hesabın var mı? giriş yap

  • gecenin karanlığında karşı apartmanda beliren komşu kızının, onca soğuğa, zatürre tehlikesine rağmen saatlerce "bir kez olsun kıpırdamayışı" bile bir kuşkuya mahal bırakmadan kesilmesi. hem de en tarz, en kasıntı pozlarla. annenin "oğlum kafayı mı yedin? donacaksın orda gir içeri" çağrılarına karşılık vermeyeşin ardından sabah karşı balkonda duran şeyin kova içine ters dikilmiş vileda sopası olduğunu farketmek. (bkz: miyop) (bkz: karanlık)

  • çocuklara içirmek ya da yemeklerde kullanmak için kemik suyunu nasıl hazırlarız?

    çorbalarda ve yemeklerde kullanılan kemik suyuna profesyonel mutfaklarda stock ya da fond denir. bu stock yada fondlar kahverengi ve beyaz olmak üzere ikiye ayrılır ama bunlara ileride değiniriz. benim şimdilik amacım kemik suyu konusunda mesaj atan suserların gönüllerini hoş etmek.

    türkiye'de kemik suyu denildiğinde herkesin bu alanda en çabuk ulaştığı ürün tavuk suyudur. biz geleneksel olarak bütün tavuğu büyük bir tencerenin içerisine koyar ve kaynatırız. eğer keyfimiz yerindeyse bu suyun içerisine soğan, havuç ya da tane karabiber de atarız. bu yanlış işlemle de dost meclisinde övünürüz. oysa yaptığımız tek şey tavuğun tüm lezzetini suya geçirmekten başka bir şey değildir. burada asıl amaç tavuğu yerken suyundan faydalanmaktır ama tam ters olur. tavuk lezzetini suya verir ve geriye 3 kiloluk tatsız ve lezzetsiz posası kalır.

    kanatlı hayvanlarda çok fazla seçeneğimiz olmadığı için tavuğu açmamız gerekli (etini kemiklerinden ayırma) büyükbaş hayvanlarda da kaval kemiklerini kasabımıza 10 cm aralıklarla kestirdiğimizde bu işlem tamamdır. kestirdiğimiz kaval kemiklerinin iç kısmındaki ilikleri görmemiz gerekir.

    şimdi kemiklerimizi temin ettik. hemen bu kemikleri safralarından ayırmak için bir tavada çevirmemiz gerektiğini söylerler ama hiç benlik değil. kemikleri alırım ve fırında 220 derecenin gözüne vururum. tavada iliklerin yalnızca tava gören tarafı yumuşarken fırında kemiklerin tamamı ısındığı için iç kısmındaki iliklerin kemiğe tutunması zorlaşıyor ve daha çabuk bir şekilde kendini suya bırakıyor ama tabi bu benim umurumda değil. zahmetsiz olduğu için son cümleyi uydurmuş olabilirim. =)))

    şimdi burada mirepoix dediğimiz sebzeleri tenceremizde çeviriyoruz. mirepoix birer ölçü havuç ve kerevize iki ölçü soğan içerir . fransızlar buna kurutulmuş et yada sıkıştırılmış et (jambon) eklediklerinde matignon ismini verirler. bunu duyan italyanlar da altta kalmamışlar ve bu karışıma sarımsak ekleyerek soffritto demişler. entrymizin bu bölümünde entellerin gönlünü hoş ettiğimize göre reçetemize dönelim.

    bir ölçü kereviz ve havuç, iki ölçü soğanımızı (ölçü konusunda anlaşmıştık ama inat edenler için gelsin: bir kamyon havuç ve kereviz, iki kamyon soğan) tencerede kavurduktan sonra kemiklerimizi bu tencereye ekliyoruz. iki kilo kemiğe 4 litre su ve yarım kg mirepoix sebzemiz kemik suyumuzun temel ölçüsüdür. yazın bir kenara.

