hesabın var mı? giriş yap

  • pandemi sonrası 2022 yılı sinema için bereketli bir yıl oldu. birbirinden güzel filmler özellikle de yılın son aylarında ardı ardına gösterime girdi. daha pek çok iyi film de önümüzdeki haftalarda ya da ocak ayının ilk haftalarında hem ülkemizde hem de dünyada vizyona girecek.

    bu sene o kadar çok film izledim ki listeyi oluştururken hangi filmleri seçeceğim konusunda baya zorlandım. o yüzden, 20 filmlik geniş bir liste yapmaya karar verdim. fakat bu listede benim beğenmediğim; ancak genel olarak beğenilen bazı filmlere yer vermedim. örneğin park chan-wook imzalı decision to leave ve bu senenin en çok konuşulan işlerinden biri olan everything everywhere all at once filmleri listede yer almadı. her iki filmin de iyi filmler olduğu zaten hem seyircilerden hem de eleştirmenlerden aldıkları geri dönüşlerden az çok anlaşılıyor. fakat ben her iki filmin de gereğinden çok abartıldığını düşünen taraftayım.

    öyle ya da böyle bir yılın daha sonuna geldik. umarım her yıl bu şekilde sinema açısından verimli ve sevimli geçer.

    20) prey (yön. dan trachtenberg) 7/10
    aksiyon türünde artık bir klasik kabul edilen predator (1987) filminin ardından pek çok devam filmi izledik( gerçi "prey" bir sequel değil, öncesini anlatan bir prequel). predator (1987) filminden sonra izlediklerim arasında benim en beğendiğim ise danny glover'ın başrolünde yer aldığı predator 2 (1990) filmi. diğer filmleri beğendiğimi söyleyemeyeceğim. hele ki "alien"larla çekilen iki filmden bahsetmek bile istemiyorum. bu anlamda, predator cephesinde artık yeni bir şey yok derken trachtenberg imdadımıza yetişti ve eli yüzü düzgün bir "predator" filmi çekmeyi başardı.

    19) triangle of sadness (yön. ruben östlund) 7/10
    ruben östlund'un son üç filminde neredeyse aynı kuralları uygulayıp jüriden yine aynı sonuçları alması nereden bakarsanız bakın büyük bir şans gerçekten. bu filmiyle cannes film festivalinde büyük ödüle uzanması ise gerçekten şaşırtıcı. filmi bu kadar yerdikten sonra neden en iyiler listesine aldın o zaman diyeceksiniz. filmi listeye aldım; çünkü "triangle of sadness", özellikle ikinci bölümündeki komedisiyle oldukça kaliteli bir film. ancak büyük ödülü alacak kadar iyi mi orası kesinlikle tartışmalı.

    18) sr. (yön. chris smith) 7,5/10
    robert downey jr.'nin babası robert downey sr.'nin zamanında birbirinden ilginç filmlere imza atan bir sinema sevdalısı olduğunu biliyor muydunuz? hatta çektiği filmlerin birinde annesiyle evlenen genç bir adamı anlatmış. bu filminden sonra annesi ile arası bir süreliğine bozulmuş. ancak jr.'nin yalnızca sinema sevdasını değil babasından bazı kötü huylarını da devraldığını bu hüzünlü ve eğlenceli belgesel filmde öğrenmiş oluyoruz.

    17) apollo 10 1/2 a space age childhood (yön. richard linklater) 7,5/10
    zamanımızın en renkli ve yetenekli yönetmenlerinden biri olan richard linklater, bu filmiyle 60'lar amerika'sına muhteşem göndermelerde bulunuyor. ay'a gerçekleştirilecek olan yolculuğu arka planına alan film, nasa'nın etrafında muhteşem bir çocuk olma hikayesi de anlatıyor. linklater'ın vazgeçilmez oyuncularından biri olan jack black'in de sesiyle renk kattığı film, tam bir "boomer" filmi. fakat o dönemi merak edenlerin de bu filmden fazlasıyla zevk alacağına eminim.

