hesabın var mı? giriş yap

  • zamanında televole döneminde aysel gürel le roportaj yapılmaktaydı.

    televole muhabiri sordu
    - aysel hanım siz hangi takımı tutuyorsunuz?
    - valla ben kocamın takımlarını tutuyorum ahıahı
    - ...

  • meram fen lisesi'ne başladığım ilk gün…
    uzak diyarlardan yatılı olarak gelmişim okula. dallama bi öğretmen birini kaldırdı tahtaya sınıfa girer girmez; evet kim hangi okuldan gelmiş annesi babası ne iş yapıyor yazalım tahtaya, dedi. bu ne biçim iş amk, ilkokulda mıyız diye soruyorum kendime. neyse başladı ön sıradan gözlüklü güzel bir kız:
    -gündoğdu koleji, annem öğretmen babam doktor
    ve devam etti yanındaki:
    -koyuncu koleji , annem ev hanımı babam sanayici
    -diltaş koleji, annem mimar babam doktor
    .
    .
    .
    liste böyle yazılıyor orta sıranın en arkasındaki bana yaklaşıyoruz ve bir tane devlet okulundan gelmiş olan yok. öğretmen kolejlilerle sohbet ediyor lafı uzattıkça uzatıyor, baban hangi hastanede? annen hangi firmada? babanı tanıyorum çok iyi esnaftır, demek ablan da savcı oldu vs…
    herkesin ebeveyni ya öğretmen/doktor/asker/avukat yada sanayici fabrikatör. derken tahtaya yazan çocuğa geldi sıra:
    -mareşal ilköğretim okulu(devlet) , annem öğretmen babam öğretmen,
    yazdı tahtaya da söylerken. biraz rahatladım, tek devlet okulu ben çıkacağım diye çekiniyordum.
    sonra yine özel okullardan devam. sıra bana geldi. ayağa kalktım :
    -atatürk ilköğretim okulu, annem çalışmıyor babam işçi!
    sınıfta sessizlik oldu bir anda. kimmiş bu işçi çocuğu gibi dönüp bakıyorlar bana. zaten neredeyse hepsi birbirini tanıyan bu özel okul öğrencileri, bir işçi çocuğunun 10 bin nüfuslu bir kasabadan bu okulu kazanmış olmasına şaşırıyorlardı. öyle ya, kendi odalarında ders çalışıp, servislerle okula giden, okul sonrası ders takviyeleri alan bu başarılı çocuklar başarının ailenin geliriyle doğru orantılı olduğunu kanıksamışlardı.
    -hmm enteresan, demekle yetindi öğretmen ve yanımda oturan maden sahibinin oğluyla sohbete başladı.
    sınıfta 2 tane devlet okulundan gelmiş öğrencilerden biri ve tek işçi çocuğu olarak oturdum, önüme baktım. öğretmenin yanımdaki maden sahibinin oğluyla esprili yaptığı muhabbete gülümsüyorum. bir yandan da derse giren her öğretmenin bunu yaptırıp yaptırmayacağını düşünüyorum. her seferinde ayağa kalkıp : annem çalışmıyor, babam işçi! mi diyecektim? neyse ki gerek kalmadı. çünkü bu bilgiler ders işlenmeye başlanan 3. güne kadar tahtada yazılı kaldı. her teneffüs sonrası sınıfa giriyor tahtaya bakıyorum ve gözümde büyüyen o yazı :
    babası işçi!
    silmek istiyorum, babamın işçi olmasından utanıyorum, bu okula geldiğim için pişmanım, bu insanların arasında benim işim ne? diyorum. kimseyi tanımıyorum, sene 2002 , birilerini arayıp mesajlaşıp içimi dökemiyorum. işçiyse işçi ne olacak, diyorum kendi kendime. oysa kimsenin umurunda değil artık babamın işçi olması. 3 saniye bana bakıp hayatlarına devam etti herkes ama ben edemiyorum. tahtada yazmaya devam ediyor o yazı, ne zaman silinecek bu tahta diye stres yapıyorum.
    öğle arası babam aradı. biz dönüyoruz, gel aşağı vedalaşalım.
    indim, annemle babam yatakhanenin önünde mutlu bi şekilde benim onlara yaklaşmamı izliyorlar. gözleri ışıldıyor. ee ne de olsa iyi bi okula yerleşmiş çocukları, gururlu ikisi de. ben babama yaklaşırken : neden işçisin ki? bari öğretmen falan olsaydın , diye düşünüyorum. canın mı sıkkın diyor annem, yok diyorum. ellerini öpüyorum, sarılıyoruz. artık ara tatile kadar görüşemeyeceğiz. babam zaten harçlık bırakmasına rağmen gider ayak tekrar harçlık veriyor, belki cebindeki son parayı. babam iyi bir insan. işçi ama namuslu bir işçi. kimin babası ne iş yapıyor artık umurumda değil, tekrar sarılıyorum babama. benim doktor olduğumu göremeden ölen rahmetli babama…

  • bir gs'li olarak bu akşam yaptıklarını haklı bulduğum futbolcu. kendini ve takım arkadaşlarını çok temiz savundu. 1 vs 30000 yapacak kadar yürekliymiş, helal olsun.