    kemik suyumuz böyle kabarcıklar çıkarmaya ve kaynamaya başladığını hissettiğimiz anda hemen altını kısıyoruz. suyumuzun berrak olması için burası çok önemli. bundan sonra kapağı hafif aralıklı şekilde kısık ateşte tıngırdatıyoruz. bu tıngırdatma işleme simmering denir. (tabii canım sen ne sandın) kemik suyunun berrak olması çok önemli demiş miydim? türk milleti olarak önümüzde pişen bir şey gördüğümüzde rahat durmadığımız için tencerenin başına biz gözcü yerleştirmenizi öneririm. bu gözcü kemik suyumuzun üzerinde toplanan köpükleri alırken mutfağa ani giriş yapıp "ne pişiyor burada?" diye meraklanan aile üyelerini de engellemelidir zira kemik suyu asla ama asla karıştırılmaz.

    tıngırdatma işlemi eski ustaların deyimi ile su yarı yarıya ininceye kadar sürer. daha sonra kemik suyumuzu önce süzgeçten, sonra tülbentten geçirmemiz gerekli. içerisinde kemik parçaları olabilir ve çocuklara içirdiğinizde boğazlarını tahriş edebilir.

    bu kemik suyunu soğuttuktan sonra buz poşetlerinde dondurarak bütün bir sene kullanabilirsiniz. her pişirdiğiniz yemeğe ya da çorba içerisine iki adet buz kalıbı olarak attığınızda hem lezzet, hem de çocukların gelişimi için önemlidir. eritip pilavlarda da kullanabilirsiniz.

    artık kemik suyu hazırlamasını biliyorsunuz.

  • mesela 21. dogumgununde onsuz gecirilen her dogumgunu icin toplam 20 ayri hediye almak. bir kac ornek vermek gerekirse 1. yasa emzik, 7. yasa abakus, 12. yasa cicili bicili tokalar gibi. aradaki tutkulu bir asksa, yapiliyor boyle seyler.

  • bu da yunan'ın yobazına oynuyor.

    22. yüzyılda bu tarz siyasetin bir ülkede talep görmesi akıl alır gibi değil.

    çan çalınsa ne olur, ezan okunsa ne olur, parti verilse ne olur.
    bir insanın dünyadaki tek derdi nasıl bu olabilir.

  • "yazmayin, baslamayin" diyenlere kulak asmayin.

    bazi ulkelerde insanlar kod yazsin diye devlet baskani duzeyinde kampanya duzenlenir, bizim ulkede birak devleti ayni isi yapan diger insanlar dahi "baslamayin" diye kostek olmaya calisir.

    cok acaip milletiz yemin ederim.

  • diyanet denen kul hakkını arabalara, paralara çevirerek yiyen bir kurumu kaldırsın da isterse bok yesin banane lan dediğim manşet.

  • azametinden dolayı kabullenmek ne kadar zor olsa da, günümüz medeniyetini borçlu olduğumuz bu geçmiş zaman çekimi ve genel olarak "zaman", kendi bilincimiz dışında varolmaz, boynumuza geçirilmiş bir ezelî hüküm değildir. söz gelişi, dilbilimci arthur diamond, dilin tarihini incelediği eserinde*, paleolitik çağ öncesinde dilde zaman çekimlerinin bulunmadığını yazar. geçmiş zamanın da, gelecek zamanın da yerinin olmadığı bir dil düşünün, sizi daha az koordineli çalışmaya iteceği için yaşam tarzınız nimetlerle ve izzetle kuşatılmaz, olduğu mevzide sabit kalır hayatınız. ama bu haşmetli kayba rağmen, "duyurmaktan" ziyade "buyurmaya" yarayan zamanın yükünden de sizi kurtarır. askeri dinlenme tesisinde gibi değil, o anı yaşayabildiğiniz başka bir cihanda hayat sürebilirdik eğer insanlık farklı bir güzergah takip etmiş olsaydı.

