5 entry daha
  • bundan aylar evvel wes creaven 'le ilgili bir bahiste şu noktaya varmıştım; bu adamın yönetmenliğini yaptığı filmleri, yapımcılığını üstlendiği filmleri izliyoruz ama çoğunlukla başarılı bulamıyoruz, sevdiğimiz bizi böyle derinden yakalayan noktalar, hep eleştirilerin gölgesinde kalıyor, ama yine de izlemeye hatta onu sinema severler olarak kalbimizde başka bir yere koymaya devam ediyoruz diye bir çıkarım yapmıştım; işte bu film bu düşüncemi, bu çıkarımımı biraz olsun sürklase etti.
    haiti 'de 1978 'de başlıyor film, christopher' ı ilk filmin başında ölmüş ve tabutun içinde ağlarken görüyoruz, bu bile başlı başına cenaze ritüellerine inanılmaz bir ürküntüyle bakmış modern zaman insanları için ürpertici bir başlangıç, zaten yine naçizane tespitim; wes efendinin filmlerinin giriş sahneleri genelde muhteşemdir, sinema tarihinde hep hatırlanır yerlerdedir; freddy 'nin bodrum katında loş ışıkta o meşhur eldivenini yaptığı sahne, scream 'de sarışın hatun katil arasındaki telefon görüşmesi, shocker'da horace pinker 'in, atolyesindeki son dehşet hazırlıkları, böylesi ürkünç introlar. işte bu filmde tabutun içindeki adamın, üzerine toprak atılırken bir yandan gözlerinden yaş akması feci ürpertti içimi. devamında zaten bu ara roma 'nın gizem dinleri ve büyücülük üzerine biraz kafa yorduğumdan, voodoo üzerine bir wes craven çalışmasını hatta yaşanmış bir öyküden yola çıkılarak bilimsel bir yönü olan bir filmi izlediğimi biliyordum; gerekli araştırmayı netten yapmıştım filmle ilgili ama işin tuhafı şu; ben bu filmi almak için gitmemiştim, gittiğim yerde filmleri karıştırırken o an alayım dedim ve aldım, tuhaflık nerede? şurada; immortel ad vitam/@jimi the kewl entirimin başında demişim ki; ".. filmleri karıştırıyorum, kafamı dağıtacağım güya; işte onca film arasından bu filmi çekip çıkarıyorum; kendime bakıyorum; filmlere bakıyorum, satıcıya bakıyorum, benim bakışlarım meşhurdur, dik ve düşünürcesine; "hm" dercesine, ama yok almıyayım diyorum; bu seferlik karşıma çıkan bu hayatımın çok ama çok büyük bir bölümünü kaplayan bu sebebime yönelik bir aksiyona bir seferlik de olsa sırt çevireyim, gideyim alakasız, kafamı dağıtacak bambaşka bir yapım alayım diyorum; yok abi dayanamıyorum, nasıl dayanabilirim, new york 2059 ve tepede mısır piramidi, ve kültürüne dair övücü ve merakta bırakıcı sözler ve bir kadın. nasıl sırtımı çevirebilirim bu filme? hele ki bu dönemde; sözlükte mitoslarin uygarlasma ve insanlasma sureci ne dair klavye vuruşları gerçekleştirmekteyim.." benzer bir durum bu filmi almamla da alakalı; yani demek istediğim; bir dönem neye eğilirsem o konuyla ilgili filmler, beni geliştirecek yapımlar, müzikler, kitaplar karşıma çıkmakta. benzer bir durum vergilius 'un dante'ye olan rehberliğini ve hristiyanlık anlayışında yahuda 'nın malus actor kötü rolünü incelediğim dönemde national geographic 'in yahuda incili belgeseliyle karşılaşmamda da mevcuttu. demekki neymiş; insan isteyince imkanın kendisi ona malum oluyormuş.