    16) rrr (yön. s. s. rajamouli) 7,5/10
    normalde hindistan yapımı filmlerin imdb puanlarına pek güven olmuyor. çektikleri pek çok film aldıkları puan değerlendirildiğinde neredeyse başyapıt düzeyinde. ancak çektikleri her filmin bu denli iyi olması elbette ki mümkün değil. bu yıl izlediğimiz "rrr" ise kesinlikle aldığı puanı sonuna kadar hak eden epik bir film. konu itibarıyla oldukça klişe olan "rrr", aksiyon sahneleri ve sinematografisiyle gerçek anlamda göz dolduruyor.

    15) thirteen lives (yön. ron howard) 7,5/10
    2018 yazına damgasını vuran haber tayland'dan gelmişti. 12 çocuğun yanlarında koçlarıyla birlikte aniden bastıran yağmur sonucu girdikleri bir mağarada mahsur kaldığı haberi tüm dünyada gündemi bir anda işgal etmişti. o zamanlar askerde olduğum için detaylara pek hakim değildim ve nasıl olur da böylesi bir zamanda bu çocuklara günlerdir ulaşılamıyor pek anlam verememiştim. detaylarını sonradan öğrenmiş olsam da kurtarma operasyonunun nasıl gerçekleştiğini tam anlamıyla öğrenmek bu filme nasipmiş. ron howard, bir belgeselci havasında doksanlarda küçükken izlemekten hoşlandığım türden müthiş bir kahramanlık hikayesi anlatmış.

    14) bullet train (yön. david leitch) 7,5/10
    brad pitt, yaşlandıkça oyunculuğuna değer katan aktörlerden biri. son zamanlarda yer aldığı her bir filme (başrolde olsun ya da olmasın) farklı tiplemeleriyle müthiş katkıda bulunuyor. "bullet train" filminin başarısında onun payı çok fazla. filmin düşmek bilmeyen temposu, başta brad pitt olmak üzere filmde kısa da olsa yer alan her bir oyuncunun komediden kaçınmayan güçlü performanslarına çok şey borçlu. "bullet train" kesinlikle bu senenin en iyi aksiyon komedi filmi.

    13) hustle (yön. jeremiah zagar) 7,5/10
    bu tarz filmleri özlemişiz. olabildiğince klişe ama işin içinde basketbol ve adam sandler da olunca bu filmi beğenmemek mümkün değil. zaten adam sandler istediği zaman sahip olduğu enerjisiyle yer aldığı filmi bir üst seviyeye çıkarabilen bir oyuncu. sahip olduğu yeteneğini yıllarca kalitesiz komedilerle harcamış olması ise çok üzücü. filmde gerçek basketbol efsanelerine yer verilmesi de filmin bir diğer artısı olmuş. özellikle boban marjanovic üzerinden yapılan espriler tek kelimeyle harikaydı.

    12) avatar the way of water (yön. james cameron) 7,5/10
    bu yılın en çok beklenen filmini tam 13 sene sonra izleyebildik. çok şükür ki korkulan olmadı ve james cameron yine harikulade bir filmle karşımıza çıktı. fakat ben ikinci filmin, bir miktar ilk filmin gerisinde kaldığını düşünüyorum. ikinci filmde de yine muhteşem bir görsellik (özellikle tulkun'ların avlandığı sahne) önümüze sunulmuş; ancak filmin villian (kötü karakter) seçimi bence yanlış olmuş ve filmi tekrara düşürmüş. kendine has motivasyonları olan yeni bir baş kötü karakter filme eklenebilir ve bu basit hamle ile film bambaşka bir yere ulaşabilirdi.

