hesabın var mı? giriş yap

  • forbes verilerine göre piyasa değeri 65 milyar dolar olan, dünyanın 322. en büyük ve 24. en değerli markasının cehennemi dünyada yaşatma eylemidir.

    new york st. john üniversitesi spor departmanı, kendi çalışanlarına nike ürünleri giydirmesi karşılığında nike firması ile 3,5 milyon dolarlık bir anlaşma yapıyor. jim keady isimli yardımcı futbol antrenörü ise sweatshop tarzı imalat yapan bir şirketin reklamı olmayı kabullenemiyor ve istifa ediyor. kendisini de nike'ın insanca üretim yapmadığı fikrini kanıtlamaya adıyor. idealini kanıtlamak uğruna, nike'ın endonezya'daki firmasındaki şartları göz önüne serebilmek için nike fabrikalarının birinde gönüllü çalışmak istiyor. itibarlarının zedeleneceğini anlayan şirket jim keady'yi hiç sallamıyor haliyle.

    jim keady idealinden vazgeçmiyor. savunduğu şeyi ispatlayabilmek için endonezya'daki işçi köyünde yaşamayı ve işçi maaşıyla geçinmeyi kafasına koyuyor. işçilerin kazandığı miktar olan günlük 1.25 dolarla yaşamaya başlıyor.

    bir ay içinde 11 kilo veriyor. üstünde sanayi dumanının eksik olmadığı o yerleşim biriminde havalandırması olmayan 8 metrekarelik beton kutularda yaşıyor. düzgün olmayan beton zemine serilmiş örtülerde uyuyor, üstelik o örtüler de fabrikanın çevreye saçtığı zararlı maddelerle kaplanıyor. tuvaletlerin giderleri her sokağın iki yanından akan açık lağımlara verildiği için o yerleşim yeri devasa böcek ve farelerden geçilmiyor.

    günlük harcama limiti 1.25 dolar ve bu miktar iki küçük porsiyon sebzeli pirinç lapası ve birkaç muza yetiyor. sabun ve diş macunu ihtiyacı olduğu zaman yemekten kısmak zorunda kalıyor. bütün işçiler haftanın altı günü (bazen de pazar günleri) sabah 8'den akşam 8'e kadar çalışmak zorunda. fazladan giyecek bir elbiseniz yok ve sabah giydiğiniz giysi iş çıkışında gözle görülür derecede kirleniyor. minimum yarım saatinizi o giysiyi elde yıkamaya harcıyorsunuz. kadınsanız, özel günlerinizde bile herkese verilen günlük iki adet tuvalet molasına uymanız gerekiyor, bu nedenle pantolonunuzdaki kan lekelerini saklamak için belinize bir şal bağlıyorsunuz.

    bu şartlara katlanmak zorundasınız. sesinizi çıkardığınız anda işinizi kaybediyorsunuz. hizmet ettiğiniz sermaye dünyasının gerektirdiklerini karşılama mecburiyetindesiniz.

    jim keady bütün bu gözlemlerini bir belgeselde anlattı. bunun üzerine endonezya hükümeti asgari ücreti yükseltti, fakat buna karşılık gıda, su, gaz ocağı yakıtı, giyim ve yaşamak için gerekli tüketim maddelerinin fiyatlarını da aynı oranda yükseltti.

    işçilerin "acaba kendim mi yiyeyim, yoksa çocuğuma mı yedireyim?" şeklinde bir düşünceye sahip olduğu bir dünyada eşitlikten nasıl söz edilebilir ki?

    nike işçileri hayat zorluğundan yedikleri darbe kadar bir de amirlerinden darbe yiyorlar. 23 yaşındaki bayan işçi amirlerin sinirlendiklerinde kendilerine ayakkabı fırlattıklarını söylüyor. jakarta'nın dışındaki bir fabrikada bir saatte 60 çift ayakkabı üretme hedefini başaramayan 6 adet kadın işçiye müdürleri tarafından 2 saat boyunca kızgın güneş altında bekleme cezası veriliyor. adalet bu ya, sendikalı işçilerin şikayetleri sonunda o cezayı veren müdür yalnızca uyarı cezası alıyor!

