hesabın var mı? giriş yap

  • annemin bir dayısı var, ekrem dayı, biz bildiğimizden bu yana bekar, kendi halinde takılan, sessiz sedasız bir adam. izmir'de yaşıyor ama ne zaman başka birilerinin evinde kalması icap etse, evlerde öyle pek de istenmeyen bir adam oluyor. sebebini çok sonraları, vefatının ardından annemden öğrendim.

    ekrem dayı, yakışıklı bir adam, bakınca gençliği hızlı geçmiştir diyeceğiniz insanlar var ya, onlardan. saçları beyaz ama hala gür, güzel güler hatta keyfi yerindeyse şöyle bir kahkaha savurur, sağlam içer. gençliğinde bir kadına aşık olmuş, evliyken ve çocuklarına rağmen. hani hep öyle gelir ya insana, çocuk olunca gönül işleri bitirilmeli gibi, ya da çocuklar büyüyene kadar bu işler ertelenmeli, doğrusunu böyle bildik hepimiz. ekrem dayı, bildiklerine öğrendiklerine rağmen aşkının peşinden gitmiş, sonra da kavuşmamışlar hiç kadınla. günahı boyunlarına ama kadın da biraz şeymiş diyorlar, bilirsiniz, kötü kadın işte. bu lafı duyunca da kötülük mevzusunu bir kere daha masaya yatırası gelir insanın.

    sonrası beklenen son, sevdiğine kavuşamayan, hani hiçbir zaman o eskisi gibi olamayan insanlardan ekrem dayı da. kavuşamadıkça içmiş, içtikçe işinden olmuş, işinden oldukça içmiş, içtikçe yalnızlaşmış. insanların evinde olmasından rahatsız olacağı, çocuklara kötü örnek bir adam olarak kabul edilmiş çoğusu tarafından.

    mevzunun sonunda, yani benim aklım onu tanıyacak kadar erdiğinde, kimseye bir zararını görmediğim, neden arkasından öyle kısık sesle konuşmalar yapıldığını anlamadığım, az gülen ve az konuşan bir adamdı. kulübeden hallice bir yerde yaşıyormuş ve ölümünden önce, o kadar parasızlık çekmiş ki, cebine para koyan uzaktan akrabaları kanser olan babalarını ekrem dayının sırtında taşıtıyormuş hastane odasına kadar.

    ekrem dayı, bir sanayi sitesinde, eski arabasını yaptırıp dönerken tamirci çırağının yaptığı kaza sonrası vefat etti. kazayı duyanlar, ilkin, alkollü araba kullandığı için sonunda kendini öldürdüğü yakıştırmasını yapmış da gerçeği öğrenip evine gidence, yalnızlığını ve yoksulluğunu anlatıp durdular. ölünün arkasından yalnızlığa, vefasız akrabalara, hayırsız çocuklara, hayattayken nasıl da kıymet bilinmediğine ağıt yakmak bizde bir cenaze ritüelidir zaten. öldüğünde o derme çatma kulübeye gitmişler ya, "bir tane çürümeye yüz tutmuş mandalina varmış masanın üstüne, tabağın içinde" dedi annem, başka da yiyecek hiçbir şey yokmuş.

    nasıl bazı yerler bazı insanları, bazı kokular bazı anları hatırlatır. mandalina da bana hep ekrem dayı'yı hatırlatır ve ağır roman'daki o sözler gelir aklıma:

    "savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye, zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın. nüksederken raksına mahallenin maşallahı, eyvallahı; güzelleş be oğlum şimdilik ölümüne kadar hayattasın. şimdilik, ölümüne kadar hayattasın..."

  • uyanıklıktır. bunu yapan insan öylesine açıkgözlü ve zekidir ki inenleri bekleyenleri kaptığı boş yerden alaycı bakışlarla izler. ben de beklemem. salak mıyım? niye izdiham yaratmak dururken medeni davranayım? ne diye hepinizden üç saniye önce binip on dakika fazla oturma fırsatını tepeyim? metro yanaşırken sarı çizgiyi de geçerim. çünkü cin gibiyim. herkes akıl edemez.

  • algımızın sınırlarını tam olarak bilmemiz mümkün olmayabilir lakin onun bildiğimiz sınırlarından sözedebiliriz sanıyorum.

    temel sınırlar şunlar:
    - zaman sınırı.
    evren 14 milyar yaşında lakin bizler sadece 100 yıl kadar yaşayabiliyoruz. demek ki toplam zamanın sadece %0.00000007'sinden haberdarız.

    - mekan sınırı.
    kainat bugünki hesaplara göre kabaca 25 milyar ışık yılı genişliğinde, oysa bizler dünya üzerinde kabaca 13 bin metre çapında bir küre üzerinde yaşıyoruz. dandik bir modellemeyle evren'i de küre kabul etsek mekan sınırımız yüzde işaretinden sonra elli altı 0 ve bir tane de 1.

    - duyu sınırı.
    görme duyumuz tüm elektromanyetik spektrumun, atıyorum, on milyonda birini algılayabiliyor herhalde. kulağımız sadece 20-20000 hertz arasını duyuyor ki bu da hava moleküllerinin boyurları ile sınırlı ses dalgaları içerisinde, bunu da atacağım, on binde bir falandır. koku ile ilgili yorum yapamayacağım, her kokuyu algıladığımızı farzedelim. dokunmak da çok karışık onu da geçtik. o halde duyularımızla algıladıklarımız toplam uyaranların yüz milyarda biri, %0.0000000001 oldu.

    demek ki tüm evren'in 10^58'de birini, tüm zamanların 10^9'da biri bir süre boyunca tüm uyaranların 10^11'de biri ile algılayabiliyoruz. her şeyin 10^78'de birini yani.

    tüm samanyolunda bir proton.

    tabi tabi, şüphesiz ki askın dili evrenseldir.

