48 entry daha
  • mubi'de yıllar sonra yeniden çocuk bruno'nun o sürekli babasına bakan ama dönüş alamadığı parlak gözlerini içim burularak izlediğim en kaliteli filmlerden (bkz: ladri di biciclette). kesinlikle.

    1948 yapımı siyah beyaz bu filmde herkes amatör oyuncuymuş ve yönetmen vittorio de sica baba-oğulu yürüyüşlerine göre seçmiş. çocuk büyüdüğünde matematik öğretmeni olmuş ki hiç şaşırmadım daha 9 yaşındayken rol aldığı filmde sorgulayıcı, duygu yüklü, zeka pırıltıları saçan bakışları ''adam olacak çocuk'' sinyalini veriyordu.

    konu sıkıntılı. çaresizliği fakirlikle birleştirirseniz ortaya ne çıkmasını bekliyorsanız, italya'nın ara sokak ve meydanlarında bunu antonio ricci (bkz: lamberto maggiorani) ve bruno ricci (bkz: enzo staiola) ile iliklerinize kadar yaşıyorsunuz.

    baba, uzun bir bekleyişten sonra belediyede ''duvarlara afiş yapıştırma'' işine alınır ancak bisikletinin olması şarttır. rehineye verdiği bisikletini alabilmek için eşi çeyizindeki yorgan, nevresim takımlarını satar. antonio, ilk iş gününde rita hayworth'un bir film afişini asarken, ikili bir hırsız şebekesine gafil avlanır ve çalınır bisikleti.

    sonraki tüm sahneler babanın, peşine uçurtma kuyruğu gibi takılan kısa paça pantolon, upuzun ceket ve boynunda ip gibi sallanan bir kravatla kah tökezleyip düşen, kah yağmurda kedi gibi ıslanan ama kendisi tarafından ''görülmeyerek'', hep yalnızlık içine itilen oğlu bruno'yla beraber bisikletini çalanı bulmak için arşınladığı yerlerde geçer.

    film boyunca söylenmeden duramıyorsunuz zaten ''ya sen ne biçim babasın, çocuğunun gözü sürekli sende, sana bakıyor; sen tıngır tıngır yürüyüp gidiyorsun; ne bir sevgi şefkat gösterdiğin var, ne bir güler yüz''o derece varlığını hayalet kabul ettiği bir çocuk bruno ve yüreğiniz sıkışıyor sevgisiz bırakılan bu çocuğun masumiyetine, bir ara babasına küsüyor da.

    ne zamanki nehirde biri boğuldu diye herkes çığlığı basıyor, babanın aklı başından gidiyor ve çocuğunu sağ salim bulunca kafasına dank ediyor babalığı, çocuğunu gördüğü anda merdivenleri koşturuşuna seviniyorsunuz, ' hele şükür şimdi sarılacak bruno'ya...' diyerek ama ı-ıhh.

    yine de, nasıl oluyorsa, kendini affettirmek için oğlunu bir lokantaya götürüyor. işte pizza isteyip de 'yok, biz burada pizza satmıyoruz' sözünü duydukları andaki yüz ifadeleri, sonraki siparişleri (mozzarellalı sandviç-şarap) yiyip içerken bruno'nun gözlerindeki ışıltı ve yüzündeki mutluluk ama yan masadaki zengin çocuğun tabağında tepeleme dolu en pahalı yemekleri yerkenki duygusuz surat ifadesi, bruno'nun sökük ceket kolu...of of yani.

    tabii sınıfsal ayrımcılık ve buna endeksli toplumsal empati hiç değişmiyor. antonio, bisikleti çalındığında feryat figan koştururken çevredeki hiç kimse kılını kıpırdatmazken, son final sahnesinde film boyunca hissettiğiniz ''fakir ama gururlu, erdem sahibi'' kişiliği temsil eden babanın kırılma anı yaşayarak zengin bir adamın bisikletini çalmaya yeltendiği anda, bir anda herkesin zengin adamın bisikleti çalındı diye kendisine hücum etmesi, umursamazlıkta bulunmaması sıkıntılı. ( ki bu sahne, film çekimi yapıldığı söylenmeden kameraya alınmış, stadyumdaki maç bitince dağılan kalabalık gerçekten de antonio'nun hırsız olduğunu zannederek onu yakalayıp, tartaklamışlar)

    en sonunda bruno'cuğun ağlaması, zengin adamın kalbini yumuşatır ve şikayetçi olmaz. işte asıl o küçücük çocuğun içinde nasıl dev bir kalp taşıdığını babasının elini ilk defa sımsıkı tutarak, onu sevgisiz ve yalnız bırakmayarak birlikte yürümeleri ile görüyoruz.

    sürekli spoiler verdim ama değer, izlemeniz bambaşka bir tat bırakacak ve ne bruno'yu, ne de babasını hiç unutamayacaksınız.
3 entry daha
hesabın var mı? giriş yap