hesabın var mı? giriş yap

  • organize suç örgütüne 3 tane polis baskın yapıyor. baskın yapan polisler kapıya sertçe vuruyor. suç örgütü hiç aranmıyormuş gibi kapıya sertçe vurulduğunda kapıyı hemen açıyor. sonra birileri tiyatro deyince fırat tanış alınıyor, kırılıyor.

  • yapısal farklarını yazmıyorum, onu da anlamışsınızdır artık. puronun filtresi yoktur, içe çekilmez. purodaki ana mantık, dumanı çektikten sonra aromayı almak için ağızda 1-2 tur döndürüp salmaktır. puro sigara içer gibi peş peşe çekilmez, dakikada 1-2 duman çekilmesi makbuldur aksi takdirde tütün çok ısınacağından yanık tadı gelir. puro tercihen kibrit veya puro çakmağıyla yakılmalıdır, normal çakmaklarla yakıldığında puroya çakmağın içindeki gazın tadı karışacağından aromasını bozabilir. puronun külü sigara gibi vurularak atılmaz, külü normalden daha uzun bir hal aldığında küllüğün kenarına hafifçe dokundurarak kendiliğinden düşmesi beklenilir. puro sigara gibi küllüğe basarak söndürülmez, bunu yaparsanız ortalık leş gibi kokar. puroyu kendi haline bıraktığınız zaman duman yapmaz ve 5-10 dakika içinde söner. ha tabi tüm bunlar hakikaten puro için geçerlidir, ortamda artistlik yapıcam diye tekelden aldığınız tane 4 lira purolar için değil. adam akıllı puro humidor dediğimiz, nemlendirici kutularda saklanılır, kurumuş puro samandan farklı değildir çünkü. adam akıllı puro içmek isteyenler avm'lerdeki tobacco shop'lardan ve gerçekten çalışan humidor'da saklanan gerçek purolardan alıp deneyebilirler. romeo y julieta, montecristo gibi purolar başlangıç için güzeldir, özellikle romeo'nun no 1'i. ha tabi bunların teki 20-25 liradan başlıyor o da ayrı bir mevzu ve alırsanız kesmek için bir de makasa ihtiyacınız olacak ama sakın ola gidip de normal makasla falan kesmeyin. alırken rica edin mağazada kessinler. puro güzel hobi ama biraz tuzlu hobi, saklama kaplarından çakmaklarına, küllüklerinden çeşit çeşit makaslarına kadar envai çeşit ürün yelpazesine sahiptir.

  • emre belözoğlu ve selçuk inan gibi formunun zirvesinde iki maestro sahadayken adı çalhanoğlan mı hakan mı ne, acayip bi çocuğun oyuna girmesiyle kopan maç.

    almanya'da mı ne oynuyomuş. ben tanımıyorum şahsen. ne gerek var be hocam selçuk inan gibi bi lokomotif, bi dinamo, bi makine varken.. maçın gittiği an o andı. bi de o emre çok istekli çocuk. daha 35 yaşında mı neymiş? gider o daha en az 3-4 maç oynar. geleceği parlak. olcan da iyi keşif. henüz 30 yaşındaymış o da. güçlü, istekli. feci ısırıyo rakibi.

    bi de burak yılmaz yeterince beslenemiyor.. senin elinde burak yılmaz varsa önce tahtaya onun adını yazarsın ve geri kalan yerleri doldurursun bu iş bu kadar basittir. gerisini zaten burak yılmaz halleder. ama adam bugün beslenemedi. bakıyorum, adama bir pas veriyolar topu alıyo ama hala karşısında kaleci var. arkadaşım sen geçsene kaleciyi de, sonra bırak topu burak'a. gör bakalım golü yapıyo mu yapamıyor mu? oooh ne güzel valla at topu burak'a, sonra gol bekle. iyi de kaleci var adamın karşısında kardeşim o da karpuz korkuluğu değil ya. burak'a daha çok boş kale hazırlayacak şablonlar çizilmeli. bu şablonlarda da takımın dinamoları emre ve selçuk ön planda olmalıdır.

    her şey için teşekkürler hocam ve futbolcular. izlanda taş gibi bi takım. 3-0'lık yenilgi bizim için güzel bi uyarı oldu. ne demişler bi hezimet bin nasihat. bu takım hollanda ve çek cumhuriyeti ile çok çok rahat berabere kalır. göreceksiniz. seri beraberlikler bile gelebilir olumlu yönde. biz bu izlanda'yı istanbul'da kitleriz çok rahat 0-0.

    bu takım bu ligi çok rahat 4. bitirir. en kötü diyorum. avrupa ligi oynarız yani her türlü avrupa'da devam ederiz.