  • sevgili dostlar,

    içinde bulunduğumuz dönem keyiflerin kaçık olmasının çok normal olduğu bir dönem. bir yandan parasızlık diğer yandan dünyanın her yerine yağan bombalar keyifleri ister istemez kaçırıyor. ama bunun dışında günlük yaşamımızda bazen "hiç bir şey keyif vermiyor artık bana" modunda olabiliyoruz.

    peki bunun sebepleri nelerdir azıcık değineyim ailenizin algı yönetimi uzmanı olarak.

    1. içsel engeller: fırtına bulutlarının çoğalması

    depresyon, genelde bu kategoride öne çıkan faktördür. toplumdan soyutlanma, içe kapanma ve yaşamında başlayan belirsizlikler, depresyona girmene ve daha önceden keyif aldığın şeylerden keyif alamamana neden olabilir. yani bu keyifsizlik meselesi çok sürerse depresyon işareti olabilir dostum. ama öyle de iki üç gün keyifsizim diye kendine de hemen depresyona girdim teşhisi koyma üstelik sakın sakın bu lafları öyle çok sık tekrar edip beynine gereksiz telkinler yollama.

    bu durumu en fazla pandemi döneminde yaşadık. evlere kapanmalar ve duvarlara bakmalar birçok insanın mental sağlığını olumsuz etkilendi.

    evde kalmak, sosyal izolasyon ve belirsizlik, içsel engellerin birikmesine ve dolayısıyla keyif alamamaya yol açtı. bunun aşırı durumlarında depresyon vakaları da gözlendi. baktın keyfin kaçıyor aklına hemen pandemi dönemi gelsin. o dönemde kendini içe kapattığın zaman nasıl zamanla en sevdiğin diziyi izlemekten bile sıkıldıysan şu aralarda benzer şekilde farketmeden kendi kendini karantinaya sokmuş olabilirsin. hemen titre kendine gel ve havalar da hazır güzel giderken açık havaya at kendini.

    kendi kendine koyduğun içsel engeller, gökyüzündeki fırtına bulutları gibidir. havanın güzel olduğu bir gün, aniden fırtına bulutları çıkar ve tüm ışığı engeller. bunun gibi eğer kafandaki bulutların birikmesine izin verirsen bu bulutlar parlak gün ışığını yani normalde keyif alacağın olayların duygularının sana erişmesini engel olurlar.

    2. fizyolojik faktörler: şarjı bitmiş telefon durumu

    keyfini engelleyen fizyolojik faktörlerin en babası stres faktörüdür.

    stres, kanındaki kortizol seviyelerini yükseltir ve bu da ruh halini otomatik olarak olumsuz etkiler. yani streslendiğinde kan dolaşımına karışan kortizol hormonu en keyifli durumlarda bile seni suratsız bir canavara çevirir. yani burada durum tamamen fizyolojiktir.

    stresin üstünde bir de düzensiz uyku alışkanlıklarını eklersen özelliklede teknoloji bağımlılığı yüzünden ömrün ekran karşısında geçiyorsa bu durum, melatonin ve serotonin gibi hormonlarının dengesini bozar sonra da başlarsın tüm gün oyun oynadım ama zırnık keyif almadım demeye.

    bu bahsettim fizyolojik faktörler, telefonun şarjının bitmesi gibidir.

    enerji düşüklüğü, hormonsal dengesizlikler ya da yetersiz beslenme gibi sebepler, yaşam enerjini tüketir. yüklediğin enerjiyi de stres silip süpürür ve bir türlü "şarj olamazsın."

    3. toplumsal ve çevresel faktörler: trafikte sıkışmış araba hali

    sosyal kıyaslama, bu noktada öne çıkan bir psikolojik faktördür.

    insanlar kendilerini sürekli olarak başkalarıyla karşılaştırır, bu da yetersizlik hissine ve dolayısıyla keyif alamamaya yol açar.

    örneğin sosyal medyada sürekli olarak "mükemmel" hayatlar görmek, insanların kendi hayatlarına dair beklentilerini yükseltir ve bu da hayattan keyif almayı zorlaştırır. sosyal medyada her gün lüks mekanlarda yiyip içen, deliler gibi gezen ve her saat farklı bir mekandan resim paylaşanlara bakarsan kendi hayatın gözüne sıradan gelmeye başlar. kendi şartlarına göre güzel bir tatile bile çıksan aklında fenomenlerin yaptığı tatil görüntüleri olduğu için "pöf bizimki de tatil mi millet nereleri geziyor" dersin ve şampanya havuzunda yüzsen keyif alamazsın.

    toplumsal faktörler, yoğun trafikte sıkışmış bir araba gibi zihnini sıkıştırır.