    11) the batman (yön. matt reeves) 7,5/10
    robert pattinson'dan batman olmaz dediler, oldu. christopher nolan'ın batman üçlemesinin ardından iyi bir batman filmi çekilemez dediler, matt reeves bu önyargıyı da yıktı. elbette ki bu yıl izlediğimiz "the batman" filmi, the dark knight (2008) gibi bir filmle kıyaslanamaz ancak kara filmleri (film-noir) andıran karanlık atmosferi ve polisiye hikayelerden esinlenen kurgusu ile bu yılın en iyi filmlerinden bir olabildi. hatta bu haliyle devam filmlerinin nasıl olacağı konusunda da izleyicilerde büyük bir merak ve heyecan uyandırmayı başardı.

    10) the northman (yön. robert eggers) 8/10
    robert eggers, the witch (2015) ve the lighthouse (2019) gibi kalburüstü iki filmin ardından bu sefer 10. yüzyıldan bir viking hikayesi anlatıyor. film, hamlet (zaten baş karakteri ismi de amleth) benzeri bir intikam hikayesi gibi başlayıp sonlara doğru oidipus kompleksine göz kırpıyor. özellikle, intikam için yollara düşen prens amleth'in annesi ile karşılaştığı sahnede robert eggers, bildiğimiz tüm klişeleri tek bir sahnede silip atmaya çalışıyor. gerçi film klişelere bağlı kalsa bile tek başına sinematografisi ile bu yılın en iyilerinden biri olmayı hak ediyor.

    9) tar (yön. todd field) 8/10
    todd field uzun bir aranın ardından üçüncü filmiyle tekrar yönetmenlik koltuğuna oturdu. bu filmle birlikte çektiği üç film arasında benim için hala en iyisi in the bedroom (2001) filmi olsa da "tar" filminin de uzun süresi ve düşük temposuna rağmen oldukça gösterişli bir film olduğunu söylemek zorundayım. özellikle cate blanchett'in olağanüstü performansıyla filmi tek kişilik bir şova dönüştürdüğünü de söylemem gerek. bu performansın ardından blanchett'in üçüncü oscar'ına da uzanması hiç şaşırtıcı olmaz.

    8) licorice pizza (yön. paul thomas anderson) 8/10
    "licorice pizza"nın imdb sayfasında 2021 yılı yazması sizi yanıltmasın. film, 2021 yılının son haftasında amerika ve ingiltere başta olmak üzere birkaç ülkede vizyona girmiş olmasına rağmen ülkemizde ve diğer pek çok ülkede 2022 yılının ilk haftalarında vizyona girmişti. bu yüzden filmin bu yılki listelerde yer almasında bence bir sakınca yok. 1970'lerin amerika'sına hoş ve eğlenceli bir yolculuğa çıkan "licorice pizza", aşka olan naif bakış açısıyla bu yılın en güzel "kendini iyi hisset" filmlerinden biri olmayı başardı.

    7) the fabelmans (yön. steven spielberg) 8/10
    ne çekerse çeksin onu harika bir noktaya taşıyabilen bir yönetmen varsa o da steven spielberg'tür. kendisi müzikal de çekse izletebilir sıkıcı olabileceğini düşündüğünüz kendi hayat hikayesini de beyaz perdeye aktarsa yine hayranlık uyandırabilir. uzun zamandır aklında olduğunu bildiğimiz ama ailesini incitmemek adına çekmeyi ertelediği otobiyografik unsurlar içeren "the fabelmans" filmini bu sene nihayet izleyebildik. başlarda sıkıcı olabileceğini düşündüğüm ama ufak bir dokunuşla heyecan verici bir noktaya taşınan film, sonundaki john ford (david lynch tarafından canlandırılmıştır) sahnesiyle de muhteşem bir final yapıyor.

