hesabın var mı? giriş yap

  • bu çok ciddi bir konu arkadaşlar.eğer bu polisler birbirlerinden güç alarak,bir şeylerinde ört bas edilebildiğini görerek böyle bir olaya kalkışmış iseler burda devletin ciddi deredece bu konunun üzerine gitmesi gerekir.çünkü bu herkesin başına gelebilecek bir olay olmuş oluyor.polislik çok hassas bir meslek.darbeden sonra 10 bin 10 bin birçok polis alımları oldu. 6 ayda polis oldular.vatandaşa nasıl davranacağını bilmeyen bir çok kişinin bu mesleği yaptğını düşünüyorum.yaşları genç, karakolda kendilerine kimsenin dokunamayacağını hissetmiş olup gaza gelmiş olabileceklerini düşünüyorum.çok dikkatli olunmalı 11 kişiden bahsediliyor.elbet içlerinden birisi birgün vicdan yapıp olayın gerçek yüzünü açığa çıkaracaktır.

  • bir gun anneyle uvey baba yine kavga etmis, evde kan govdeyi goturmus, anne kafaya koymus evi terk edicez. lakin uvey baba azicik psikopat oldugundan, bunu kacarak yapmamiz lazim... anne, ise gitmeden once ikimiz icin birer ufak bavul hazirliyor, kapinin arkasina gizliyor. bana da tembih ediyor ki, evde kimsenin olmadigi bir ani kolla, bavullari da al suraya gel diye... o zaman da antalya-kemer adliye lojmanlarinda oturuyoruz. uvey babanin arkasi her turlu saglam, karakola gidiyoruz, ''vay bilmem kim beycigim ne oldunuz yahu?'', ''aile arasinda olur boyle seyler'' diyerek geri gonderiyorlar falan... o yuzden kacacagiz. adam da sessizlikten suphelenmis, yarim saatte bir eve damliyor o gun. neyse bir ara dedim tamam bi on-on bes dakika gelmez herhalde... gecirdim ayagima terlikleri, ayakkabiyla zaman kaybetmek bile istemiyorum, o kadar hedefe kitlendim.

    tam binadan ciktim, arkamda kundura sesi ''sstt'' sesiyle beraber. manyak adam gitmemis, binada pusuya yatmis meger... lojmanin icinde onde terliklerle sap sap sap iki elde bavullarla ben, arkada bana gore kundurayla avantajda olan adam kosuyoruz, millet de bakiyo... efendim ben sonuc olarak yakalandim. kolumdan sundurule sundurule eve tikildim. o zamanlar da dokuz yasinda miyim on mu oyle cirpi gibi bi kiz cocuguyum, gucum yetmiyodu ite...beni saatlerce bulusma noktamizda bekleyen ve bir terslik oldugunu anlayan anne, ayaklari geri geri giderek eve geliyor. ben zaten enselenmenin verdigi eziklikle mahvolmus durumdayim, bir de annem bakmadi mi gozumun icine ''ne bok yicez simdi'' der gibi... of of of. baska diyecek bir sey yok... araya bikac tekme yemeyi goze alarak girince, annem kendini banyoya kitleyebilmisti. de iste... banyonun kapisi daha saglam olsa, kirilmasa iyiydi... neyse daha detaylandirmaya gerek yok. insanlik hali, herkes cinnet geciriyor... hangimiz esimizi bogmaya calismadik ki?

    sonra gel zaman git zaman, bunlarin arasi duzelir gibi oldu. o arada adamin tayini cikti eskisehir'e. biz de kalktik gittik, annem orda yeni bir is kurdu falan, fena degildi durumlar. adam da onca seye ragmen kalkip gelmemize sevinmis, iyi davraniyo o aralar... en azindan annem gozlerindeki morluklari fondotenle falan kapatabiliyo, cok ciddi yaralanmalar olmuyo kisa donem... ama iste adamin ici pis, napsin, onun da yapisi oyleydi, bi zaman sonra basladi yine. annem yine kafaya koydu, kacicaz. iyi, peki, kacalim... ama bu kez daha planli hareket edelim dedik. ben de o zaman orta sondayim. bu kacis davasina kazandigim anadolu lisesine kaydimi da yaptiramadim ya, belki simdi daha iyi bi universitede okurdum diye icimde ukte kaldi, neyse... dedeme haber verdik. cunku o kez, isler cok ciddiydi ve adam silahini masanin uzerine gozumuzun icine bakarak koymustu. hata payimiz yoktu, basarmamiz lazimdi.