    sivil toplum örgütlerinde sweatshop'larının maruz kaldığı tepkilere karşılık nike firması taşeron konumdaki imalathanelerin başkalarına ait olduğunu, bu nedenle herhangi bir değişiklik yapma imkanı olmadığı cevabını veriyor. üniversitelerde yapılan bilinçlendirici konuşmalara ise sürekli olarak bu konuşmaları yalanlayıcı nitelikte paketler ve editör yazıları göndermeye devam ediyorlar.

    işin kötü tarafı endonezya'daki nike işçilerinin standartların ikiye katlanması 1.63 milyar dolarlık nike reklam bütçesinin yalnızca %7'sine mal oluyor. sömürü dünyası, kendileri için bu kadar küçük bir hamleyi bile gereksiz buluyor, belki de işçilerine insan gözüyle bakmıyor, onları bir köle veya mankurt olarak görüyor.

    edit: bilgiler jim keady'nin john perkins'e yazdığı bir mektuptan ve huffingtonpost'ta endonezya'daki nike işçilerini anlatan bir makaleden geliyor. yukarıdakiler, o yazıların tarafımca incelenip gereksiz yerlerin atılması-gerekli yerlerin vurgulanması sonucu oluştu. bire bir alıntı değil.

  • tarihteki ilk imparatorluk / akkadlar

    akkad hanedanının iktidara gelmesiyle (mö 2335 - 2154), ön hanedanlar döneminin tümünü niteleyen şehir devleti boyutunun aşıldığına ve tarihte ilk imparatorluk olarak bilinen devre geçildiğine tanık oluruz. ancak bu faslın incelenmesini zorlaştıran faktör, başkent akkad'ın yerinin henüz belirlenmemiş olmasıdır. dolayısıyla bu konuda güneyde nippur, adab, umma ve girsu; doğuda diyala nehrinin vadisinde tutub ve eşnunna (bkz: tell asmar); daha kuzeyde ise gasur (bkz: yorgan tepe), yukarı habur'un kıyısında tell brak ve tell mozan, elam konfederasyonunda susa gibi merkezlerde ele geçen belgelere dayanan ve çevresel olarak niteleyebileceğimiz bir nokta-i nazar ile yetinmek durumunda kalırız. yine, bu döneme ait kral yazılarının da sayısı çok azdır; çünkü ekseriyeti sargon krallarının, kraliyetin tanrı enlil tarafından meşru olarak bahşedildiği dini merkez nippur'daki ekur'a adadığı, günümüze ulaşmamış heykellerin ve başka adaklık objelerin üzerine oyulmuştur. bu yazıtlardan geriye neyse ki ağırlıklı olarak eski babil döneminde (mö 19 - 17. yüzyıllar) nippur katipleri tarafından kil tabletler üzerine sabırla işlenmiş kopyaları kalmıştır. tarihi bilgiler edinme açısından güvenilir olmayan, ancak kraliyet propagandası açısından kıymeti harbiyesi pek bir ehemmiyet teşkil eden akad krallarının efsaneleri; birkaç yüzyıl sonrasına ait, mezkur hanedanın hükümdarları hakkında anekdotlar içeren edebi metinlerdir. bu efsaneler arasında hanedanın kurucusu hüviyetindeki sargon'un (mö 2335 - 2279) anadolu'daki bir seferinden ilham alınan savaş kralı öne çıkar. mevzubahis eser assur ve ninova kaynaklı kopyalarının yanı sıra, mısır'da firavun akhenaton'un (mö 1353 - 1335) başkenti el amarna'da bulunan tabletler ve hitit dilindeki bir kopyası sayesinde tanınır. hanedan ile ilgili gelişen ve yorumlanması zor olan sözde "tarihi kehanetler" konusunda da benzer şüpheler söz konusudur; kurban edilmiş hayvanların iç organlarının yorumlanmasına dayanarak öngörüde bulunmaya çalışan bu metinler, akkad krallarının saray entrikaları ve bazı savaşları konusunda bilgiler içerir. bereketli hilal'in dört bir tarafındaki yerel memurlar tarafından yazılmış tarihi açıdan güvenilir olan mektuplar ise örneğin; zagros dağlarında yaşayan ve bilahare imparatorluğun çöküşüne katkıda bulunacak olan guti halkı hakkında ilginç bilgilere sahiptir. sargon ile halefleri sayesinde mezopotamya'nın tamamı ilk defa bir sami hanedanının hakimiyeti altına girer ve bölgede adını başkentten alan ilk akkad dili konuşulur. akkadca, mö 2. ve 1. binyıllarda arapçanın ve ibranicenin uzak akrabaları olan babil ve assur dillerinin de türeyeceği temel diyalekti teşkil eder. ön hanedanlar döneminin tamamı boyunca bilhassa orta ve kuzey babil'de sami soyundan halkların var olduğu kanıtlanmıştır. özellikle babil'in güneyinde konuşulan sümer dili mö 3. binyıldan itibaren kaybolmaya başlayacak ancak ortaçağda latincenin rolüne benzer şekilde mezopotamya tarihinin tamamı boyunca kült ve kültür dili olarak varlığını sürdürecektir. akkad hanedanının kendini kabul ettirdiği bir buçuk yüzyıl toplamda hem ikonografik temsiller, hem idare, hem de kraliyet ideolojisi açısından "gelenekle kopuş dönemi" olarak da nitelenebilmektedir.