    6) the banshees of inisherin (yön. martin mcdonagh) 8/10
    yazar kimliği ile bilinen martin mcdonagh'ın sinemaya girişi muhteşem bir filmle olmuştu. in bruges (2008) filmiyle harika bir kara komediye imza atan mcdonagh, ardından çektiği seven psychopaths (2012) filmiyle bir miktar hayal kırıklığı yaratsa da three billboards outside ebbing, missouri (2017) ile modern zaman şaheserlerinden birine imza atacaktı. bu filmin ardından çekeceği filmini de büyük bir merakla bekliyorduk. colin farrell ve brendan gleeson ikilisinin tekrar bir araya geldiği bu yeni filmde mcdonagh, irlanda iç savaşını da arka planına alıp hatta bazı metaforlarla da doğrudan iç savaşa göndermelerde bulunarak yine harika bir kara komediye imza atmış. yazarlığının da verdiği yetenekle orijinal karakterler yaratmak konusunda eline su dökülmeyen mcdonagh, bu filminde de colin farrell'ın ustalıkla canlandırdığı pádraic isminde harikulade bir film karakteri yaratmayı başarmış.

    5) im westen nichts neues (yön. edward berger) 8/10
    erich maria remarque'ın 1929 tarihli ve edebiyat dünyasında bir başyapıt olarak kabul edilen aynı adlı romanından uyarlanan "batı cephesinde yeni bir şey yok" filmi, sanırım ilk defa almanlar tarafından sinemaya aktarıldı. daha önce ilki 1930 ikincisi de 1979 olmak üzere iki defa amerikalılar (ikincisinde ingilizlerin de desteği var) tarafından sinemaya ve televizyona uyarlanan bu roman, bence oldukça geç kalınmış bir şekilde nihayet almanlar tarafından da sinemaya uyarlandı. ancak çok ilginçtir ki en azından dramatik anlamda bu film 1930 yılında çekilen klasiğin yanına yaklaşamamış. sanırım o filme tamamen benzememek için farklı bir yol izlemek istemişler ve kitapta da yer alan pek çok muhteşem sahne bu filmde kendine yer bulamamış. yine de "im westen nichts neues", savaşın korkunçluğunu ve anlamsızlığını paul ismindeki bir gencin gözlerinden duygusal bir dille anlatmayı başarıyor.

    4) guillermo del toro's pinocchio (yön. guillermo del toro ve mark gustafson) 8/10
    guillermo del toro'yu az çok tanıyanlar onun tam bir sinema aşığı olduğunu bilirler. onun röportajlarını izlediğinizde sinemadan bahsederken ki heyecanı gerçekten görülmeye değerdir. pinokyo'yu tekrardan beyaz perdeye aktaracağını duyduğumda muhteşem bir film izleyeceğimi biliyordum. the devil's backbone (2001) gibi eski filmlerinden esinlenerek yarattığı bu yeni pinokyo, hem hüzünlü hem de eğlenceli olmayı başarıyor. bir kalbi olmamasına rağmen pinokyo'nun o boşlukta taşıdığı ve beslediği duygular, etrafındaki herkese yetecek kadar derin ve değerli.

    3) kurak günler (yön. emin alper) 8,5/10
    listede bir türk filminin de yer almasını çok istiyordum. neyse ki bu sene oldukça iyi bir türk filmi izleyebildik. nuri bilge ceylan tarzından uzak (özellikle genç türk yönetmenler ne yazık ki bu tarza son zamanlarda çok takılı kaldılar) kendine ait harika filmler üretebilen usta bir senarist ve yönetmen olan emin alper, kurak günler filmiyle bizi anadolu'nun obruk misali açılıp kapanmayan yaralarını görmeye davet ediyor. yankılar kasabasına atanan genç savcı emre, kendisini içinden çıkılması zor bir siyasi çekişmenin ve zorbalığın içinde bulacaktır. keşke bu tarz daha çok türk filmi izleyebilsek. halbuki bu topraklarda o kadar çok anlatılmayı bekleyen hikaye var ki.

