hesabın var mı? giriş yap

  • ülkemizin akıllara ziyan gündemi nedeniyle gözden kaçan bir yakalanma hadisesine maruz kalmış belaruslu genç gazeteci ve aktivist.

    belarus'un otoriter devlet başkanı aleksander lukaşenko'nun bilhassa geçtiğimiz sene yaşanan seçim sonrası protestolarının haberleştirilmesi anlamında çok önemli işlere imza atmış olan ve nexta adıyla bilinen telegram platformununun baş editörü olarak geçtiğimiz sene lukaşenko karşıtı gösterilerin organize edilmesinde de kayda değer bir rol oynamış olan 26 yaşındaki raman prataseviç, belarus muhalefetinin lideri konumunda bulunan ve litvanya'ya kaçmak durumunda kalan siyasetçi sviatlana tsikhanouskaya ile de yakın ilişkilere sahip ve geçtiğimiz aylarda da önce polonya ve ardından yunanistan'a giderek uluslararası kamuoyunu lukaşenko ve zorbalıklarına dair bilgilendirmek için varşova'da bağımsız bir haber ağı kurduğu biliniyor. hatta, kasım ayında verdiği bir röportajda da "ömrümü sürgünde geçirmeyeceğim. güvenliğim garanti edildiği gün derhal belarus'a dönmek istiyorum" diyerek niyetinin özgür ve kendi kararını verebilen bir belarus'ta yaşamak olduğunu dile getirdiğini de hatırlatmak gerekiyor.

    geçtiğimiz günlerde kız arkadaşı ile birlikte atina'dan vilnius'a* gitmekte olan prataseviç'in yolcu olarak bulunduğu ryanair uçağının belarus hava kuvvetleri tarafından hava sahalarına girer girmez mig-29 olarak bilinen askeri jetler tarafından eşlik edilmek suretiyle apar topar belarus'un başkenti minsk havalimanına indirilmesini takiben lukaşenko'nun görevlendirdiği özel polisler tarafından göz altına alınması da 21'nci asrın basbayağı kamuoyunun gözü önünde gerçekleşen devlet terörizmi örneklerinden birisi olarak kayıtlara geçmiş bulunuyor.

    hâlen göz altında bulunan ve sorgusu devam eden prataseviç'in sağlığından endişe ettiğini belirten muhalif politikacı franak viaçorka da uluslararası kamuoyunu prataseviç'in derhal serbest bırakılması için lukaşenko'ya baskı yapmaya davet ederken lise çağlarından beri lukaşenko'yu protesto eylemlerinde yer alan ve hep en önde ve göz önünde olmayı seven prataseviç'in göz altına alınmadan önce yaptığı son açıklamalar ise bir hayli dikkat çekici. lukaşenko'nun rusya'ya kaçabileceğini ama bunu yaparken de ardında pek çok kgb kökenli ajan ve sovyet zihniyetine sıkıca bağlı destekçilerini bırakacağını söyleyen prataseviç, belarus'un tam, katılımcı ve özgür bir demokrasiye geçişinin uzun zaman alabileceğini dile getirmişti.

    prataseviç hakkında polonya'da yaşadığı dönemde, lukaşenko'nun "kendisinin terör eylemlerine destek vermesi ve yasadışı yollarla rejim değişikliği yapmaya çalışması" nedeniyle varşova'dan kendisinin belarus'a iadesi içim resmi başvuru yaptığı, ancak polonyalı yetkililerin bu başvuruyu derhal reddettiği de biliniyor. zaten, bu akıllara ziyan devlet terörizmi eylemine de en büyük tepki polonya'dan geldi ve başbakan mateusz morawiecki, derhal avrupa komisyonu'nu belarus'a karşı eyleme geçmeye çağırdı.