    işte bu film de doğru zamanda karşıma çıktı, ne yalan söyliyeyim; filmin varlığından haberim yoktu, tam da böyle roma gizem dinlerine ve büyü ritüellerine kendimi verdiğim bu dönemde izlemem gereken bir film imiş; tekrar filme dönüyorum farkındayım dallandı budaklandı konu; bir batılı (amerikalı) doktor; "insan ruhu beyinle başlar biter." inancında, hep karşşılaştığımız şu 'inancını kaybetmiş eski din adamı' na benzer 'inancı olmayan doktor' filmin esas oğlanı, gerçi fazla üzerinde durulmamış doktorun bu kimliği ama bir yerde boston biocorp dan uzmanın "what do you know about zombification?" sorusu ve "(söz konusu şaman iksiri) it could be
    more complicated than drugs. it could be the proof, perhaps, of the soul." demesi üzerine şöyle diyor; "where is the location of the soul? .. under the hood? next to the battery? no, the soul begins and ends with the brain."
    işin beyinde bitip bitmediğini doktorumuz bu sefer batılının kafasında büyük paralar ve misyonlarla haiti'ye geri dönünce anlayacaktır. tabi haiti 'ye ikinci kez giden doktorumuz ile bir zombi arasındaki bakışma feci ürkünçtü, hatta en meşhur zombi filmlerinde bile olmayan bir etkileyicilik vardı, belki karşıtların bir arada olmasından kaynaklanan bir ürkünçlüktür; zira ne kadar modern denebilir oradaki yaşama bilmiyorum; ama yine de gündüz vakti derme çatma hastanede gözetim altında tutulan zombi fikri ve onunla göz göze gelen batılı doktor arasındaki gerilim ürkütücüydü, film hep böyle mi devam edecek diye düşündüm bu noktada ama daha sonra pek de öyle gitmediğini anladım, aslında şu batılının doğuya veya güneye doğuya gidişiyle alakalı bir hususdan daha bahsetmeden edemeyeceğim; zira the last samurai 'da da benzer havayı almıştım, şu an bu entiriyi girerken, onun başlığına bir şeyler yazıp yazmadığımı, hatta yazdıysam bu hususu dile getirip getirmediğimi hatırlamıyorum ama eğer bahsetmemişsem;burada bahsedeyim; sinemanın sevdiğim yönlerinden biri de bu; -belgeseller dışında onların yöntem, vizyon ve misyonları farklı- yani kamera özellikle dönem filmlerinde yönetmenin gözü, yabancı olunan bir kavme, bir kitleye, topluluğa, kabileye, insanlara yani karışan birinin yaşadıklarını, kendinde uyanan hisleri, aksiyonlarını bu gözle seyredebilmekteyiz. tabi mevzubahis batılının, doğuluya karışması olduğunda, “şurası olmuş, burası olmamış.. aslında onlar hiç de öyle değildir ama işte batılı kendisi görmek istediği gibi yansıtmış.. emperyalist kaygılar söz konusu.. kültürel hegamoni ve histeri kendini göstermekte.” gibi eleştirilerde bulunabilmekteyiz, haklı yönlerimiz mevcuttur, hele ki 19. yy sadece batının emperyalist kaygılarından ve kan dökmelerinden, paylaşmalardan, menfaat çatışmalarından oluşmuş, 20.yy. ise bu kaygıların, savaş artıklarının, petrol paylaşımlarının, parçalanmış, bölünmüş ve en nihayetinde batılı tarafından yönetilmiş, kapana kıstırılmış doğulu portresi 2006 senesine geldiğimizde hala canımızı yakmıyor mu? şimdi bu başlık yeri değil ama son hafta içinde yaşadığımız lübnan’a asker gönderme hadisesi bile hala 19. yy. daki kaygıların bir göstergesidir. tabi tarih bir bütündür, actium ‘da doğu donanması, batı donanmasını geçeydi, ve antonius ve kleopatra ekseninde bir doğu batı imparatorluğu kurulaydı, batının simgesi, yaaşrken tanrılaştırılan ilk büyük imparatoru octavianus augustus kaybedeydi bugün dünya tarihi diye belki de bambaşka bir şeyi okuyacaktık, bütün bunları böyle kaba zincirlerle birbirine bağladıktan sonra; tekrar filme dönelim; beyaz adamın yani batılının “bir toz, bir zehir deriye işliyor, ruhu insanların düşlerine yolluyor.” diye yorumladığı şu meşhur iksire gelelim;