    2) aftersun (yön. charlotte wells) 8,5/10
    her sene olduğu gibi bu sene de pek çok festival filmi (art house) izleme imkanı bulduk. içlerinden, ünlü iranlı yönetmen cafer penahi'nin oğlu panah panahi'nin ilk uzun metraj filmi olan hit the road ve audrey diwan'ın 1960'lar fransa'sında genç bir kadının kürtaj yasağı yüzünden başına gelenlerin anlatıldığı happening filmleri bence övüldükleri kadar başarılı değillerdi. ancak charlotte wells'ın ilk uzun metraj işi olan "aftersun" filmi, baba-kız hikayesi üzerinden belki de oldukça kişisel bir konuyu estetik ve hüzünlü bir dille anlatarak bu yılın en iyi filmlerinden bir olmayı başarıyor.

    1) top gun maverick (yön. joseph kosinski) 8,5/10
    aksiyon sineması uzun zamandır büyük bir dar boğaza girmiş durumda. 80'li ve 90'lı yıllarda özellikle de uzak doğu sinemasının da katkıları ile altın yıllarını yaşayan aksiyon sineması, günümüzde artık birbirinin aynısı konuların arasında sıkışmış bir halde. ancak bir isim var ki aksiyon sinemasını neredeyse tek başına sırtlamayı başarıyor. bu isim hepinizin bildiği üzere tom cruise'dan başkası değil. aksiyon sahnelerinde dublör kullanmaması, her filminde aksiyon sınırlarını daha da zorlayışı ve bitmek bilmeyen enerjisi ile tom cruise eski zamanlardan kalma tam bir film yıldızı. "top gun maverick" filmi de "artık böyle filmler yapmıyorlar" diyebileceğimiz türden muhteşem bir aksiyon fırtınası. sinema salonlarında izlemekten gurur duyacağınız türden ve sinemanın o eski şaşalı günlerini hatırlatan harika bir film.

  • "galatasaray, finansal fair play ile boğuşurken benim takımdan tazminat almam doğru olmazdı" açıklamasını yapan, son yıllarda türkiye'ye gelmiş en karakterli adamlardan biridir.

  • vay be tam 20 yıl geçmiş aradan. o zaman 15 yaşında tıfıl bir lise öğrencisiydim. aylar öncesinden kadıköy vakıfbank şubesinden (orada satılıyordu) biletimi almış, heyecanla beklemeye koyulmuştum. bizim jenerasyon o zamanlar , beyoğlu'ndaki gitanes, roots(hakları ödenmez) gibi barlarda davul seti öne hareket etmesin diye önüne sırmakeş damacanaları konan ortamlarda konser izliyoruz.

    babamdan zar zor sabahlama izni alıp bir gün önceden bir arkadaşımla beraber yeni açık tarafındaki saha içi girişin(itfaiye,ambulans girişi) oradaki kaldırımda kah uyuyup kah bira içerek bekliyoruz. ertesi öğlen(çok sıcaktı) kapıların açılmasıyla hurra içeri... o zamanlar inönü stadındaki vizyonumuz recep çetin,nartollo,hakan şükür, ha bilemedin sinan engin izlemek olduğu için metallica büyük olay.

    öğlen 14:00 gibi içerdeyiz. hemen sahnenin soluna doğru jason'ın çıkacağı tarafa konuşlanıyoruz. öndeki güvenlik şeridinin 1 metre gerisindeyiz. doğru düzgün uyuyamamanın ve sıcağın etkisiyle yerde oturuyoruz. ama saat 15:00 gibi kitle ayaklanıyor ve metallica'nın sahneden indiği saat 23:30'a kadar ayakta kalıyoruz (ergen enerjisi).sahnenin içinde snake pit denilen özel bölmedeki şanslı izleyicileri görüp hafif kıskançlıkla sövüp sayıyoruz. yalan yok hala da söverim bu komprador ibinelere...