    irlanda menşeli bir uçuş firmasına ait yunanistan'dan litvanya'ya giden bir uçakta polonya'da yaşamakta olan bir belaruslu gazetecinin karga tulumba göz altına alınması ve hayatından endişe edilir konuma gelinmesi, uluslararası kamuoyunda da ciddi reaksiyonlar doğurdu. litvanya devlet başkanı gitanas nauseda "eşi benzeri görülmemiş bir hadise! bu iğrenç eylemin arkasında lukaşenko rejimi var. derhal prataseviç'i serbest bırakın!" paylaşımını yaparken, avrupa komisyonu başkanı ursula von der leyen de "uluslararası uçuş kurallarını keyfi olarak hiçe saymanın muhakkak yaptırımları olacaktır" açıklamasında bulundu.

    dün sabah saatleri itibariyle bitkin ve yüzünde yara izleri bulunan raman prataseviç'in bir "itiraf videosu" belaruslu yetkililer tarafından paylaşıldıysa da gazetecinin babası dimitri prataseviç, oğlunun hiç alışık olmadığı bir şekilde konuştuğunu ve baskı ve zorbalık altında bu açıklamayı yapmaya zorlandığını söyleyerek kendisinin hayatından endişe etmekte olduğunu ifade etti. genç gazetecinin, ajanlık, terör destekçiliği ve rejimi yıkma girişimi gibi suçlardan 15 yıla kadar hapsi istendiği iddia edilse de pek çok muhalif kaynak da tıpkı babası gibi kendisinin hayatından endişe ediyor.

    belarus ve lukaşenko hakkında bilgi sahibi değilseniz, sizi şu kısa entry'e bir göz atmaya davet ediyorum.

    (bkz: aleksander lukaşenko/@ncpzbsn)

    bakalım beyaz rus diyarının diktatörünün bu son çırpınışları, yapıştığı koltuğunda kalabilmesine fayda edecek mi?

    ekleme: bugün* itibariyle ukrayna'da ölü bulunan vitaliy şişov ile birlikte kendisini yeniden anımsadım. bu olayın ayrıntıları için sizleri aşağıdaki entry'e davet ediyorum. bu arada raman prataseviç'e ne oldu dersiniz? göz altına alınışının ardından toplamda üç kez dış işleri bakanlığı gözetiminde basın toplantıları düzenleyen genç gazeteci, her seferinde oldukça iyi durumda olduğunu, belarus'un devlet mekanizmasına vermiş olduğu zararı fark ettiğini ve bunu düzeltmek için elinden geleni yapmaya hazır olduğunu ifade etmiş bulunuyor. genç gazetecinin ailesi ise ısrarla oğullarının zorbalık altında bu şekilde ifadeler vermeye zorlandığını iddia etmeyi sürdürüyor.

    (bkz: 3 ağustos 2021 belaruslu aktivistin ölü bulunması/@ncpzbsn)

  • v for vendetta filmiyle ilgili başlık açmak isterken "lan bu filmin bugüne kadar başlığı açılmamış olabilir mi acaba" diye düşünmeyip "ben bir hata yapıyorum galiba" demeyen ı phone sahibi bir insanın başından geçenlerin anlatıldığı, trt'de yayınlanacak bir film.

    ayrıca film için 8824 adet dublörün dilemması kullanılmış. evet.

  • amk yıl olmuş m.ö. 2251, hala kaynak vermeden haber başlığı açan var. papirüsün nerede kardeşim? sıçtınız sözlüğün içine.

    edit: hahah şu an düşündüm de, biz 2251 yıl sonra isa'nın doğacağını nereden biliyoruz amk??

  • her maiden albümü önce hazmedilmeyi beklemeli. post reunion dönemi albümleri için bu daha da belirgin bir gerçek oldu. bunun yanında sol başparmağımı kırmam nedeniyle de albüme dair fikrimi kaleme dökme durumum da gecikmiş oldu.