    icat edilen bu âlemşümül medeniyet göstergesi zaman kavramının etkisini ölçmek için yapılan empirik çalışmalar da bulunuyor. bir kıyas-ı temsili olsun, robert sapolsky, neden zebralar ülser olmazlar* eserinde bu taşkınlığın olmadığı hayvan yaşamından bir kesit sunar. bir zebrayı uyuşturucu silahınızla vurarak ondan kan örneği aldınız diyelim. zebra beslenirken, zebra uyurken, zebra bir yırtıcıdan kaçarken hayvan üzerinde tetkik ve ölçümlerde bulundunuz. bu veriler sonucunda ortaya çıkıyor ki zebra da aynen insan gibi bir tehdit altında kaldığında adrenalin pompalaması yaşıyor, kan pompalaması hızlanıyor, bedeni olağanüstü hal devresine giriyor. ancak bizlerden farklı olarak zebra, aslandan kaçtığında yaşamına olduğu gibi devam edebiliyor. aslandan kurtulduğu saniyede, suyunu içerken üzerinde bir dakika önceki tehdidin hiçbir etkisi kalmıyor. robert sapolsky, bu yüzden hayvanın o anda hangi koşuldaysa kimyasının da bunu yansıttığını yazar. ancak insan böyle değil, bizde zamanın nişanesi var ve aslandan kaçmış olsak bile bu tehdidin geçmişteki varlığı peşimizi bırakmıyor. kan akışımız kaçış anından hemen sonra zebra gibi normale dönmüyor, beden olağanüstü halden çıkamıyor. bu yüzdendir ki risk toplumunun mutfaktaki gaz kaçağı gibi burna vurduğu, her an her yerden (bürokratik, finansal, siyasî, kişisel) saldırının gelebildiği 20. yüzyılda ilk kez "stres" adını verdiğimiz bir kavram 1950'lerde hans selye tarafından tanımlandı, tıbbî literatüre girdi. tüm gün bir yırtıcı hayvan üzerinize çöreklenmiş gibi bir stres içindeyiz bu yüzden, tehditlerin hiçbir zaman ortadan kalkmadığı bir güvenli kipte çalışıyor vücut kimyamız. insan kültürünün evrimi göz kamaştırıcı olsa da bedenimiz halen özünde 200.000 yıl önceki ilksel ormanda yaşadığı için bu yükü göğüslemekte güçlük çekiyor. en fakirin evinde 52 ekran grundig marka televizyon var, ama yarının ve dünün deverânını düşünmekten burnunu dahi zor kaşıyor.

    dil ve gramer vasıtasıyla kurgusal değil de tabiatın bir zerresiymiş gibi gelen zaman, hele ki endüstri devrimiyle insan üzerine fazla yük bindirdiği için o anı yaşamaktan ziyade yarın yatıracağımız kira parasını, kredi borçlarını, bir saat sonraki buluşmayı, iki saat önce doldurulması için verilen formu, gelecek ay yapılacak mülakatı vs düşünüyoruz. şu anda bir film izliyor olsanız da, koşu yapıyor olsanız da o anı değil, geçmişin ve geleceğin prangasını hissediyorsunuz. ancak bu kurbana karşılık olarak da modern tıp, sokaktaki herkesin alabileceği kadar ucuzlamış besinler ve teknik ürünler, ısınma ve modern yaşam koşullarını da elde ediyoruz (hiç de kötü bir ticaret değil, ama çok kırılgan bir set üzerine kurulu.) daha iyi beslenen avrupalı erkeklerde bile endüstri devriminin hemen öncesinde ortalama boyların 1.60 olduğu, yetersiz beslenmenin norm olduğu şartlardan günümüze bu dönüşüm, dolaylı olarak zamanın geliştirilerek insan koordinasyonunun sağlanmasıyla mümkün oldu. insan biyolojisini fesada uğratan zaman, insan yaşamının bekası için de olağanüstü araçlar inşa etti; yani at kıçından elmas çıkarmayı başardı türümüz. kaale alınır ölçüde ilk olarak 15. yüzyılda dakikalar ve saniyelerin icadı ve zaman kurgusunun kamulaşmasıyla üretilen, 24 saati gösteren saatlerle birlikte elde ettiğimiz koordinasyon sayesinde misalen şu an ruanda'da en kötü koşullarda yaşayan insanların aldıkları günlük kalori miktarı ve ruandalıların yaşam standartları, üç yüzyıl öncesi paris'inin orantısız biçimde daha üzerinde. binlerce yılda (ve özellikle de son iki yüzyılda) icat ederek geliştirdiğimiz kurgusal zaman fikri dolaylı yoldan bize bütün bu nimetleri sundu, tırnağıyla ve dişleriyle cıvıl cıvıl bir arz-ı mukaddes inşa etti, bunun inkar edilebilir yanı yok.