    akkad imparatorluğu'nun gücünün ardında askeri üstünlüğünün yattığına şüphe yoktur ve söz konusu faikiyeti yaratan (doğrudan kralın hizmetinde çalışan ve ok - yay ile savaş baltası kullanımında uzman olan askerlerden müteşekkil profesyonel bir ordu) ise sargon'dan başkası değildir. sargon'un zaferleri onuruna işlenen bir yazıtta şöyle yazmaktadır: "sargon, kral: enlil ona rakip vermedi, 5400 erkek her gün ekmeğini onun önünde yer". bu insanların imparatorun, hiyerarşik olarak düzenlenmiş sayısız taburdan oluşan ordusunun çekirdeğini teşkil ettiği sanılmaktadır. mezkur maaşlı birliklerin, ön hanedanlar devrinin lagaş kralı eannatum'a ait akbabalar steli'nde görüldüğü üzere kalkanlı ve uzun mızraklı çiftçilerden oluşan sümer falanksına karşı fazla zorlanmadığı aşikardır. keza sargon'un kral yazıtlarında daima askeri fetihler vurgulanır ve mezopotamya krallarının karakteristik faaliyetlerinden olan tapınak veya kanal inşasına çok az yer verilir. orduyu oluşturan profesyonel askerlere kısmen yenilgiye uğratılan halkların elinden alınan, kısmen de, hanedanın ikinci kralı maniştuşu'nun günümüzde louvre müzesi'nde bulunan dikilitaşında da görebileceğimiz üzere, piyasa fiyatına alınan araziler verilmiştir. söz konusu yazıtta orta babil'de kral tarafından bir dizi büyük aileden satın alınmış, toplam 3.500 hektarlık çeşitli arazilerden söz edilmektedir. bu sistem bazı açılardan, kral ile ordu arasındaki ilişkinin güçlendirilmesini amaçlayan feodal vassal sistemini andırır.