    metallica 21:00 gibi sahneye çıkıyor. ya settar, creeping death! aman tanrım !!! ortalık yıkılıyor... jason newsted yeni kestirdiği saçları, harley davidson t-shirtu, nike air jordanları ile karşımızda. batman petrol spor'a messi gelmiş gibi bir halet-i ruhiye içinde mal mal bakıyoruz. kürre-i arz durmuş vaziyette.sahnenin iki yanında dev ekran var. lan benim evime daha pc girmemiş hala commodore 64 kullanıyorum o dev ekranlar kara şimşek teknolojisi resmen. anca ikinci, üçüncü parçalarda kendimize geliyoruz. deli pogo dönüyor kızlı erkekli. arada elemanlar bira içiriyorlar seyircilere elcağızlarıyla. yaklaşık 2-2,5 saatlik harika bir setlist ve konser.hemde fişekli patlmalı. boru diil o zamanki en çok satan albümün turnesini izleme şerefine nail oluyoruz. bir zafer, sanki bir devrim !
    konser sonu saha içinden kapalı tribüne geçiyoruz. tartan pistten yürürken beyaz reebok pumplarım turuncuya dönüşüyor. hayatında çakıdan başka aksiyon olmamış bir ergen için tarif edilemez bir haz.

    laneth dergisi konser sonrası sayısında "herkes oradaydı kime ne anlatacağız" diyor. adamlar haklı tabi.

    esas kafamı kurcalayan ise sibel gökçe, lars ile harika bir gece geçirdik diye gazetenin birine demeç veriyor. bu kulunuz da yıllarca atlas pasajındaki dükkanın önünden geçerken bir an içeri dalıp sibel gökçe'ye bunun gerçek olup olmadığını sorma isteğiyle yanar durur biçare...

    o gün orada olan herkese benden çay: )

  • akp edremit ilçe başkanının abisi olan plaj işletmecisinin polisi şehit etmesi olayıdır.

    edit: tamam evladım polis ölü şehit falan değil rahatlayın mesaj atıp durmayın.

  • dinin bug'ını buldum, artık çok rahatım;

    geçen gün tüm işlerimi bitirmiş evde boş boş otururken, yine acayip kötülük yapıp, delicesine günah işleyesim geldi. içimden bir ses "git tapu dairesine, görevli memura rüşvet ver" derken, başka bir ses de "konu komşunun kızına iftira at" diyordu. bu sorunlu içgüdüme sebep olan unsuru sorgulamak için mahalleden oldukça feyizli bir abimizin yanına gittim ve sohbete başladık.

    + feyizli abi, ben niye böyleyim, niye devamlı kötülük yapmak istiyorum?
    - bak canım kardeşim, şeytanla allah arasında asırlardır süregelen bir tatsızlık olduğunu biliyorsun di mi?
    + evet abi, biliyorum.
    - bu tatsızlık sebebiyle şeytan kendi gücünü gösterebilmek amacıyla insanları dinden, imandan çıkarmak için devamlı mücadele eder, imanlarını zayıflatmak için uğraşır. unutma ki şeytan devamlı seni kötülük yapman için kışkırtacaktır. bundan dolayı iradeni her daim güçlü tutmalısın.
    + peki şeytan neden benim kötülük yapmamı istiyor?
    - dinden çıkaramadıklarına en azından günah işleterek, cehennemin nüfusunu arttırmak istiyor.
    + peki ya dinden çıkanlar?
    - onlar sonsuza kadar cehennemde yanacaklar zaten.
    + bu durumda ateistler sonsuza kadar cehennemde yanacaklarsa, şeytanın ateistleri kötülük yapmaları için kışkırtmasına gerek kalmıyor.
    - evet lan!
    + bu durumda ben de ateist olursam şeytan yanıma bir daha uğramaz ve ben de asla kötülük yapmam.

    evrenin sırrını bulmuşçasına sevinçten birbirimiz sarıldık ve dakikalarca halay çektik. akabinde ikimiz de derhal ateist olduk. ne bir rüşvet verme isteği, ne de kafa kesme arzusu kaldı içimizde. planımızın son aşamasında, ölmeye yakın kelime-i şahadet getirerek, günah işlememiş müslümanlar olarak direkt cennete girmeyi garantilemiş olacağız. allah ne kadar süper bir şey lan.