    açıkçası bu noktada eldeki kazanımlardan olmak makul görünmediği gibi, zamanın çekim ve yörüngesine, cebrine koşulsuz maruz kalarak eziyet çekmek de gerekmemeli. walter benjamin, 19. yüzyıl devrimlerinde pek çok devrimcinin saat kulelerine nişan alarak saatleri vurduğunu yazıyordu örneğin*. kaldı ki bu taşkınlık, zamanın günümüzdeki yıkıcı etkisinden uzak bir döneme kayıtlı. daha elli yıl önce yaşını sorduğunuzda insanlar size bir cevap veremiyordu ("deprem olduğunda doğmuştum" gibi yanıtlar haricinde), yaşlılık fikri dahi belleklere günümüzdeki kadar kazınmamıştı. ancak günümüzde fabrikalarda bir saat altıya bölünerek on dakikalık dilimlerde kimin kaytardığını ölçen görevliler bile bulunuyor, kaytarmanıza göre maaşınız kesiliyor. dünya ilk endüstri devriminden bu yana daha cüretli dönüşümler yaşadı. buna karşı sosyalist okullar (özellikle kültürelciler) tetikte olsalar da kendi kurdukları dünyada zamanın hükümranlığını, liberal batı demokrasilerini fellik fellik aratacak biçimde tasarladılar. başka bir dünyada zamanın nasıl işleyeceğini düşünecek yaratıcı zekaya sahip değildiler ve halen de bu konu yoruma açık (ucundan da olsa antonio negri* gibi birkaç mülahaza mevcut olsa da günümüz solunun klasik teorisizminden arınmış halde ve yaratıcı değil.) dünyayı değiştireceğini söyleyen romantizm, 'devrim' nosyonuyla sıklıkla sarhoş olur, ama şimdikinden farklı bir dünyanın nasıl olacağı bahsinde yenilikçi bir kılavuza sahip değildir, bu yüzden de liberal batı demorasilerinin çok daha altındaki sovyetik ve maoist modelleri hararetle savunur pek çok kez. geride kalanlar da sıklıkla yaldızlı bir neyapsanboşçuluk hikmetine vururlar kendilerini. halbuki toplumsal dönüşüm peşinde koşanlar için en başta tartışılması gereken kavramlar arasındadır zaman.

    mevcut yaşam koşullarımızı korurken, demir yumrukla bizi yöneten icadımızın nasıl insan ve çevre odaklı dönüşebileceğini hesaplamak gerekiyor. herkes düşlerinde çılgın planlar yapabilir, ama kimse günümüzdeki yaşam standartlarından kopmak istemez iş reel hayata geldiğinde. kazanımları yok edecek bir radikalizmin, musa dağdayken buzağıya tapmanın makul bir sürdürülebilirliği yok. ancak internet ve iletişim devrimleriyle birlikte artık egemenlik kayıtsız şartsız zamanın olduğundan beridir insan yaşamının hepten diyaliz makinesine bağlanmaması için esneklik vaat eden vahalara, oluşum ve yaşam/siyaset modellerine daha çok ihtiyaç duyabiliriz gelecekte. insan biyolojisinin sınırlarını aşan sembolik yükler bireyleri aştığı gibi, toplumların kendi yaşamlarını sürdürmelerini de tehdit eder bir ölçeğe ulaşmayı başardı çünkü.