• beni pek çok yönden kendisine çekmiş olan dizi. başta david tennant ve olivia colman, olafur arnalds ve güzel müzikleri, ingilizlerin güzel diziler çekmesi ve polisiye unsurları.

    henüz ilk sezonu bitirdim. polisiye demek zor, polisiye unsurları barındıran bir dram dizisi demek daha güzel. küçük şehirde yaşamanın evrenselliği ve masumiyet karinesi. şimdilik 8/10, diğer sezonları izleyince editleyeceğim.
  • ilk bölümünden son bölümüne kadar keyifle izlediğim ingiliz polisiyesi.
    manzaraların şahane olduğunu da belirtmeden geçmeyeyim. sırf gün batımı görüntüleri için bile izlenebilir.

    --- spoiler ---

    ilk sezonla ilgili bir eleştirim var. susan'ın hikayesine dinleyen dedektif miller'ın "evinde olanları nasıl anlamazsın" tepkisi katilin joe olduğunu netleştiriyor.
    o kısım çok zorlama olmuş. evet, kınadığını yaşamdan ölmeyeceksin. ancak bu mesajın pek yeri değildi. polisiye bir dizi bu çünkü.
    ikinci sezonun mahkeme sahneleri ve diyalogları gerçekten muhteşem. mahkemenin sonucu çok sinir bozucu ve dünyanın adalet sisteminin tamamen çöktüğünün güzel bir eleştirisi.
    sandbrook olayı ile mahkemenin aynı anda işlenmesi ikinci sezonu şahane kılmış. en iyi sezondu diyebilirim. cinayetlerin çözülmesini büyük heyecanla izledim.
    üçüncü sezon, seçilen konu itibarıyla çok iyi mesajlar içeriyor. kadına şiddetin her yerde olduğunu ve neredeyse aynı cümlelerle tartışıldığını görüyoruz.
    tecavüze uğrayan tüm kadınların psikolojik durumunu iyi yansıtmışlar. iskeledeki toplanma sahnesi beni etkiledi. dünyanın her yerindeki kadınları, hepimiz bir olmalıyız.

    diğer taraftan dedektif alec ve onun şahane aksanı var. millaağ diye seslenmesini çok özleyeceğim. hardy ve miller çok iyi bir ikiliydi.
    --- spoiler ---

    ayrıca bron/ broen izlemiş biri olarak iki dizi arasında bir benzerlik görmedim. atmosfer olarak da benzemiyor bence. ikisi de ayrı ayrı iyi diziler.
  • oyunculukların, aksanların, senaryonun, akışın ve karakter gelişiminin çok iyi olduğu ve mantık çerçevesinden nerdeyse hiç şaşmayan müthiş bir ingiliz yapımı polisiye-drama dizisidir. dizinin güzel yanlarından bahsetmektense, şahsıma yaşattığı ilginç bi tecrübeden bahsedersem ; bir dizi izlerken en çok tanıdık oyuncu gördüğüm yapımlardan biri falandır. şimdi işsiz gibi bunları listeleyeceğim. canı sıkılan okusun. olivia colman ve david tennant'ı biliyosunuzdur zaten bahsetmiyorum bile. ama olivia colman'a ayrı parantez açmak isterim harika bir aktris gerçekten.(bkz: peep show)(bkz: olivia colman) . çocuğun annesi black mirror'da çip'li bölümde aynı zamanda yeni doktor olarak doctor who'da rol aldı.(bkz: jodie whittaker) bunun dışında kasabanın bakkalını after life'da baba rolünde gördük. papazı oynayan adam yine doctor who'da oynamıştı aynı zamanda legends of tomorrow'da görmüştüm. (bkz: arthur darvill). bunun dışında 2. sezonda gelen avukatın yardımcısı da çok iyi bi oyuncu. fleabag'de bayılmıştım.(bkz: fleabag) (bkz: phoebe waller-bridge). 3 sezonda gelen yeni dedektifi de daha önce black mirror'un hang the dj bölümünde izlemiştim. başka saymayı unuttuğum da kesin vardır da öyle işte. bu british'lerde harbiden oyuncu kıtlığı var galiba ya. sadece doctor who'dan bildiğim kadarıyla 3 oyuncu saydım. bunlar da doctor who'yu izlemememe rağmen imbd'den gördüğüm şeyler. edit : internetten baktım 25 tane falan ortak oyuncu varmış. direktör senarist yönetmen falan bunlardan biri aynıdır muhtemelen 2 dizide, şimdi jeton düştü.
  • sanırım netflix'ten kalkmıştır
  • ağır spoiler içerir