  • içimi her seferinde cız ettiren bir anı, hayatta kırıp da kırdığımı fark ettiğim zannederim ilk pottur. 1988 yılında, öyle çok küçük de değil, dokuz yaşında olduğum ve oturduğumuz ikinci eve taşındığımız sonbahardı. oturma odasına halı döşemek üzere eve iki usta gelmişti ve ben annemle beraber hayatımda ilk defa bir halının nasıl döşendiğini gözlüyor, adamların hareketlerini ilgi içinde izliyordum.
    aptallık, cehalet, belki korunaklı hayat denebilir, ama o yaşımda değil nasıl olduğunu, neye benzediğini bilmek, ayak kokusu diye bir kavramın varlığından, ayakların kokabileceği gerçeğinden dahi haberdar değildim. işte bu yüzden ki, ustaları seyretmeye başlamamdan bilmiyorum kaç dakika sonra etrafı pek yabancı ve tahammülü pek güç bir koku sardığında içten bir merak içinde anneme dönüp “ya anne, burası ne koktu?” diye sormaktan hiç çekinmedim. annemin o anda bir cevap verip vermediğini, kaş göz edip etmediğini, benim orayı terk edip kokunun olmadığı bir yerlere kaçıp kaçmadığımı hatırlamıyorum. ortamdaki yeni kokuyu ortamdaki yeni insanlara bağlamak gibi basit bir zihinsel işlemi gerçekleştirememiş olduğumu görmek apayrı bir utanç kaynağı bugün bana, ama annemin adamlar gittikten sonra beni çekip, içten içe saflığıma gülse de üzgün bir şekilde “kızım ne yaptın öyle, adamların ayağı kokuyordu tabii ki, başımdan aşağı kaynar sular döküldü” demesini takip eden utanç kadar değil.
    beni çok etkilemiş, çocukluğuma damgasını vurmuş bir anı olduğunu iddia edemem bunun, abartı olur. ama uzun ve düzensiz aralıklarla da olsa, kimi zaman sebepli, kimi zaman sebepsizce aklıma düşmüş ve her defasında içime hicapla hüzün karışımı hisler salmıştır. şimdi hiçbir şeylerini hatırlamadığım, halı döşedikleri o evden on seneden çok oluyor ki ayrıldığımız bu adamlar sözlerimi duymuşlar mıydı o gün işleri güçleri içinde, duydularsa bir şey hissetmişler, canları acımış mıydı, evden çıktıktan sonra bunu aralarında konuşmuşlar mıydı, yoksa hakkında bir söz edilemeyecek kadar ağır mı gelmişti onlara, ve eğer ki hala yaşıyorlarsa, benim gibi onlar da arada bir geri dönüyorlar mıdır zihinlerinde bu buruk hatıraya? bilemiyorum.
    asla duyamayacak olsalar ve o özür hiçbir şeyi değiştirmeyecek de olsa o salak, densiz kız çocuğu adına defalarca özür dilemek istiyorum. bana insanları hiç bilmeden, hiç istemeden, üstelik de geri dönüşü olmayan bir şekilde kırmanın ne kadar mümkün, mümkünden de öte, kolay olduğunu belletmiş bir çocukluk lekesidir.

  • sevan nişanyan'ın bir yazısından şirince şaraplarının öyküsü. karakterler gerçek olmakla beraber isimleri değiştirilmiş.

    1960'lı yıllarda bir gün şirince köylülerinden posta ibrahim üzümden şarap yapmayı öğrenir. posta'nın bedavadan kafa çekmenin yolunu bulduğunu gören komşuları onu kıskanırlar. o tarihten sonra şirince'de üç-beş dönüm bağı olan herkes şarap imal etmeye başlar.

    o devirde köye tek tük gelen yabancılar, evlerde dantel satan teyzelerin kendilerine kadehle şarap ikram etmesine şaşırırlar. türkiye'de misafire ayran, bulgur, çay vb. yerine şarap ikram eden başka köy yoktur. şirince'nin ünü dalga dalga yayılır.