  • belediye otobüsünde bir amca ile aramda geçen diyalogda, yanıma doğru geldiğini görmem ile ayaklanıp;

    ben: gel amca otur ben zaten inicem şimdi.

    amca: burası mı rezerve edildi, ben daha önlerden bir yer ayırtmıştım ama heralde kapıldı... :)

    ben:hönk

    tabi çoğu kişi bu diyalogu duydu ama birkaç saniye tepki veremedi, meğersem amca patlatmış espiriyi. sonrasında otobüste gülüşmeler... tabi kimse 70'li yaşlarda amcadan böylesi zeka ürünü bir cevap ve sempatiklik beklemiyordu. o kadar alışmışız ki sen kalk ben oturucam tarzında olaya bakan yaşlı sinirli teyzelere...

  • liselerarası basketbol maçında atatürk lisesi-süleyman çakır lisesi karşılaşmaktadır ve salon iki okul ogrencileri tarafından hınca hınc doldurulmustur. karşılıklı tezahuratlar, bir sure sonra karşılklı atışmalara ve gerilimli tezahuratlara dönmüştür.
    polis ve guvenlik ekipleri ,birden suleyman çakır lisesi tarafına, kafa göz cop allah ne verdiyse dalmıştır.
    olayın şokunu atlatamayan suleyman çakır lisesi ögrencisi;
    hem sopa yiyip hem de kendisine vuran polise sormaktadir : "abi noldu ya niye daldınız niye vuruyorsunuz ?"
    polis de, hem acımazsızca vurmakta, hem de cevap vermektedir "s.kilmiş atatürk diye bağırıyorsunuz olm"

  • kapitalizm ve onun politik iktidarının narsist bir kişilik olan albert'te simgelendiği düzenin altında ezilen insanların temsilcisi konumunda, karısı georgina vardır. georgina kurtuluşu, zor koşullardaki (soğuk depo ve çürümüş yiyecekler ortamı) kaçamak buluşmalarda yavaş yavaş daha yakından tanıdığı devrimci düşüncenin simgesi entellektüel aşığının izinden giderek bulabileceğini görecektir. her ne kadar işletmenin sahibi albert gibi görünse de asıl sahip üretimden gelen gücünü kullanmayı bilen aşçıdır.
    ezilen insanları temsil eden georgina (devrimci önderlik) albert'e karşı mücadele için işçi sınıfını temsil eden aşçıya gittiğinde aşçı bu görevi kabul ederken onurlu bir duruş sergileyip karşılığında ne kadının vücudunu ne de parayı kabul etmeyecektir...

    kadın aşçıya aşığımla ilişkime dair ne gördün diye sorarken "benim gördüklerim sizin benim görmeme izin verdiğiniz kadardı" diyerek bilinç düzeyini ortaya koyar.

    politik anlamda sermaye temsilcisi patron albert ortada henüz bir şey yokken dahi devrimciliği simgeleyen "aşığı" "burada kitap okunmaz" diyerek taciz etmekte ama aynı acımasız patron albert, baş aşçıya karşı o kadar pervasız olamamaktadır. çünkü o mekan ve o mekan sayesinde sürdürdüğü yaşam nitelikli aşçının yani işçi sınıfının varlığıyla mümkündür. patron ne kadar kızıyor olsa da aşçı kendi varlığı için de o denli vazgeçilmezdir. durumun kötüye gittiğini fark eden albert her şeye rağmen georgina'nın kalmasını isteyecektir. georgina varlık sebebidir çünkü.

    kanlı bir şekilde yok edilen aşık küllerinden yeniden doğacak ve beklenen intikamın alınmasında baş rolü oynayacaktır...

    hırsız kim? bu soruya yanıt olarak verilen ismin (albert) bu niteliğinin anlatımı filmde eksik kalmış. thatcher dönemi ingiltere'sinden yola çıkarak dolaylı bir eleştiri ve baş kaldırıyı simgeleyen film, bununla sınırlı kalmadan evrensel, güçlü politik mesajlar veriyor.

    ingiliz ekonomi politiğini simgeleyen lokantada geçen öyküde fransız düşününü yemekler simgelemekte.

    ımdb ye göre restoranın yemek bölümü koridoru ve tuvaletleri sırasıyla sindirimin aşamalarını temsil etmektedir. aynı zamanda mekan farklılıkları üreten tüketen, yani sınıflar ayrımını da ortaya koymaktayken garaj tehdidi üretimden kopuk rantçı sermayeyi anlatır.
    farklı anlatımıyla dikkat çekici olan film türü sevenler için başyapıt sevmeyenler için kayda değer bir deneysel çalışma olarak kalmayı hak ediyor...

    bu kadar kapalı bir anlatımla ortaya çıkan ürün hizmet ettiği amaca ne denli yararlı oluyor diye düşününce filmin değeri azılıyor?! yoksa çoğalıyor mu? :)

    renkler de birçok şeyi simgelemektedir. her şeyi ben mi açıklayacağım onları da siz bulun:)

  • 5 yaşındaki trabzonlu bır çocuğun dolmuşta annesıne dedigi gibidir belki de hayat; '' hem vuruysin hem ağlama diysin..."