    ingilizlerin yaptığı üç sezonluk dizi film. dizi, çeşitli mahfillerde suç draması, polisiye drama hatta gizem olarak kategorize ediliyor. ancak iddialı bir tonda söylemek gerek ki dizi, kusursuz biçimde yazılmış, yönetilmiş, oynanmış bir insanlık, hukuk ve uygarlık manifestosudur.

    adeta bir başyapıt niteliğinde olan bu eşsiz yapım modern insanlığın en temel, en önemli problemlerini yaklaşık yirmi bin nüfuslu bir kasaba hinterlandında masaya koyup floresan ışıkları altında acımasızca irdeliyor, inceliyor, sorguluyor ve dünyaya son derece etkileyici bir kurtuluş reçetesi yazıyor.

    broadchurch isimli kasabada bir kilise ve kilisede de görevli otuz-otuz beş yaşlarında genç bir rahip var. broadchurch'un dindar bir kasaba olduğu söylenemez; ancak genç rahiple broadchurch sakinleri arasındaki iletişimin üslûbu, rahatlığı ve içeriği başlı başına bir medeniyet tezi ve insanlığın ezeli problemlerine getirilmiş son derece gerçekçi, kusursuz bir şifa teorisi. dizi, din olgusunu bir tarafa atmamış; dini gözden düşmüş, zamanın ruhundan habersiz iptidai bir kurum olarak tanımlayıp basit veya hakir görmemiş. tersine dizinin yarattığı evrende, rahip önemli figürlerden biri. ancak dizi nasıl bir kilise, nasıl bir din anlayışı ve nasıl bir din adamı sorularına geleneksel ya da muhafazakâr anlayışın çok ötesinde şaşırtıcı ama bir o kadar da berrak cevaplar vermiş.

    görsel

    rahip, içinde yaşadığı toplumun modern anlayışlarından uzak, bağnaz, olup bitenleri siyah ve beyaz olarak gören tahmin edilebilir biri değil. gerektiğinde tanrı'yı, dini ve dinsel retoriği bir kenara bırakıp seküler kavramlar ve değerlerle konuşarak insanların ruhuna giriyor. asıl can alıcı ayrıntı da burada zaten. rahip insanlara dinî propaganda yapmıyor, olup bitenlere tanrı'dan veya kutsal kitaptan alıntılar yaparak açıklama getirmiyor. insanlara kusurlu bir insan, ama hakiki bir arkadaş ve nihayetinde sıradan bir broadchurch sakini olarak destek oluyor. rahip insanların kim olduklarıyla, ne oldukları, neye inanıp neye inanmadıklarıyla ilgilenmiyor ve ne yapmış olursa olsunlar kimseyi yargılamıyor. kimi zaman onların anlayacağı dilden ve kimi zaman da onların konuştuğu dilden konuşarak insanlara destek oluyor. elbette ki rahip yaşadığı çağın, kültürün farkında ve içinde yaşadığı zamanın gerektirdiği entelektüel donanımlara da sahip bir karakter. bu nedenle kasaba sakinleri kimi zaman dertleşmek, kimi zaman öylesine sohbet etmek, kimi zaman da akıl danışmak için sık sık rahiple bir araya geliyorlar.