    tahta çıkışı konusunda kesin bilgilere sahip olmamak ile beraber hem daha geç dönemlere ait efsanelere hem de sümer kraliyet listesi'ne göre sargon, kiş kralı uzbaba'nın sarayında saki iken tahtı ele geçirmeyi başarmıştır. çağdaş yazıtlara göre mevzubahis kentin yeniden iskan edilmesinin akabinde (sargon'un torunu naram-sin döneminde) akkadlara karşı bir konfederasyona katılması ise ihanet eylemi olarak kabul edilmiş ve şehir şiddetli bir biçimde cezalandırılmıştır.
    akkad imparatorluğu'nun yükselme döneminde bir başka kadim sümer şehri olan adab da, muhtemelen tabi olduğu uruk kralı lugalzagesi'ye karşı çıkabilmek amacıyla sargon'u destekler görünmüştür. askeri girişimler önce babil'in güneyini hedef almış ve sargon'un yenilgiye uğrattığı lugalzagesi, zincirlenerek enlil'in nippur'daki tapınağının önünde sergilenmiştir. ardından sargon, gılgamış adlı epik şiirde de bahsedildiği üzere uruk şehrinin gurur kaynaklarından biri olan kent surlarını yok etmiş ve devamında ur, lagaş, umma gibi şehirler de sargon'un gazabından kurtulamayarak uruk ile benzer bir kaderi paylaşmışlardır. tüm bu fetihlerinin ardından sargon, sembolik bir hareket ile "kanla kirlenmiş ellerini" denizde (bkz: basra körfezi) yıkadığını ilan etmiştir. son olarak ise yerel kralların yerine güvendiği valiler atayacaktır. daha önce eşi benzeri görülmemiş bu davranış bir yandan akkad krallarının gücünü gösterirken, diğer yandan da güç uygulamadan bölgenin kontrol altında tutulmasının imkansızlığına işaret etmektedir. bu gelişmelerin akabinde sargon, fırat nehri'ni takip ederek suriye'de mari'ye kadar çıkacak ve ardından ebla'ya, lübnan'ın sedir ormanlarına ve toros'un gümüş renkli dağlarına ulaşacaktır. bu sayede yeni doğmakta olan imparatorluğun ihtiyaç duyduğu kaynakları sağlayacak tüm stratejik ticari rotaları kontrol altına alınmış olur.
    mö 3. binyılda babil'in en önemli istikrarsızlık unsurlarından biri olan elam konfederasyonu'na karşı da muhtelif zaferler elde eden sargon'un haleflerinin görevi, akkadların kontrolü altındaki toprakları muhafaza etmek ve dahi genişletmek olacaktır. sargon'un oğulları maniştuşu ve rimuş hem güneydeki şehirlerde, hem de elam konfederasyonu'ndan aldıkları yerlerde sürekli olarak isyanlar ile karşı karşıya kalacaklar ve mezkur alanları daha iyi kontrol edebilmek adına bölgede askeri üsler oluşturacaklardır. burada gerçekleşen ve tarihte "büyük isyan" olarak bilinen en önemli olay maniştuşu'nun oğlu naram-sin'in iktidarının ikinci yarısında gerçekleşir. babil'in belli başlı tüm merkezleri, akkad hakimiyetinden kurtulmak adına kiş ve uruk'un liderliğinde iki müttefik grubu oluşturmuş ancak bir yıl içerisinde gerçekleşen 9 askeri harekatın sonucunda naram-sin önderliğindeki akkadlar, isyancıların tüm liderlerini esir alarak ayaklanmalara son vermiştir. elde edilen zaferlerin ardından akkad halkı, sümer - akkad tanrılarına danıştıktan sonra naram - sin tanrı ilan etmiş ve onun onuruna akkad'da bir tapınak inşa etmiştir. kuzeye yapılan seferler ile birlikte akkadların hakimiyeti ebla'ya kadar uzanmış ve yazıtlara göre naram sin nagar'da kendisine bir saray inşa ettirmiştir. bu gelişme aynı zamanda akkadların, bulundukları coğrafyadaki uzun soluklu askeri hakimiyetine tanıklık etmektedir.