    şimdi bir kere bu film voodoo ‘nun bir belgeseli hüviyetine bürünüyor bir yerde; nasıl yapıldığını adım adım gösteriyor yanılmıyorsam büyücü aynı zamanda oranın horoz dövüşçülerinden, bar sahibi louis mozart başlangıçta oldukça sahtekar bir izlenim bıraksa da, zamanla iyi bir kimliğe dönüşüyor ve hazırladığı iksir biraz da onun sayesinde –şimdi filmin ayrıntılarını, izleyecek olanlar için tam veremiyorum- batılıların eline geçiyor, voodoo yani zombileşme iyi bir amaç için kullanılsın diye batılının eline onun sayesinde geçiyor. -anestezi sonrası insanın sağlam olması, yaşamaya devam etmesi hadisesi-

    tabi voodoo üzerine derin yorumlar, hatta çok açık ritüeller belli sınırlar içinde kalıyor ki; doğrusu da budur, zira ben yukarıda bir yerde bahsettim; doğulu içine karışmış “ruh beyinle başlar onunla biter.” diyebilen batılı bir doktorun ve modern bir yaşamı sürdüren bizlerin gözüyle anlamaya çalışıyoruz, ama buna rağmen büyücü toplumlara, onların yaşam biçimlerine, hatta yüzde seksen küsürü katolik olan haiti’lilerin geri kalanlarının şaman kültürlerine böylesi kafa karıştırmadan, lirikleşmeden, beyin yorucu bir fantastikleşmeye mahal vermeden –yani büyü ve söz konusu diğer ritüellerin gerektirdiğince fantastik sahneler ve kurgu var yok değil- çok güzel bir bakış atılmış, ben filmi bitirdiğimde, filmle ilgili belleğimde oldukça pozitif şeyler barındırdım; örneğin haitili şamanların “our god is not just in his heaven. he's in our bodies, our flesh.” (“haiti is 85% catholic, but 110% voodoo.”) inancı başka türlü, bambaşka sahnelerle anlatılamazdı sanırım, yine otel sahibinin “biz haitililerin kendimize bile açıklayamadığımız sırları vardır.” itirafı da büyücü toplulukları ve ritüellerini anlayabilmemizin ne kadar zor olduğunu ama filmin bize bir şeyler çıtlattığını, iouçları verdiğini hem de batılı gözüyle bunu başardığını kanıtlıyor belleğim. ayrıca yine son dönerm takıntım mitosların uygarlasma ve insanlasma süreci başlığı için güzel bir konu olur mu bilmiyorum, ileride belki entiri ekleyebilirim o mevzuya; erzulie ile meryem ana ‘nın haitililerce aynı olduğu belirtiliyor bir yerde. (“for us, erzulie and the virgin mary
    are the same.”)

    film bittiğinde yine iki söz aklımdaydı; “i will catch his soul like a spider catches a fly in his web,...“ -
    “remember, whatever happens, death is not the end.” tabi gençliği heyecanlandırabilir, voodoo’ya merak salmalarına sebep olabilir film, wes craven ‘in yine en iyi becerdiği şey olan; gerçek ile hayal karmaşası, karışıklılığı filmin özü olan zombileştirme aşamasına ve büyüye çok iyi oturmakta, bu cuk diye oturuşa yine wes craven klasiği olan; filmin sonunda iyi karakterin kötü karakteri, onun kendi silahıyla, kendi yöntemiyle alt etmesi hadisesi eklenince, tamam dedim, wes craven cephesinde değişen bir şey yok. hatırlarsak; freddy ‘i o meşhur eldiveniyle, horace pinkler ‘i elektrikle, scream 1’de sidney ‘in katil billy’i benzer telefon konuşmasıyla ürkütttükten sonra öldürmesiyle aynı karakterde burada da kötü karakter o korku objesiyle öldürülmekte, yerin dibine sokulmaktadır. – bu da wes efendinin vazgeçemediği unsur; her kötü karakterinin bir korku objesi vardır-

    sonuç olarak bir halk devrimi unsurunun da bu bol büyülü filme eklenmesi ilginç olmuş, tespitini yaparak; halkın dilindeki o nidayla kapatayım entirimi; izleme şansı olanlar da kaçırmasın diye ekleyerek tabi;

    liberté! liberté! liberté!
4 entry daha
hesabın var mı? giriş yap