    hamamyolu'ndan yeditepeler'e ilerlerken, arada pino vardi o zamanlar. o pino'nun karsisinda, kosede, altinda cicekci olan bi bina vardi, bu dehset orda yasandi... hatta devam ediyorsun, suleyman cakir lisesi, sag tarafa gidersen dersaneler sokagi falan... neyse dedeme haber verdik, adamcagiz kalkti geldi antalya'dan. iki sokak ilerde bekliyor arabada. biz bu kez iki kisiyiz. kesin basaricaz. elimizde bavullar, cikiyoruz evden. tam o sirada asansor cagiriliyor asagidan. biz dorduncu kattayiz. uc ve dorduncu katin arasina inip, nefesimizi tutuyoruz. asansor cikiyor 2...3... devam ediyor... 4'e gelecek... asansor durmadan kosturup 3'e iniyoruz. yine benim salakligim, evin kapisini acik unutmusum... kaciyoruz ya... adam durumu cakip, merdivenlere yoneliyor. ama annem ondan once davranip asansoru coktan cagirmis, biz zemin kata ulasmisiz... patir patir ayak sesleri geliyor merdivenlerden, durur muyuz artik, onumuzde sadece bina kapisi var. onu da asinca, sokak... kurtulus... atliyoruz dedemin arabasina, arkamiza bile bakmiyoruz artik.

    daha ufak captaki girisimlerimizi saymazsak, son kacisimiz oluyor o adamdan... psikopatliklarindan... bu olaydan sonra annem bosanma davasi acti kocasina, cok sukur cikti hayatimizdan. ya da biz ciktik onunkinden sag salim... olan bizim anadolu lisesine oldu iyi mi... cop oldu onca emek... ah be...

  • olay bakırköy-taksim sarı dolmuşlarında geçmektedir ...
    thug love cep telefonu ile bir arkadaşı ile mesajlaşmaktadır ...

    thug love: tl
    psikopat yolcu : py (30 yaşlarında iyi giyimli bir bayan)
    dolmuş şöförü: kaptan

    tl mesaj yazmaktadır ..
    py: başka zaman yapsan olmuyo mu o tıktık ı ?
    tl: buyur?
    py: kapat şu telefonu yaa
    tl: ahah size mi soracam hanfendi ne diyosunuz yaa
    py: telefonu kapat dedim rahatsız oluyorum kardeşim tıktık
    tl: bu şekilde söylediğiniz için inadına kapatmam efendi gibi rica etseydiniz kapatabilirdim
    py: gençliğin haline bak bunlardan bişey olmaz be
    tl: sizin gibi olcaksak hiçbişey olmıyalım zira daha güzel bişey olsa gerek
    py: ne terbiyesizmişsin sen ya cep telefonuyla mesaj yazıcaksan in taksiye bin hayret bişey
    tl: siz rahat seyahat etmek istiyosanız taksiye binin hanfendi dolmuşta cep telefonu yasak değil dimi kaptan ?
    kaptan: değil valla abi
    tl: al işte
    py: bak birlik olmuş bunlar terbiyesizler
    kaptan: abla in aşaa yaa ne konuştun iki saattir trafik var zaten
    py: ......
    kaptan durur kapıyı açar : abla valla in çekemem senin dırdırını ben
    py: tamam sustuk bee allah allah
    kaptan: allahım sen sabır ver bana yaa

    tl mesaj yazmaya devam eder ...

  • çalışan çocuksuz bir çiftin beyi olarak sıralıyorum iyi okuyun.
    aylık 120-130 kw arasında takılıyoruz.
    sürekli çalışan buzdolabı,
    her akşam ortalama 4 saat çalışan tv(hafta içi), hafta sonu daha fazla,
    ayda 8-10 kere çalışan çamaşır makinesi,
    her akşam 1 posta çaycı,
    ayda 15-20 dk çalışan mikrodalga fırın,
    yine ayda 2-3 saat çalışan ütü(iş çıkmasın diye gömlek giymeyi bıraktım amk),
    ayda 3-5 kere çalışan fırın,
    modem,şarj aletleri ıvır zıvır işte.
    tüm bunları takip etmek zor tabi, biz de takip etmiyoruz zaten ama başlığı görünce düşündüm.
    tabi daha kısa bir yolu daha var, o da sandıkları yıka yıka oy vermek.

  • son yıllarda nitelikli kahve sektörünü ele geçirmiş adeta bir gece khksı ile yönetime el koymuş bir tür darbeci fermentasyon yöntemidir.

    kahve kirazlardan ayrılır yıkama tanklarına ya da yataklara serilip güneşte kurutulur ya hani ha işte bu işlemde kahveler toplandıktan sonra kirazları ile birlikte oksijen seviyesi minimuma indirilmiş kapalı tanklar içine konur ve bildiğiniz nasıl turşu yapıyorsunuz evde onun gibi fermentasyona tabi tutulur. islem esnasında kahve kirazı ve oksijenden büyük oranda arındırılmış tank içinde doğal bakteriler ürer.

    bu fermentasyon süresi 10 saati de bulabilir 100 saati de tamamen çiftçinin ne kadar deneysel yaklaştığı ile ilgilidir. yıkanmış ve güneşte yataklara serilip kurutulan kahve işleme metodundan farklı olduğu için tatsal farklılıkları da acemi bir kahve içicisi tarafından kolaylıkla algılanabilir.