    naram- sin, silahlarının ulaşamadığı yerlerde evliliğe dayalı ittifak politikaları uygulamış ve kızı taram-agade'yi, toros dağları boyunca ve ötesine uzanan hurri krallığı'nın başkenti urkeş'in hükümdarına gelin olarak vermiştir. ayrıca iran yaylasında yer alan markhaşi krallığı'nın bir prensesinin naram-sin'in oğlu şarkali-şarri'yle evlendiği ve ortak düşmanlara karşı beraber hareket etme konusunda adı belli olmayan bir elam kralıyla ittifak antlaşması yapıldığı da yine bilinenler arasındadır. bu dönemde akkad imparatorluğu'nun sınırları "aşağı denizden (bkz: basra körfezi) yukarı denize (bkz: akdeniz) dek" uzanmaktadır. ancak bölge hiçbir vakit tamamıyla barış içerisinde olmayacak ve nitekim şar-kalli-şarri döneminin ilk yarısında çöküş emareleri kendini göstermeye başlayacaktır. ahvalin bu şekilde hasıl olmasında hem istikrarsız iç politika, hem barbar halkların saldırıları hem de umma ile adab başta olmak üzere güneydeki bazı şehirlerin akkadların sosyal dokusuna nüfuz etmeleri başlıca rol oynamıştır. imparatorluğun sonlarında yaşanan anarşi döneminde ise sümer kraliyet listesi'nde belirtilen "kim kraldı ? kim değildi ?" cümlesi durumu özetler niteliktedir. nihayetinde akkad imparatorluğu gittikçe küçülecek ve ülkeyi 40 yıl daha yönetecek olan dudu (mö 2189 - 2169) ile şu-taral (mö 2168 - 2154) gibi son kralların döneminde yeniden, başladığı noktada olduğu gibi, eyalet boyutunda bir merkez olacaktır.

    sargon ile torunu naram-sin'in başarıları, mezopotamya'da kraliyetin ifade edilme biçimleri üzerinde uzun bir süre boyunca etkili olmuş ve onlardan sonra gelen hükümdarlar açısından bir referans noktası teşkil etmiştir. kraliyet propagandası akkad imparatorluğu döneminde büyük ilerlemeler kaydetmiş ve beynelmilel imparatorlukları gerekçelendiren ideolojik araçlar yine, bu zaman zarfı içerisinde inşa edilmiştir. sargon, kadim ön hanedanlar dönemi kiş şehri kralı unvanını akad kültürü içerisinde yeniden yorumlamış ve kendini sar kissatim yani "bütünün kralı" ilan etmiştir. bunun yanı sıra lugalzagesi'yi yenilgiye uğratmasının akabinde sıfatlarının arasına uruk şehrinin koruyucu tanrısı olan an'ın rahibi titrini de ekleyen sargon son olarak, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, çocuklarının evlilikleri yoluyla kurduğu ittifaklar sayesinde hanedanını inanna / iştar ve ay tanrısı nanna / sin ile ilişkilendirmiştir.

    bütün bu gelişmeler, akkad krallarının sayısız yazıt bıraktığı nippur'daki tanrı enlil'in meşru hakimiyet beyanlarıyla bir arada ele alındığında akkadların sümerlerin elindeki güneyde egemenliklerini kabul ettirme amacı taşıdığı açıkça görülmektedir. asıl ideolojik kırılma ise naram-sin'in kendisine "(dünyanın) dört bir tarafının kralı" unvanını uygun görmesiyle ve "büyük isyan"da kazandığı zafer sonrasında adının başına, daha önce mezopotamya'da eşi benzeri görülmemiş bir şekilde, tanrısal adlara özgü belgili tanımlık getirmesiyle gerçekleşir. naram-sin ikonografik düzeyde kendini, adını ondan alan ünlü stelinde devasa boyutta ve başında tanrılara özgü boynuzlu bir başlık ile tasvir ettirmiş, bu arada tanrılar da kişiselleştirilmiş yıldız sembollerine indirgenmiştir.

    konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere leoard w.king'ten sümer ve akad tarihi, jean bottero ile samuel noah kramer'dan mezopotamya mitolojisi ve umberto eco'dan antik yakındoğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • ne güzel dünya değil mi? kadın geliyor çatır çatır adama vuruyor ama olaydaki mevzu lazer. o kadın tüm gücüyle erkeğe vurursa başlık lazer. erkek tüm gücüyle kadına vurursa kadına şiddet. mevzu şiddetin yanlışlığı mı? yoksa başka şey mi?