    ne kadar hızlı gitmek istersen iste, trafik (toplumsal baskılar, finansal sorunlar vb.) seni yavaşlatır ve ilerlemen mümkün olmaz. herkesin durumu farklıdır. eğer kendi yaşamına hep kendinden daha iyi olanların gözünden bakarsan bunalmaya başlarsın. hayattan keyif almasını bilen sabah güzel bir çayın eşliğinde yediği yağlı bir pişiden müthiş tat alırken bundan keyif almasını bilmeyen en lüks otelin en lüks kahvaltısında bile bunalır. elindekilerin kıymetini bilmek ve bunu öğrenmek en büyük beceridir.

    sonuç olarak keyif alamamak gibi karmaşık duygusal durumlar genellikle birden fazla etkileşimli faktörün sonucudur ama genel olarak bahsettiğim bu üç durum keyif alamama sebebin olabilir. ama önemle belirteyim burada ciddi depresyon durumlarından bahsetmiyorum o tür durumlarda mutlaka işin uzmanlarından destek alman gerekir.

    bir de sana bonus. kanalımda bulunan "kafa nasıl rahat olur" videomu izlemeni şiddetle tavsiye ederim.

    işte kanal burada

    https://www.youtube.com/aydinserdarkuru

    sevgilerimle

  • dur bakalım çomarlarin belediyelerden, belediyelerden beslenen vakıflardan derneklerden gelen mamaları kesilince görücem ben sizi

    edit: 23 haziran seçimi de kaybedilince mamalar gerçekten kesilmiş sanırım :) başlığı açan yazar kaçmış

  • bazı şeyler kitaplarda, filmlerde, şarkılarda karşımıza çıktığında kalbimize dokunuyor, hoşumuza gidiyor, duygulanıyoruz, empati yapıyoruz. gerçek hayatta benzer durumlarla karşılaştığımızdaysa kurgudakine benzer şeyler yaşayan insanlara tahammül edemiyoruz... ne garip değil mi?

    aylardan beri çeşitli aşamalardan geçiyorum. inkar ettim, isyan ettim, kendimi dağıttım, bol bol ağladım, okudum, eve kapandım, kendimi dışarıya attım... çoğunu da tek başıma yaptım. yolu hala yarılayamadım.
    “güçlüyüm bak, böyle de eğleniyorum hah hayyy!” diye oynamadım. arabeskleşmedim, şarkılarla, sosyal medya mesajlarıyla laf sokmadım, haber alabileceğim, haber taşıyabilecek tanıdıklarla görüşmedim ama yine de zaman zaman tesadüfler sonucu, zaman zaman merakıma yenik düştüğümden dolayı öğrendiğim her yeni bilgi canımı biraz daha yaktı.

    hediyelerde, anılarda, fotoğraflarda soykırım yaptım. bazı fotoğrafları silmeye kıyamadım, o kadar güzellerdi ki... baktım olmuyor, gittim kendime yeni bir telefon aldım doğum günümde, o kıyamadığım fotoğrafların olduğu telefonu gözlerimi kapatıp fabrika ayarlarına döndürdüm, oğluma verdim. çok sevindi çocuk.

    bugün pazar ve evde oturuyorum. en şen kahkahalarda bile içindeki kırıklıkları gizleyemeyen bir kadınla harcanamayacak kadar kıymetli bir gün büyük şehirde. ben de oturdum, bilgisayarımın damarlarına sızmış geçmişin son kırıntılarını temizliyorum. bütün o gezilerdeki, bütün o güzel fotoğrafların iki kişilik olması haksızlık. bir fotoğrafı iphoto’da kesiyorum. öyle güzel gülümsemişim ki... ama ne yapsam da omuzumda kalan eli çıkartamıyorum. o kadar şey yaşadım, o kadar aşamadan geçtim, hiçbir şey bu el kadar koymadı... metin altıok'un şiiri geliyor aklıma, sezen aksu’dan dinliyorum...

    şimdi biraz ağlayacağım. arka arkaya birkaç sigara içeceğim. bir mola vereceğim ve sonra temizliğe devam edeceğim. dezenfektanlarla girişeceğim, parlatmaya çalışsam da biliyorum bazı lekeler hiç silinmeyecek. olsun. 21. yüz yıla yakışır bir hızda olmasa da yavaş yavaş, sakin sakin ilerlemeye devam edeceğim. gün gelecek, kendimi kendime yaptıklarımdan dolayı affedeceğim.

    omzumda bir kesik el ki hala durmadan kanar...

  • cüneyt arkın. ben çok küçükken bir organizasyona katılmıştı. daha net göreyim diye brandaya tırmanmıştım. o da "atla bakayım ordan şimdi malkoçluğu gibi" demişti. 4 metre yükseklikteydim, lafını dinleseydim şu an kötürümdüm amk.

  • şahsen benim için bok gibi geçmiş bir hayattır. ne hatırlamak ne de anlatmak isterim.

    edit: ulan bu entrynin bu kadar beğenileceğini hiç tahmin etmemiştim. herkesin mi kötü geçti arkadaş? :)