    1990'ların başında köyün tek lokantasını işleten piç ahmet, eşten dosttan aldığı ev şaraplarını lokantasında müşteriye vermeye başlar. ancak piç ahmet köyün yarısıyla kavgalıdır. bir gün piç ahmet'e şarap veren öbür gün vermez. ya da köşede kalmış kötü bidonu kakalamaya kalkar. bunun üzerine piç ahmet işi kökten çözmeye karar verir. izmir'de yazgan şirketiyle anlaşır. yazgan'ın en ucuz malını şişelettirip "şirince köy şarabı" etiketiyle müşterisine sunar. müşteri bu köy şarabını çok beğenir. insanlar akın akın şirince'ye gelip köy şarabı içmeye başlarlar. köyün ününe ün katılır.

    piç ahmet'in yengeoğlu ve baş düşmanı olan topal recep bu duruma dayanamaz. o da izmir'e gidip sevilen şirketiyle anlaşır. sevilen'in jenerik şarabını "şirince" markasıyla satmaya başlar. ahmet'le recep marka meselesinden kapışırlar. sertleşen mücadele 1996'da tarafların köy meydanında birbirini doğramasıyla epik bir boyuta ulaşır.

    1997 yılına gelindiğinde köyde yılda 3-4 ton şarap üretilmekte, buna karşılık en az 10 ton tüketilmektedir. şirince'de kırmızı üzüm yetişmediğinden, kırmızı şarap isteyen turistleri memnun etmek için köylü teyzelerin şaraba kırmızı şalgam suyu kattıkları işitilir. köye gelen bir fransız heyetinin "fransa'da böyle şarap yok" dediği, kahve muhabbetlerinde kulaktan kulağa yayılır. şirince şarabı kendini kanıtlamıştır. artık dünya liglerindedir.

    derken hans çıkagelir. hans almandır. şirince'de organik şarap üretecek, alman pazarlarına satacaktır. köyün tek zeytinyağhanesi alelacele yıkılıp şarap fabrikasına çevirilir. hans'ın türkiye koşullarına intibak süreci başlar. önce makinalarına gümrükte el konur. türk ortağı uçan kuşa borç takıp ortadan kaybolur. jandarma gelip fabrikanın suyunu keser. sonuçta hans zor bela hisselerini satıp bu işten kurtulur. fabrika bir-iki sene düzgün şarap yapmayı dener. sonra şarabı dışarıdan getirip burada şişelemenin daha kârlı olduğunu farkeder. sonunda işi alkollü suya meyve esansı katıp "meyve şarabı" yapmaya döker.

    2004'e doğru şirince'nin yıllık ev şarabı üretimi bir tonun altındadır. üzüm suyunun plastik bidonlarda güneş altında dinlendirilmesiyle elde edilen ev şarabı, keskin aseton kokusuyla emsallerinden ayrılmakta, özel meraklıları tarafından içilmektedir. köye akın eden büyük kitleler ise, onbeş farklı etiket altında satılan değişik şirince şarapları arasında seçim yapmak şansına sahiptir. (2004)

  • öğrenciler içsin diye gönderilen sütlerden, yıl sonunda artmış olanlar kullanılarak yapılmış yoğurttur. aynı olay çalıştığım okulda da başımıza geldi. son haftalarda devamsızlık yapan öğrencilerin çokluğundan dolayı, gönderilen sütler kalıyor. bu sütleri milli eğitim'e gönderme durumunuz yok; sütleri bitirin, diyorlar. taşımalı öğretim yapılan bir okul olduğumuz için, okul çevresinde dağıtacağımız çocuk ya da ev de fazla yok. zaten son gün okula gelen öğrencilerden, isteyenlere sütler dağıtıldı ama yine de kolilerce süt kaldı. bizim idare de, öğretmenlere "istediğiniz kadar alıp, evde çocuklarınıza verebilir ya da etrafınıza dağıtabilirsiniz." dedi. aksi takdirde, sütler depoda bozulacaktı. adana'daki olay da, büyük ihtimalle bundan ibaret. ama siz yine de bu olay üzerinden öğretmenlere saydırma niyetindeyseniz, canınız sağ olsun.

  • kendisi sinema tarihinin gelmis gecmis en degerli oyuncu, yönetmen ve yazari olup ayni zamanda bu sektore yaptigi hareketli kamera vb. icatlarlarla katkida bulunmus degerli sahsiyet...

    16 nisan 1889 - 25 aralik 1977

  • bir yerlerde bir çocuğun gözünde yaşlar, elinde uzaktan kumandasıyla kala kaldığının belgesidir.