  • açık ve net konuşmak gerekiyor; anayasa değişikliğinin ardından yeni hsyk'nın göreve başlaması ile türk yargı dünyası ve onlarca yıllık uygulamaları hallaç pamuğu gibi atılıyor. birazdan dinci kardeşlerimiz buraya gelip ağlamaya başlayacak yargının içindeki derin devleti bitirdik, yargı artık halkın hizmetinde, belirli bir elitin değil, kahrolsun ergenekon diye; sakın kanmayın, kazın ayağı böyle değil.

    allah'ın bildiğini kuldan saklamanın gereği yok; özel yetkili cumhuriyet savcılıkları ve özel yetkili ağır ceza mahkemeleri, herkesin bildiği gibi, belirli bir görüşün egemen olduğu yerler; bunların gücünün önünde hiçbir şeyin durması da mümkün değil. sorun şu ki bu yapı, bu eşsiz gücünü, örgütlü suçlar ile müdadele için değil, mensup olduğu düşünce yapısına karşı muhalif gördüğü her kesimi ezmek için kullanıyor. bu durum önce ergenekon davası ile başladı, ardından balyoz davası ile devam etti, bunu oda tv davası izledi, aynı anda istanbul ve şimdi izmir'de devam eden askeri casusluk davaları ile sürüyor; kck davaları da aynı yapının eseri. işte şimdi gün geldi bu sefer aynı gücü muhalif sol dernekler üzerinde kullanıyorlar.

    arkadaşlar; dünyanın her yerinde kabul edilmiş temel ilkedir: yargı, üçlü bir sac ayağı üzerine oturur; savcı itham eder, tezi sunar; avukat savunur, anti tezi sunar; hakim de yargıya ulaşır, sentez yapar. bu nedenle her üç kurum hem birbirinden ayrı hem de birbirine saygılı hareket eder. modern toplumlarda, savunmayı temsil eden avukatlar son derece saygın olduğu gibi, kendilerine dokunulması da son derece sınırlı durumlarda mümkün olur; hele ki takip ettikleri davalar nedeniyle sanki o davanın bir parçasıymış gibi yargılanmaları kabul edilemez.

    yeni hsyk ile birlikte, bu saydığım davalar kapsamında, her seferinde avukatlık büroları basıldı, avukatlar göz altına alındı, tutuklandı, savunma gizliliği ihlal edildi; bugün artık geldiğimiz nokta korkunç; bahsettiğim yapı, özellikle sol kesime yönelik davalarda büyük etki gösteren avukatları bu sefer hedef almış gözüküyor; sabaha karşı onlarca avukatın bürolarının basılıp, kendilerinin yaka paça göz altına alınmalarının, faşist rejimler dışında, dünyada hiç bir örneği yoktur.

    bugün artık çok tehlikeli bir noktadayız; görüşlerini beğenin, beğenmeyin, avukatlık kurumu; sizi haksızlıklara karşı koruyabilecek son kaledir; eğer bu kale yıkılırsa yarın hiç birimizin ne olacağının garantisi yoktur.

    kendileri ile aynı görüşleri çoğu zaman paylaşmasam da, göz altındaki meslektaşlarıma dayanma gücü diliyorum; umarım bu soruşturmadan başı dik çıkarlar.