    17. albüm daha çıkmadan önce özellikle 4 epik harris şarkısı ile bende hem merak, hem de endişe uyandırıyordu. endişemin asıl nedeni bu kadar dominant şekilde bir maiden albümüne el attığında benim için fiyasko virtual 11'e e imza atmıştı. albümü hazmettikten sonra bu korkularımın bir kısmının gerçek olması durumu ile yüzleştim. yine de bu albüm bir virtual 11 kesinlikle değil. hatta benim için sıkıcı book of souls albümünden daha iyi olduğunu da söylemem gerekir. harika fikirlerin kevin shirley gibi prodüktör görünümlü, ancak tek işi grubun çaldıkları besteleri kaydedip mikslemek olan biri yerine, martin birch gibi bir usta harmanlasa idi eminim bu kadar uzun kompozisyonlar ciddi anlamda kısalır ve bize 50 60 dakikalık her saniyesi mükemmel bir albüm olarak sunabilirdi. kevin shirley maalesef mal sahibi gördüğü steve harris'e laf geçirememe özelliği yüzünden bu vasıfların uzağında kalmış yine.

    öncelikle albümün prodüksiyonu daha önce çıkan the final frontier ve book of souls'dan nispeten daha iyi. maaesef son yıllarda stüdyoda şarkıları prova edip bir kaç tekrar sonrası hemen kaydetme hastalığı yüzünden albümlerin kaydı çamur gibi olmaktaydı. bu da live vibe adı altında harris tarafından bize pazarlanıyordu. bu albüm de bu şekilde 2019'da paris'de kaydedilmiş olsa da kayıt daha iyi. bunun dışında 67 yaşında olan nicko mcbrain muazzam bir davulculuk performansına imza atmış. adrian smith'in soloları da leziz ötesi partisyonlar barındırmakta. dave murray gene cepten yemiş ve aynı gamlarla ve beste getirmeden albümde kendi partisyonlarını çalmış. steve harris nightwish sevgisini ve progresif rock-metale olan ilgisini klavye tonlarını 'perili' tonlara çevirmesi ile hissettirmiş. janick gers ise albümün bence en iyi iki şarkısına imza atarak bazı fanları şaşırtmış. gers iyi beste konusunda sorunsuz ama canlı performans konusunda yetersiz bir gitarist. neyse konumuz bu değil.

    gelelim şarkı şarkı albüm yorumlamaya. burada yapacağım şey dakikalara referans vererek diğer maiden şarkılarına olan benzerlikleri de bu yazıyı okuyanlara göstermek. mal sahibi benim istediğim kadar kullanırım da besteci için bir düşünce olsa da dinleyici için bazen keyifsiz olabiliyor.

    başlayalım...

    senjutsu

    sözler moğol istilası korkusu ile duvar ören çinlileri anlatsa da, ne hikmetse şarkı adı japonca ve albümde konsept tamamen japon savaş sanatı ve samuraylar teması üzerine kurulu. albümün teması kanımca mükemmel. burada beni rahatsız eden detay ise şarkı sözleri ile olan tezatlık. bruce da sözleri ilk okuduktan sonra buna tepki verip 'any wall' diye steve'den cevap alınca pek sallamıyor durumu. bu konuyu röportajlarından birinde dile getirmekten de çekinmiyor ayrıca. zaten şarkının ilk adı the great wall ki sözlerde de bu detay geçiyor. taşları daha iyi oturtmak için şöyle düşünün; ıron maiden tarihinde ilk kez book of souls turnesinde çin'e gitti. grup aynı zamanda çin seddini gezdi ve fotoğraflar çektirdi. çin yeni pazarımız diye lanse edildi. bence kesinlikle covid 19 ve çin bağlantısı yüzünden the great wall olacak olan albüm ve şarkı adı manevra ile ezeli düşmanları olan japonca isme ve konsepte evrildi. şimdi sözlere bakalım.

    the invaders repel from the north
    keep out nomads who came from the plains
    northern grasslands awash with them all

    anlatılan hikayede kuzey düzlüklerinden gelen göçebe kavim var. bu kavime karşı savunma hattı için duvar örülüyor. şimdi sorarım size japonya ile böyle bir bağ kurulabilir mi? kurulamaz! yine de şarkı müthiş davullar, harika gitar partisyonları ve vokal ile albümün en özgün ve en iyilerinden biri olarak kendini kurtarıyor.