    broadchurch, britanya'nın yemyeşil çayırları ve ormanları içinde okyanus kenarına kurulmuş bir kasaba. iç karartıcı apartmanlar yok, maksimum güvenlikli siteler yok, evler en fazla iki katlı, müstakil ve mimarileri olabildiğince sade. asıl dikkat çekici taraf, daha varlıklı veya daha yoksul diyebileceğimiz mahalleler yok. konutlar ve konutların yanından geçen yollar yabanıl biçimde doğaya serpiştirilmemiş. her şey gizli bir sanatkâr eli değmişçesine incelikle yerlerine konulmuş. tabiat ve insan yaşamına ait tüm nesneler pastoral bir peyzajın içinde yerlerini bulmuşlar. o halde şu soruyu sormak gerek: broadchurch beşeri bir cennet mi? kesinlikle hayır! insanların aynı alanlarda yaşamlarını sürdürdükleri adına toplum dediğimiz ve tek başına bireyi aşan, bireyin üzerinde duran, ona hükmeden sosyal mekanizma tüm kusurları, ikilemleri ve çatışmalarıyla broadchurch'te de işliyor. mutsuzluklar var. evlilikler kusursuz değil. sarılarak, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak sözler vermiş, yeminler etmiş çiftler boşanıyor. çocuklar ebeveynleriyle anlaşamıyor ve insanların gösterdikleri yüzlerinin gerisinde yalanlar, meşum sırlar, ihanetler ve kederler saklı. cinayet bile işleniyor bu kasabada. hatta masum insanlar vahşice linç ediliyor. daha melanet şeyler de oluyor. ancak işte dizinin esas iddiası, büyük paradigması buradan başlıyor: hukuk!

    görsel

    broadchurch ana kahramanları iki polis dedektifi olmasına rağmen polisiye bir dizi değil. bir suç dizisi değil, bir dram dizisi hiç değil. broadchurch tepeden tırnağa ışıl ışıl parıldayan bir hukuk dizisi. broadchurch, atalarımızın binlerce sene önce yerleşik hayata geçip de toplum olduklarından beri sürekli kafa yormak zorunda kaldıkları en zor sorulara cevap aramış: hukuk nedir, nerededir, işlevi ve işleyişi nasıldır, nasıl olmalıdır? insanlığın en sancılı, en ağır ve en girift problemini, adalet meselesini işlemiş broadchurch. kör göze parmak bir didaktik kurulukta değil. sinemasal etkileyicilikte kamera açıları, keskin, dramatik sekanslar ve tabii ki başta david tennant ile olivia colman olmak üzere yapımda görev alan tüm oyuncuların tüyler ürpertici oyunculuklarıyla etkileyici bir yapım.

    üç sezon süren ve daha önce değindiğimiz gibi baş karakterleri iki polis dedektifi olan dizinin tek bir sahnesinde bile tüfek, tabanca, silah gözükmüyor. kullanılmıyor demiyorum, gözükmüyor. üniformalı polislerin belinde tabancaları varsa bile yönetmenin ustalıkla yerleştirdiği kamera açıları sayesinde izleyici tabanca görmüyor. broadchurch'un derdi polisiye kuvvetlerin korkutuculuğu ve caydırıcılığı değil çünkü, birbirlerine zarar veren insanlar arasında hukukun nasıl işlemesi gerektiği ve devlet denilen büyük organizasyonun bu meselelerin çözümüne nasıl ve nereye kadar katkı sağlayabileceği.