  • sabah bunu gördüğümde gülmüştüm.
    anlatmak istediği şeyi güzel bi geyikle süslemiş diye düşünmüştüm.
    yaşadığı sosyal çevresine ve kendisine ince bir eleştiri var şen şakrak.

    başlığı görünce bakayım dedim...
    ya bu kadar ciddiye almayın her boku angry birdler sizi...

  • başlık karakter sınırına takıldığından dolayı aslı "tubitakın sahip çıkmadığı projeye biz sahip çıkıyoruz kampanyası" olacak olan başlık.

    üniversiteli genç arkadaşın facebookta yazdığı yazıyı bizzat kopyalıyorum;

    "arkadaşlar oncelikle uzun bir yazı olacak ama hem hayatımın onemli bir anısını paylasmak hemde yardım isteyecegim llutfen uplarınızı esirgemeyin.

    suan ısparta suleyman demirel üniversitesinde okuyorum. bundan 3 yıl once yıllardır araştırdığım bir projeyi gerçekleştirdim ve tubitak proje yarışmasına katıldım 1500 proje arasından ilk 23 e kalarak ytüde gerçekleşecek olan yarı finale katılmaya hak kazandım. bu yarısmada ilk 3 gun sergi olur standınızs gelenlere projeyi anlatırsınız 4. gun ise juri onunde sunum yaparsınız ve finale gidecekler belirlenir. gittiğimizde yan standdaki kisilerin surekli aynı uc kisiye gördükleri her yerde selam verdiklerini ve hep muhabbet ettiklerini farkettik fakat tanıdıkları olabilecegini dusunerek birşeyden kuskulanmadık. 4. gun jürinin karşısına çıktığımda inanamadım tam anlamıyla. selam verdikleri uc kisi juri uyesi olan 3 kişiydi. sunumumu yaptım ve jurilerden biri " muhtemelen gecemeyeceksin fakat bu projenin mutlaka patentini al kar-maliyet oranı bu kadr yuksek bir proje zor bulunur" dedi.

    bende madem iyi bir proje neden gecemeyeyim dedim ve birsey söylemedi yanımdan ayrıldı. daha sonra sonuclar açıklandı ve finale giden 2 projeden 1inin o selam veren arkadaşlar oldugunu gordum. iste o an puzzle parçaları yerine oturdu. demem o ki tübitak'ın tarafsız oldugunu dusunmuyorum. ve aslında o juri üyesinin boyle demesinin ardından projemin uzerine düşmeye karar verdim. 5 is adamı bana ulaştı ve gorusmek istediklerini soyledi görüştük ve hepsi bana projemi 4 bin tl gibi komik bir rakama satın almak istediklerini söylediler bende avrupada veya kanada da universite okumak istedigimi bunu saglarlarsa projemi vereceğimi soyledim kabul etmediler. daha sonra tvde yayınlanan bir fikrinmi var adlı proje yarışmasından davet aldım ama üniversitem dolayısıyla katılamadım..

    projemden bahsedeyim: sadece basınçlı oksijen ve surtunme kuvvetini kullanan bir klima yaptım. deneylerle elde ettigimiz sıcaklık değerleriyle birlikte ortalama degerleri 2000. tl olan 12.000 btu klimalarda kullanılan uluslararsı sıcaklık değerlerini 450 tlye mal ettigim klima ile sıcak ve soguk değerlerin her ikisi icinde sağladık.

    2. avantaj zararlı gaz kullanımı olmadıgı icin klima gazı zehirlenmesi riski yok.
    3. avantaj kullanılan yerin fiziksel şartlarına gore %20-25 arası aylık enerji tasarrufu sağlıyor.

    ve son olarak ne istediğime geleyim. dedigim gibi yurt dısında bana bu projemi arge çalışması ile en iyi haline getirip gerçekleştirme imkanı sunabilecek bir universitede burs istiyorum. bana bu sartları sağladıktan sonra ulke farketmez hindistan bile olur. bu yolda yardım edebilecek kisiler arıyorum. belki yurtdışında bir üniversiteden birisini tanıyor olabilirsiniz veya bir konsoloslukta burslarla ilgilenen kisi olabilir, herhangi birsey olabilir. yardım edebileceğimizi umuyorum. uplarınız dert görmesin"