    stratego

    bir gers, harris bestesi olan 2. single, maiden'ın reunion sonrası yaptığı en iyi şarkılar listeme kafadan girecek derecede iyi bir şarkı. başta vokal melodisi ile bir giden fondaki gitar melodisi biraz rahatsız etse de alışınca sorun etmiyorsunuz. şarkının bridge ve nakarat kısmı ise destansı. söyleyecek fazla söz yok, turnede en coşkulu anlardan biri bu şarkı olacak.

    the writing on the wall

    albümün çıkış şarkısı. folk ezgileri ile western tadını bir arada harmanlamış grup. bence tarihine bakılırsa grubun en özgün çalışmalarından biri. alt metninde günümüz dünyasına dair göndermeler barındıran klip vermek istediği mesajı güzel resmediyor. şarkının en güzel noktaları bence nakarat ve adrian smith'in nakış gibi işlenen solosunun olduğu melodik bölüm.

    lost in a lost world

    geldik albümün ilk steve harris epikine. şarkının insana sözleri ile alakasız şekilde farklı bir umut aşılayan introsu bize merhaba diyor. o da ne! the x factor mü dinliyoruz? 2. dakikadan itibaren giren rif ve kompozisyon bizi 1995'ler maiden coğrafyasına ışınladı bile. bruce'un vokallerinin olduğu kısım iyi olsa da flanger etkisinden mi sanki boğuluyor hissi beni sarmaya başladı. ah neyse ki 3.30 civarı gelen mükemmel vokal melodisi ile bruce da, ben de nefes aldım. bu kısım outroda bizim şarkıya veda etmemizi sağlayacak melodi aslında. maalesef nakarat ise steve harris'in afraid to shoot strangers ile beraber hayatımıza dahil ettiği ve x factor'de zirve yapan bas altyapılı akor dizilimini kulağımıza vura vura yedirildiği yer. hemen sonra giren melodi ise where the wild wind blows şarkısının tam olarak 5:02 dolaylarında giren melodisinin birebir aynısı. bu aksiyona ne gerek var derken şarkı bir şekilde bağlanıyor ve benim için mükemmel bir vokal- gitar outrosu ile son buluyor. benim aklımda ise bu kadar harika bir fikir neden uzadıkça uzatılır ve başka bir şarkıdan pasaj alınarak heba edilir hissiyatı kalıyor.

    days of future past

    tipik bir smith, dickinson şarkısı. 4 dakikalık klasik maiden ziyafeti. nakaratı insanı kendine hapsedecek cinste. sevdim mi? -evet!

    the time machine

    the legacy, book of souls, the talisman ile bildik benzerlikler taşıyan akustik bir intro ile başlayan harris, gers şarkısı benim gözümde albümdeki en iyi şarkı. bu ikilinin epik dizilimindeki bu intro formülü nedense beni çok rahatsız etmiyor. ancak benzerlik bazı dinleyicileri yine de rahatsız edebilir. şarkı tam olarak progresif rock nedir sorusunun 2021'deki karşılığı gibi. 3.08'de başlayan ve şarkıyı saran melodi the edge of darkness'ın ana melodisine ciddi derecede benzerlikler taşıyor. bu da kabul! ancak şarkı o kadar güzel ki, insan 'o kadar da olur' diyebiliyor. bu armoninin üzerine işlenen vokal melodisini bruce dickinson yaşına bakmadan o kadar güzel söylüyor ki hemen ardından gelen folk ezgileri içeren kısmı insanın bir ağızdan mırıldanası geliyor. ama o da ne! 4:30'da da the longest day'in 4.48'inci dakikasında giren rife merhaba diyoruz. sonra hızlanan melodi ve tipik maiden soloları, nakarat ve outro ile kapanış. ( bu arada janick gers'in solosu dance of death solosunun neredeyse aynısı.) ne kadar yerdiğimi düşünseniz de bu albümün benim için en iyi şarkısı stratego ile beraber bu şarkı. sezar'ın hakkı sezara!

