda ilerlerken şahane ipuçları sağlayacaktır.

    (bkz: yeni baslayanlar icin pazarda su satmak)
  • söz konusu pazar eskişehir'de ise birkaç yıl öncesine kadar şu sözleri duymak mümkün olabilirdi :
    "halis kalabak suyu var mı buz gibi su içeeen ! "
  • kanımca çocuk için çok yararlı bir girişimdir. hem para kazanmanın zorluklarını, hem de kendi harçlığını çıkartmanın keyfini bir arada öğretir insana.
    vakt-i zamanında ben de yapmış bulundum bu eylemi. aslında benim amacım ne hayat şartlarını öğrenmek, ne de kendi harçlığımı kazanmaktı. annemle sürekli gittiğim semt pazarında (bkz: perşembe pazarı), orda burda çığırtkanlık yaparak, "buuuuz gibiieee soovuukk suuuaaee!" diye bağrışan yaşıtlarımı görünce, "ulan ne eksiğim var benim bunlardan?" diye düşünerek bu işe giriştim. bir nevi braveheartçılık oynama isteğiydi benimkisi. evet belki işe çok ters bir açıdan bakıyordum ama, ne yapayım o bağırma işi baya keyifli görünmüştü bana.
    sektöre girdikten sonra, normal olarak meslektaş arkadaşlar edinmeye başladım ve bir süre sonra, pazar alanını kendi içimizde muhitlere bölmüştük bile.
    mesela ben, öğlen 11-13 arası giysi bölümünde gezecektim, ondan sonra hırdavat bölümüne akacaktım. bu kurallar çok kesin ve kati idi. hiç kimsenin bu kuralları ezmesine, bir başkasının ekmeği ile oynamasına izin vermiyorduk.
    aynı ortaokula gittiğim bazı elemanlar da sonradan aramıza katıldı. sektörümüz sürekli büyüyor, gelişiyordu. tabi bununla beraber aramızda tatlı bir kıskançlık ve rekabet havası da oluştu ister istemez.
    rekabetin sonucu olarak da; yaratıcı yönümüzü keşfettik efendim. mesela ben, herkesin yaptığı gibi sıradan bir şekilde "buz gibi soğuk su" kalıbını kullanmak istemiyordum. kendime has, kendime özgü bir hitabet sanatı geliştirmeliydim ki; zaten bu işe çığırtkanlık kısmını sevdiğim için girmiştim.
    bir kaç ar-ge projesinden ve fizibilite raporundan sonra; "buz gibi çivi gibi su", "buz gibi su! otuziki dişe keman çaldırıyo abieea!" şeklinde sloganlar bulmuştum kendime. tabi sonradan farkettim ki, bir firmanın kendini iyi tanıtabilmesi için kullandığı sloganın olabildiğince kısa ve öz olması, müşterilerine ne tür hizmet verdiği konusundaki fikri en kısa yoldan anlatması gerektiğini kavradım. zira, otuziki dişli olan sloganım epey uzundu ve bunun tamamını söylerken aşağı yukarı 7-8 adım atmış oluyordum. çevredeki insanlar hem ne dediğimi anlamıyorlar, hem de ben potansiyel susamış insanları bu uzun slogan yüzünden kaçırıyordum.
    kısa bir beyin fırtınasından sonra, sadece ve sadece "buzzzzzzzz!" diye bağırmanın hem daha zevkli, hem de daha işlevsel olduğunu farkettim.
    özellikle; bir pazarcının dibinde kümelenmiş ve elleri tezgaha gömülmüş teyze öbekleri benim için eşsiz avlardı. diplerine kadar sessizce girdiğim bu teyzeleri, hiçbir şeyden haberleri olmadan masumca alışverişlerini yaparlarken, avazımın yettiği kadar "buuuuuuuaaaaaaaazzzzz!!" diye bağırarak sersemleştiriyordum. zaten o noktadan sonra ödü kopan teyze insanı, susamış olmasa bile "ödümü yardın evladım, ver bakayım bir bardak su ordan bana" diyerek su almak zorunda kalıyordu.
    kıssadan hisse, çok zevkli ve heyecanlı bir şeydi su satmak. ama dediğim gibi ben bunu sadece zevk için yapıyordum. herhangi bir ticari amacım yoktu. benimle beraber devriye gezen ortaokul arkadaşım ise, bambaşka planlar yapıyormuş meğersem, bilemedim.
    bu işte kazandığımız tecrübeleri ve fikir alışverişlerini bünyesinde toplamış, harmanlamış, geliştirmişti. yıllar sonra bana uludağ'dan kartpostal atarak nanik yaptı. şimdi erikli'nin sahibi olmuş. yaa yaaa..
hesabın var mı? giriş yap