  • başka bir mülakat sırasında, bir danışmanlık şirketinin işe alım uzmanı ile gelişen bir diyalog;

    +: şirketin işe alım uzmanı
    - : ben

    + müşteriniz sizden bir konuda acil bir sunum istedi. müdürünüz 1 saat içinde bu sunumu hazırlamanızı ve müşteriniz gelince onlara sunmanızı bekliyor. ama konuyu hiç bilmiyorsunuz, en ufak bir fikriniz bile yok, ne yaparsınız?
    - bu konuda bilgi sahibi olan takım arkadaşlarıma danışırım.
    +bu konuda bilgi sahibi olan kimse yok ekipte.
    - o zaman müdürüme sorarım, nasıl bir yol izlemem gerektiğini.
    + müdürünüz de bu konu hakkında bilgi sahibi olmadığını, müşteriden acil istenen bir sunum olduğunu ve sizin halletmeniz gerektiğini söyledi.
    - konuya bağlı olarak şirket içi belgelerden, eğitimlerden veya internet üzerinden araştırma yaparım. en kısa sürede bulabildiklerimi derleyip sunumu hazırlarım.
    + bu konuyla ilgili şirketinizde bir bilgi veya doküman bulunmuyorsa?
    - o zaman bu sunumu yapmak için doğru adres değiliz demektir. belki de müşteri yanlış bir şirketten yanlış birşey istemiştir, karıştırmıştır. en önce bunu kontrol ederim.
    +... (gülümseme ve sessizlik)

    hayır nasıl profesyonel bir şirketsek artık, sahip olduğumuz hiç birşey yok. sadece müdür, müşteri ve ben varız sanırım. insanın çalışası gelmiyor zaten bu sorulardan sonra.

  • artık iyice eminim ki biz çocuk yetiştirirken bir yerlerde hata yapıyoruz. çocuk ürünleri satan firmalar bizi afedersiniz iyi skiyor. misal biz çocuğun banyo merasimi için küvetinden, filesine, köpüğünden, kremine, örtüsünden bornozuna kadar 45 parça şey aldık. istiyoruz ki onun o hassas teni (!) zarar görmesin, yumuşacık olsun, huzur içinde bir uyku için rahatlasın. ama bak bize sabun, şampuan, yağ, krem itekleyen johnson’s baby reklamındaki anne çocuğunu nerede yıkıyor?

    yahu bizim ıspanak, pırasa, domates yıkadığımız, bulaşığın yağını akıttığımız lavaboya gömmüş çocuğu, sanki çocuğu düdüklü tencereyi yıkadığı lavaboda yıkamıyormuş gibi hassas ve zarif hareketlerle yıkıyor. bir de çocuk iç sesi, bana değer veriyorsun biliyorum falan diyor. lan değer veren biziz! biz 500 lira masraf ettik senin banyon için, o sana patlıcan muamelesi yapıyor, nesine mutlu olup gülüyorsun?

    hayır arkadaş el alemin çocuğu lavaboda yıkanırken gülücük saçıyor, biz bizimkini tahtta yıkıyoruz çıkana kadar ağlıyor. niye beceremiyoruz biz bu çocuk büyütme işini. illaki avrupalı mı olmak lazım, illaki çocuğu lavaboda menemen malzemeleri ile birlikte mi yıkamak lazım? hoş kadındaki lavabo bizim küvetten büyük orası ayrı.

  • yaşanma sebebi hastaların enteresan psikolojileri olan diyaloglardır. hastalar nedense kendi sağlıkları için bir şeylerden vazgeçmeye çok sert yaklaşıyorlar. yaşanmış bir olaydan örnek;

    hipertiroidisi olan guatrlı bir hastaya tavsiye verilmektedir.

    -bundan sonra kara lahana yemeyeceksin mehmet bey.
    -hiç mi doktor?
    -hiç, hayırdır kara lahanayı çok mu seviyorsun?
    -bilmem, hiç yemedim!