    darkest hour

    winston churchill ile ilgili olan sözler ve tipik bir smith,dickinson şarkısı ile tekrar bir aradayız. şarkı da adı gibi kapkaranlık. bruce'un solo albümlerinden fırlayan bir ballad gib tınlıyor. albümün katıksız en iyilerinden biri. adrian smith'in attığı solo gerçekten maiden tarihine geçecek kadar güzel. maalesef dave murray'in solosu bende coming home'da attığı solonun kopyası hissiyatını uyandırdı.

    death on the celts

    geldik son üç harris şarkısına! steve harris akustik bass ile beste yapmaya başladığından beri intro- outro girdabından ve şarkıları sakız gibi uzatma huyundan bir türlü kurtulamadı. en son tek başına yazdığı kısa şarkı hatırladığım kadarıyla 1992'de from here to eternity olmalı. albümün kanımca en zayıf ve hala ısınamadığım şarkısı resmen the clansman part 2 olarak kafamda yer etti. virtual 11'de tutan tek şarkı olan clansman'ı alıp, aynı formül üzerinden kurgulayarak resmen bize bu şarkıyı armağan(!) etmiş. bildik ezgiler, intro, uzun pasajlar ve bitmek bilmeyen bir döngü ile şarkı olmasa da olurmuş. albümün uzak ara en zayıf ve tatsız halkası kanımca.

    the parchment

    maiden'ın mistik ve oriental ezgilerle süslenmiş şarkısı the sign of the cross tadında başlayıp hemen sonra giren rifle bizi dune gezegenine ışınlıyor. to tame a land benzeri ana giriş rifi beni rahatsız etmedi. bruce'un dillendirdiği vokal melodisi de insanı içine çeken cinsten. melodik havası ve atmosferi ile kanımca bu albümdeki en iyi harris epiki. şarkı uzun olsa da içinde bulunan melodik dizilim kendini dinleten yapıda. asıl en önemli detaylardan biri de şarkıda nakarat olmaması. bu da geçmiş dönem harris epiklerine göz kırpar cinsten. 9 34 de giren ve soloların üstüne yazıldığı pasaj maalesef brave new world'un 4. dakika civarı giren yeri ile aynı dizilime sahip.

    hell on earth

    şarkının başındaki intro fortunes of war'un aynısı. hatta ilk dinleyişte blaze bayley'nin 'after the war...' diye vokale başlamasını bekleyecek kadar aynı! sonra da bir bakmışsınız sizi the reincarnation of benjamin breeg şarkısının girişine ışınlamışlar. neyse ki 2.15 civarı şarkının ana melodisi giriyor ve günümüze dönüyoruz. buradaki sorunlardan biri de vokal melodisinin önce gitar ile çalınması olarak baş gösteriyor. bir şekilde bruce bu melodi sonrası vokale giriyor... şarkı güzel akıyor derken tam 5.55 civarı duvara toslar gibi frenliyor. tipik bir maiden hareketi! 7.45 civarı başlayan pasaj ise albümün en iyi yerlerinden biri. resmen şarkı burada nefes almaya başlıyor. bu kısımda insan düşünüyor; 11.19 dakika yerine bu şarkıyı daha da kısaltamaz mıydın steve harris? neden bu kadar intro ve outro formüllü şarkılara bunca sene içinde hapsolup kaldığı gerçekten sorgulanması gereken bir durum. tabii bunu soru olarak dile getirebilecek bir gazeteci var mıdır bilinmez. cesaret edip sorsa da röportajın o soru sonrası sona ereceğine adım gibi eminim. :)

    sonuç olarak belki son ama bence sondan bir önceki maiden albümü ile baş başayız. başyapıt olacak bir albüm fazla uzatılarak ve belli formül kalıplardan kurtulamayınca bu sınıfa dahil olamıyor. yine de 65 yaş ortalaması olan bir müzik grubunun hala üretim yapması fanları için mutluluk verici bir detay.