    ülkemizin en tarafsız olması gereken kurumu böyle şeyler yapıyorsa bence bizler bireysel olarak elimizden geldiğince bu tarz projelere sahip çıkmalıyız. umarım yardımı dokunacak birileri olabilir.

    edit: proje sahibi arkadaşa ulaşmak isteyenler burakbasaksehir@gmail.com adresinden mail yoluyla ulaşabilir. teşekkürler ilginiz için

  • kısmen haklı.

    doğru olan şu, bisikletle işe gitmek doğrudan medeniyt değildir.

    bisikletle işe gitmek istediğinde sorunsuz bir şekilde "gidebiliyorsan" işte o medeniyettir.

  • the jacksons'a ait olanın zamanına göre çok da ilginç bir video klibi vardır. ghosts'taki gibi yine iskelet dans eder bir yerlerinde ama bu sefer 5 tane tabii. bu arada jackson'ların kıyafetleri de akla ziyandır yine. michael ile jermaine'in farkı da bariz şekilde meydandadır.

  • 0-0'ın 1 puan olması. bence 0-0'ın karşılığı 0 puandır. bunun dışındaki tüm beraberlikler yine aynı şekilde 1 puan sayılmalı. böylece hem defansif futbol bitecek hem de yeni bir heyecan gelecektir.

  • kötü bir dönem geçirmiş ve sevilen kişiden ayrılmış bir şekilde ailemi ziyaret etmek üzre uçağa bindim. duygular tavan. tek yapmak istediğim kulaklığımı takıp müzik dinleyerek uyumak. fakat koltuğuma oturur oturmaz başladım ağlamaya. zaten ağlak bir insanım ama insanların içinde genelde ağlamam. tutamadım kendimi, iki gözüm iki çeşme ağlıyorum. yalnız hıçkırık yok, damla damla gözyaşlarım süzülüyor. ama nasıl, dur durak bilmiyor. ben bir tane siliyorum, ardından iki tane daha geliyor. önce yolcular soruyor ne var diye, bir şey yok diyorum. sorular arttıkça hostesler olaya dahil oluyor. ne var diyorlar, bir şey yok diyorum ama damlalar aksini söylüyor. uçağın bir bölümü durmuş beni izliyor artık ve yolcular aralarında konuşmaya başliyor, neden ağladığıma dair teori üretiyorlar. bu arada yer görevlileri de olaya dahil oluyor. iyiyim diyorum, kimse inanmıyor. uçak bir türlü kalkmiyor, herkes ağlamama yoğunlaşmış şekilde bana bakıyor. yanımdaki norveçli kadın yolcu, uçuş boyunca elimi tutabilirsin diyor. iyiyim, teşekkür ederim diyorum. o da inanmıyor. sonradan hollandalı olduğunu öğrendiğim bir adam yanıma gelip bir paket cips uzattıyor. "iyi gelir ye," diyor. durumun saçmalığına gülümseyip cipsi kabul edip uçuşa hazır olduğumuzun sinyalini verince herkes alkışlıyor ve gözler üzerimden çekiliyor.

    sorunlarımı cipsle aşmama yardımcı olan hollandalı amcaya "büyüksün" diyorum.

  • sözlükte karşılaştığım en anlamlı veritabanlarından birisi.
    tamam diğerleri çok saçma sapan ama bu da çok aydınlatıcı olmuş.
    (örnek olmasını umuyorum.)

    daha önce görev aldığım bir hastanede bir hekim arkadaşıma konu hakkında fikrini sormuştum ve bana 25-30 yıl sonra bu operasyonların ne kadar doğru ya da yanlış bir karar olduğunu anlayabileceğiz demişti.