    broadchurch insanlığın uzun ve meşakkatli uygarlık yolculuğundaki iki ağır suçu masaya yatırmış: cinayet ve tecavüz. dizi kendinden emin ve pervasızca şu soruyu yöneltiyor: cinayetin, yani toplumun fertlerinden birinin toplumun başka bir üyesi tarafından öldürülmesi karşısında en başta öldürülen kişinin ailesi sonra da o topluluğun diğer üyeleri nasıl bir karmaşa yaşar? acı ve güvensizlik insanlara neler yaptırabilir? adalet nedir, nasıl sağlanır ve adli sürecin neticesi yaralı vicdanları ne kadar tatmin eder? çok çetrefilli ve cevabı kolay olmayan sorular bunlar. dünyanın farklı ülkelerinde ceza hukuku ve adalet kavramı hala olanca hararetiyle tartışılıyor, hala uluslar kendi yerel kültürleri, siyasal ve töresel tutumlarıyla evrensel hukuki normların bir yerlerinde bocalayıp duruyorlar. burada broadchurch'ün vizyonu çok net: evrensel ve en ileri düzeyde hukuk!

    ortada bir cinayet var. kurbanın yakınları öfkeli, kederli ve acı çekiyor. çocukları öldürülen ebeveynler bir süre sonra birbirlerini suçlamaya başlıyorlar ve aile içi çözülmeler başlıyor. cinayeti kimin işlediği bilinmiyor. insanlar birbirlerinden kuşkulanmaya başlıyor ve bu tedirgin edici, güvensiz, puslu hava o topluluğun üyeleri arasındaki bağı da kemirmeye başlıyor. kasaba halkı arasındaki huzursuzluk insan türüne ait iptidai içgüdüleri tetiklemeye başlıyor ve kaos yavaş yavaş yayılıyor.

    ekip şeklinde çalışan iki polis dedektifi devletin kendilerine sunduğu sorumlu, hukuki ama zengin olanaklarla haftalar süren bir soruşturma yürütüyor. bu süreçte devlet dediğimiz büyük organizasyon cinayetin aydınlığa çıkması için memurlarına bütün olanakları seferber ediyor ve memurlar asla bürokratik veya politik engeller, baskılar, kayırma, bazı kişileri veya kanıtları göz ardı etme gibi netameli, kirli, hileli işlere bulaşmıyorlar. aylar süren soruşturmalar sonucunda nihayet bir kişi tutuklanıyor ve mahkemeye çıkarılıyor. halk arasından seçilmiş on iki kişilik jürinin karşısında davalı da davacı da alanında çok başarılı avukatlar tarafından temsil ediliyor. mahkeme hiçbir şeyi boğuntuya getirmiyor ve cinayete dair en küçük ayrıntılar bile kılı kırk yaran bir titizlikle irdeleniyor. görünürde katil bellidir. hatta mahkemeye çıkmadan önce polislere cinayeti işlediğini itiraf etmiştir. ancak mahkeme bu itirafın koşulları bakımından hukuka uygun olmadığına karar veriyor. bir insanı adam öldürmekten suçlu ilan etmek için tartışmasız, somut ve hukuki yollardan edinilmiş kesin kanıt istiyor mahkeme. her iki tarafın avukatları da var güçleriyle çalışıyorlar. bir taraf zanlının katil olduğunu kanıtlamak için uğraşıyor, diğer tarafsa bu iddiayı çürütmek için. neticede jüri heyeti zanlının cinayeti işlediğine dair yeterli ve kesin kanıtların ortaya konulamadığını gerekçe göstererek oy çokluğuyla baş şüphelinin suçsuz olduğuna karar veriyor.

    görsel

    aslında katil bellidir. işlediği suçu ağzından kaçırmıştır, ama itirafı hukuki bakımdan sorunludur. pek çok kişi ve başta kurbanın ailesini temsil eden avukat, sanık sandalyesinde oturan kişinin katilin ta kendisi olduğunu haykırır. ancak mahkeme bu isyanları ciddiye almaz. kanıt var mı, yok mu diye sorar. bu adamın o cinayeti işlediğini biliyor olabilirsiniz ama kanıtınız var mı? dağınık ve ikinci elden çok kanıt vardır ama hukuk der ki, bana net ve tartışmasız kanıt gösterin. peki hukuk kim veya ne? tabii ki devlet değil. hukuk yargıç da değil, mahkeme de değil. on iki tane kendi halinde vatandaşın vicdanı ve mahkeme salonundaki izlenimleri. jüri üyeleri zanlının cinayeti işlediğine dair kesin kanıt göremiyorlar ve bir katil serbest bırakılıyor. bir çocuğu öldüren veya öldürülmesinden baş sorumlu olan kişiyi hukuk serbest bırakıyor. sonra ne oluyor?