    çünkü bu yöntem sonrasında ortaya çıkan yüksek laktik ve malik asitler algılanmayacak seviyede değildir. hepsi bir kenara eğer fermentasyonun boku çıkmışsa kusuruma bakmayın böyle yazıyorum siz baya baya sirkemsi çürük meyve tatları alırsınız.

    peki kim kahvesinden lezzetli şeftali,erik ya da ananas tadı almak varken keskin sirke tadı ile karışık çürük vişne tadı almak ister? lezzet algısı oturmuş kimsenin isteyeceğini sanmıyorum.

    ama bir kere bu bir trend haline geldiği için hemen hemen tüm kavurucular bu anaerobik işlem kahveleri seçkileri içine koyarlar ve bu çoğu başarısız kahveler için yüksek fiyat talebinde bulunurlar. tırnak içinde "özel seçki kahve" olarak da satarlar.

    dünyanın bütün kahve üreticileri birleşin! ve artık bu saçmalığa son verin.

  • kimileri akabinde hoş bir anıya dönüşen garibanlık durumlarıdır.

    marmara'nın henüz kirlenmemiş ve yazın rahatça girilip yüzülebildiği zamanlarda, yaz tatilinde aileye rica minnet yalvarılıp o zamanlar daha anlamsızca kalabalıklaşmamış çınarcıkta, ben yaşlarda oğulları olan yakınlarımızın yazlığına bir haftalığına gitmek için izin koparılır.
    cebe, gidiş dönüş yol parasından az hallice üç kuruş konulur ve yola çıkılır.

    plan basittir: evin sahibi aile istanbul'a dönecek, biz de 15 yaşlarında üç velet bir hafta evde kalacağızdır.
    en başta her şey güzel gider.
    evde büyükler olmadığı için, yapıp bıraktıkları yemekler acele biter, cepten harcanan para ise, dönüş için ayrılan kısmı dahil olmak üzere üçüncü günde tükenir.
    dördüncü gün, parasızlık ve açlıkla yüzyüze gelinir.
    arka taraftaki tepelere meyve toplamaya gidilir. bir köylü halimize acıyıp bir de koskoca kabak verir bize. biz kabağa bakarız, kabak bize bakar. tamam, kabak tatlısı yapılabilir en nihayetinde, ama aç karnına adamı allah bilir ne eder o kabak tatlısı.
    elde kabak, poşette meyveler tepelerden dönerken, aşırı hızlı giden bir kamyona takılır gözüm.
    elimden sadece "yemek" diye bağırmak gelir. bağırmamla birlikte o koca kamyon, yolun ortasında eğleşen bir tavuk sürüsünün içine dalar. tavuklar sağa sola kaçışır, kamyon fren yapar, ortalık toz duman olur, ardından yolun ortasında yatan o beyaz tavuğu görürüz.
    koşa koşa gideriz yanına. biz oraya varana kadar tavukların sahibi de yola çıkar. adamın hafif bir tiksinti ile baktığı tavuğa biz de bakarız, durup dururken "helal eder misin?" derim. adam, evet şeklinde kafasını sallar.

    tavuğu hemen oracıkta kesip, tüylerini denizde yıkaya yıkaya ayıklarız. akşama ziyafet olur bize.

    ertesi gün, aklıma arkadaşımın babasının sandalı gelir. sabah erkenden balığa çıkarız. amaç, sabahtan o gün bize yetecek kadar istavrit tutup yemeği garantilemektir.
    istavrit tutmanın ne kadar bereketli olabileceğini o gün orada çarşaf gibi denizin ortasındaki sandalda sap gibi ayakta durup çapari sallarken öğrendim ben.
    akşama doğru iki kova ve bir büyük leğeni tepeleme doldurmuş dönerken, fazlasını komşulara mı versek diye tartıştığımızı hatırlıyorum.

    sahile varıp sandalı çektiğimizde ise, yan siteden bir hanım, tüm parasızlığımızı ve açlığımızı unutturacak o inanılmaz soruyu sordu bize: kaç para istavrit evladım?
    o anda beynimizde çakan şimşekleri tahayyül dahi edemezdiniz...

    elime geçen, o bildiğiniz eskiden lokantalarda filan bulunan plastik ekmek sepetini doldurup, 5 lira deyiverdim. balıklar hala canlıydı. (yetmişli yıllarda milyon filan da yoktu)
    ilk satışımızı o hanıma yaptık böylece.
    ertesi gün, ve arkasından bir sürü ertesi gün, sabahın köründe balığa çıkıyorduk. normal çapari 7 iğneli olur. biz üçer çapariyi birleştirip 21 iğneli yapmıştık gelen balığa yetişebilmek için. akşama kendimiz için bir kısmını ayırıp kalanını en yaratıcı yöntemlerle satıyorduk.
    sitelerde misafir gelen evlerin kapılarını çalıyorduk. kimse canlı balığa hayır demiyordu.
    ceplerimizde tomar tomar para ile gezer olmuştuk. çınarcık'ta dondurma ısmarlamadığımız kız kalmamıştı.

    benim bir haftalık tatilim istavrit sayesinde neredeyse bir ay süren vur patlasın, çal oynasın bir tatil oldu bu sayede.

    dönüşte, babasının sandalı olan arkadaşımın on vitesli sarı peugeot yarış bisikletini dahi satın aldım. hayallerimin bisikleti idi.
    eve de, kartal'dan selamiçeşme'ye kadar bisikletle gittim tabi. yarış bisikletiydi hem de.