  • 1.5 yıl baykuş besledim. yuvasından düşmüş, annesi terk etmiş bir yavruydu. uzun süre ben besledim, büyüdüğünde gözü hep dışarıdaydı. açıkcası pek dışarıya salmak istemiyordum çünkü ev kuşu olmuştu.
    iyi dedim madem çok istiyorsun, ne olur ne olmaz diye ayağına bilezik ve hafif zincir bağladım, omzuma oturttum. 1 ay kadar hiç hareket etmeden omzumda dolaştı, sürekli etrafı izledi. mahalleli ekşisözlük halkı gibi çok korkuyordu. cesaret edenlerin sevmesine eğer o izin veriyorsa ben de izin veriyordum. seçiciydi. sonra yavaş yavaş hareketlendi, bisiklet sürerken ön sepete tüneyip kanatlarını açıyordu. yakında evden ayrılacağını ikimiz de biliyorduk, orman bölgesinin nerede olduğunu bile gösterdim ona.
    bölgesini benimle gezerek tanıdıktan sonra rahatlamaya başladı. ayağındaki zinciri çıkarttım. öğle vakti ben okuldayken evde uyuyor, akşam geldiğimde biraz oyun oynadıktan sonra dışarı çıkmak istiyordu. iyii dedim, açtım pencereyi, oturdu pencerenin dışına. ilk defa kendi başına dışarı adım atmış oldu. bunu bir hafta kadar yaptıktan sonra da ilk defa yalnız başına mahallede uçtu.
    her akşam beraber yemek yerdik ama uçuşları başladıktan sonra yemek yemez oldu. karnına baktım, paşam yemiş “bir şeyler” karnı tok, güzeelll.
    1 ay kadar süre de oğlanı her gece dışarı saldım, sabah ışıklarında da eve geri uyumaya aldım. bazen eve erken geliyordu, cama tık tık yapmazsa imkanı yok gelişini duyamam. çook sessiz uçuyordu. baykuşla yaşadığımı bilen misafirlerim pencereden dışarı baktığında içeriyi gözetleyen bir çift gözü görünce korkarlardı.
    sonrasında da ikimizin de beklediği o gün geldi. nasıl anladık bilmiyorum ama ikimiz de birbirimizle vedalaştık. pencereyi açtım, bana uçarken hünerlerini sergiledi ve gitti.
    3 ay gibi uzuuun bir sürede hiç denk gelmedik. belki de geldi ama uzaktan izledi, ben görmedim. bir gece odamda takılırken bir baykuş sesi, cama tık tık, yatağımdan zıplarken ağlayacaktım neredeyse. evett paşam gelmiş hem de misafiriyle. yanında tanımadığım daha küçük boyutlarda bir baykuş daha vardı ama o bana hiç yaklaşmadı, 5 metre ileride ağaç dalında benim oğlanı bekliyordu. oğlan sevgilisini tanıştırmaya getirdi galiba. eve çağırdım, gelmedi.
    sonrasında bazen hanımla, bazen yalnız, ayda bir ziyaretime geldi. o herkesin korktuğu sesi, cama iki tık tık sedini duymak ve kocaman gözlerini görmek için sabırsızlanıyordum.
    arada bir pencereme hediyeler geliyordu, sahibini biliyorum ama görüşemiyorduk.
    gelelim kalıcı ayrılışımıza, okulum bitti. evi alttan dersi olan arkadaşıma devrettim. sırf onu son kez görmek için mezun olduğum halde gelmesini günlerce bekledim ama gelmedi, denk gelemedik. veda edememiş olmak beni gerçekten üzüyor. onu çok özlüyorum. ben gittikten sonra arkadaşıma 2 sefer hediye bırakmış, sonra bırakmış bir daha da gelmemiş.

    çok hayvan baktım, çok hayvanla beraber yaşadım ama baykuş tanıdığım en ilginç en özel hayvandı. saniyesinde vahşi bir yırtıcı olabilirken bir saniyede bebek moduna geçebiliyordu. eğer yaşıyorsa bu sene 7 yaşına girmiş oldu. batıl inançlara inanmayın aslında inanılmaz tatlı hayvanlar.
    o baykuş sesini çok özlüyorum çoookkk.