    aile yıkılıyor, ıstırap çekiyor ama mahkemenin verdiği kararı yürekleri parça parça olsa da kabul ediyorlar. bu olayı kan davasına çevirmiyorlar. intikam planları kurmuyorlar. mafyavari yollara başvurmuyorlar, ki zaten o tür yapılanmalar ve kişiler de yok. devlet kurumlarına veya mahkemeye “kahrolsun!” sloganları da atmıyorlar. fakat ciğerleri yanan aileyle birlikte olan bir grup kasabalı, çok daha ilginç ve sofistike bir yola başvuruyorlar. ursula k. le guin'in o ünlü kitabındaki cezai müeyyideyi uyguluyorlar. suçlu yaşadığı yerden, içinde yaşadığı toplumdan sürgün ediliyor halk tarafından. "aramızda istenmiyorsun, git!" diyorlar. ailesi onu reddediyor, çocuğu kendisinden yüz çeviriyor ve suçluya başını alıp gitmek dışında hiçbir yol kalmıyor. geride kalanların yine canları yanıyor, yine üzgünler ama mahkemenin veya adaletin ortaya koyduğu hükme de kimse kafa tutmuyor. neden?

    neden mi? çünkü istedikleri sonuç çıkmamasına rağmen toplum olarak kurdukları düzene inanıyorlardı. işini kararlılıkla, şeffaflıkla ve özgürce yapan o iki polis dedektifine inanıyorlardı. mahkeme heyetinin ve jürinin vicdanlarına inanıyorlardı. kolluk kuvvetlerine, devlet kurumlarına ve en önemlisi kanunlarına, hukuklarına inanıyorlardı.

    suçlunun mülksüzler’deki gibi sürgün yedikten sonra uzak kentlerin birinde liman işçiliği yapması ve ömrünün sonuna kadar yalnız, pişman, mutsuz, avara avare dolaşması da hukuk, adalet ve ceza kavramlarını tekrar, uzun uzun düşünmemizi sağlıyor.

    broadchurch, insanlığın en temel sorunları üzerine ustalıkla yazılmış, kusursuzca canlandırılmış ve onlarca önemli ödül almış bir televizyon başyapıtı.

    daha önce ekşi için yazdığım, sonra oggito'da yayımlanan bu kritiğimi şimdi tekrar ekşi'de paylaşmış oldum.

    oggito
  • güzel dizidir. polisiye, dram, gizem sevenlere tavsiye ederim. 8/10
  • netflix'te onerilerde goruyordum hep ama surekli geciyordum "sıkıcıdır yaaa..." diye. sonunda izledim ve aman tanrim dfghj izledigim en iyi drama dizilerden oldu! 8.7/10

    suc dizisi diye gecse de, suc ve dedektiflik konularinin yaninda her ailenin ic dunyasina iniyor... olay orgulerini oldugu gibi, karisik, insani, abartisiz, heyecanli bir sekilde anlatiyor... cekildigi ilcenin denizi, serin havasi yaz sicaginda izlerken daha bir iyi geliyor...

    boyle farkliliklari izlemeyi seviyorum. her daim "iyi polis kotu polis" oyunlari oynamaktansa, hayati oldugu gibi, karmasasi, boktanligi, korkusu, endisesi, depresyonu, heyecani, umudu, bagliligi ile anlatabilen iyi bir drama dizi. mutlaka tavsiye ederim.

    --- butun sezonlara dair spoiler ---
    ilk sezon'da katil cikan adam, aslinda ilk bolumler boyunca en hayran oldugum karakterdi fghjk anasindan daha iyi analik yapan bir baba katil oldu oyle mi? belki de cocuklara karsi oyle tuhaf takintisi oldugundan oyle "ana gibi iyi" baba rolundeydi belki de, kimbilir... ilk sezonda konuyu biraz fazla uzatip, son anda vurarak biraz mantiga aykiri sok yasattilar bence... ama bu sayede de ikinci sezonu izletti.

    kalp ritm bozuklugu olmasina alec'in ragmen kosturup durmasi, "her an olecek" telasi da ayri bir sinir bozucuydu dfghj ama bi o kadar da farkli... gayet cirkin, gicik, hatta 'hasta' bir adam rolune vermisler basrolu. cok kolay sinir olabilecekken, aslinda o iticiliginin arkasinda buyuk bir sefkat ve fedakarlik yatan adami goruyoruz dizi boyunca... (scottish aksani kadar itici bir sey yok ama)

    ikinci sezon'da claire karakterine uyuz olan bir ben miyim? kadin rolunu oyle iyi oynamis ki sokakta gorsem nefret etmek istedim dfghjk

    dedektif alec ve ellie'nin "koca kari kavgalari" gibi ya da "kucuk kardes kavgasi" gibi surtusmeleri komikti. ingiliz dramasinin tatliligini katti (ki normalde ingiliz dramalarini sıkıcı bulurum ama bu baya iyisiydi) ilk sezonda bahsedilen davanin da cozulmesi oldukca harika bir gelismeydi. joe'nun serbest kalmasi ve butun ilcece toplanip nazikce onu gondermeleri tam bir british 'fuck u'su oldu fghjk adamlar siktir cekerken bile kibarlar.

    ucuncu sezon sıkar diye beklerken, o da ne... onu bile gayet iyi bir sekilde islediler... aslinda ne kadar sıkıcı olmasi gerekirken, konuyu oyle karmasik, celiskili, ilginc sekilde islediler ki adeta unbelievable izliyorum sandim, yeniden. tecavuz edilenin ic dunyasina onun kadar cok girmedi, ama edenin hikayesini duru bir sekilde cesur bir sekilde anlatabildi, ozellikle son bolumunde...
    --- spoiler ---

    tadi damagimda kaldi. sevdim. ozleyecegim hayali sehir oldu 'broadchurch' hikayesi....

    bunu sevenler icin oneri:
    hbo'nun big little lies dizisi amerikan versiyonunu andiriyor. benzer bir deniz kenari kasabada karisik hayatlar, suc etrafinda birlesen hikayeler... bunun kadar iyi degil ama sirf california'nin denizi icin bile izlenir.
  • durgunluğun dizisini ingilizler yine yapmış dedirten 3 sezonluk dram-polisiye türü dizi.

    sırf başroldeki abi (bkz: david tennant) millaa desin diye tüm sezonlarını kısa sürede bitirdim.
  • beni ingiliz polisiye-drama bataklığına sürükleyen dizi.

    bu diziden sonra sırasıyla, time, the fall izledim, şu an luther'ı büyük bir keyifle izliyorum. bir de endeavour girişimim oldu ama ilk bölümü biraz yorucuydu, belki daha sonra şans verebilirim.

    benzer işlerin abd yapımı olsa bu kadar sarmazdı, ingilizler yapınca bir başka oluyor sanki.

    ps: biliyorum bu ingiliz polisiye dizisi bağımlılığından muzdarip başkaları da var, acaba bir telegram grubu mu kurulsa bu cenahı bir araya getirmek için?
  • bu dizi neden netflixten kaldırıldı ? ve tekrar gelecek mi bilen varsa yeşillendirirse sevinirim.
hesabın var mı? giriş yap