1338 entry daha
  • kendisini sahiplenen islamcı zümreyi hayal kırıklığına uğratacak kadar batılı, çıktığı kabuğu beğenmeyenleri şaşırtacak kadar da muteber bir isimdi. tarih önündeki talihsizliği, işte bu iki kesmin eline düşmek olmuştur.

    tahta geçiş
    1875'te, sultan abdülaziz döneminde osmanlı iflas bayrağını çekiyor. borçların faizlerini dahi ödeyemeyecek noktaya geliyor. balkanlarda büyük isyanlar çıkıyor. sultan aziz'i darbeyle indiriyorlar. yerine sultan hamid'in ağabeyi v. murad getiriliyor. ardından öyle bir kaos ortamı oluşuyor ki devrik padişah sultan aziz'i öldürüyorlar. akabinde abdülaziz'in eşi vefat ediyor. tüm bu ölümlerden darbecileri sorumlu tutan çerkes hasan, hükümet toplantısını basıyor. bu baskında ordu komutanı ve hariciye nazırı(dışişleri bakanı) öldürülüyor. olayların üzerine sultan murad'ın akıl sağlığı bozuluyor. her anını ölüm korkusuyla yaşamaya başlıyor. tahta çıkışından sadece 3 ay sonra yerine ikinci abdülhamid geliyor.

    sultan hamid, tahta geçtikten çok kısa bir süre sonra, v. murad'ı yeniden padişah yapmak isteyenler tarafından üç kez darbe girişimiyle karşı karşıya kalıyor. kendisini kaosun ortasında buluyor. amcası öldürülmüş, ağabeyi tahta geçtikten sonra öldürülme korkusundan delirmiş, kendisi ise henüz otoritesini sağlayamamış ve üç defa darbe teşebbüsüne maruz kalmış. bu dönemi incelerken, iktisadi ve askeri zaafiyetleri, otorite boşluğunu, koca imparatorluğun konkordato ilan edişini ve uçuruma sürüklendiğini iyi bilmek gerekir. aksi takdirde abdülhamid'in otoriter rejimini anlamak mümkün olmayacaktır.

    birinci meşrutiyet
    abdülhamid tahta çıktığında balkanlar'da rusların kışkırtmasıyla ayaklanmalar başlamış; ruslar osmanlı'ya ültimatom vermişti. avrupa devletlerinin katıldığı bir konferansta balkan sorunu tartışıldı ve bizden reform yapmamız istendi. abdülhamid siyasal bir manevrayla, ilk osmanlı anayasası olan kanun-i esasi'yi yürürlüğe soktu. fakat beklenen olmadı. meclisin açılışı, rusları yatıştırmak yerine çarın savaş ilan etme kararını hızlandırdı. 93 harbi'ni feci kaybettik. abdülhamid parlamentoyu kapattı. birinci meşrutiyet, abdülhamid'in 93 harbi'ndeki hezimeti gerekçe göstererek meclis-i mebusan'ı kapatmasıyla 1878'de son buldu.

    sultan'ın meclisi kapatma sebebi, imparatorluk yapısının tehlikeli istikrarsızlığıdır. meşrutiyet ilanından birkaç ay sonra rusya, osmanlı'ya savaş açmış ve düşman yeşilköy'e kadar dayanmıştı. herkeste imparatorluğun günlerinin artık sayılı olduğu inancı yaygındı. osmanlı idaresi altındaki uluslar, yeni siyasi arayışlara girdi. kimi ruslara yaklaştı, kimi batıya, kimiyse bağımsızlık peşinde koştu. bu etnik grupların serbestçe söz söyleyebildikleri, hatta sayısal çoğunluğu temsil ettikleri bir demokratik rejim, devletin çökmesiyle sonuçlanabilirdi.

    93 harbi
    ruslar balkanlar'ı karıştırmış, bizden koparmak niyetindeydi. balkanlar'da çıkan isyanları bastırabildik. fakat avrupa basını veryansın ediyordu: ''türkler sırpları katlediyor!'' kimse öldürülen müslümanları görmüyor tabi. ardından balkanlardaki kargaşayı tartışmak amacıyla bir konferans düzenlendi. sonucunda sırbistan ve karadağ için bağımsızlık kararı çıktı. bizim tarafımızdan kabul edilmeyince ruslar ''eehhh sikerim lan'' diyerek ültimatom verdi. savaş kapıya dayanmıştı. dönemin sadrazamı midhat paşa'ydı. savaşa girmeyi şiddetle arzuluyordu. ingilizlerin bize yardım edeceğinden emindi.

    abdülhamid ise tahta geçeli henüz birkaç ay olmuş, henüz otoritesini sağlayamamıştı. midhat paşa gibi savaş destekçisi değildi. ordunun haline güvenmiyordu. bunun üzerine bakanlardan ordunun durumu ile ilgili bir rapor hazırlamalarını istedi. fakat bakanların raporları birbiriyle uyuşmuyordu. buradan iki sonuca varabiliriz: ya mithat paşa ve bakanlar ordudan bihaberdi ya da abdülhamid'i savaşa sokmak için yalan yanlış bilgiler verdiler.

    savaş konusu görüşülmek üzere meclis toplandı. tabi o zamanlar meşrutiyet ilan edilmişti. midhat paşa, savaşa girilmesi gerektiği konusunda mecliste çok etkili konuşmalar yapıyordu. bunun üzerine meclisten savaş kararı çıktı. ruslar, bu kararı dünya kamuoyunun gözüne sokarak ''bakın osmanlı barış istemiyor, savaşmak istiyorlar.'' diyecekti. meclisten çıkan kararla savaş için geçerli mazeret buldular. kırım'dan sonra osmanlı'dan ümidi kesen avrupa devletleri de bizi desteklemiyordu ve osmanlı için çok büyük sıkıntılara sebep olacak 93 harbi başladı.

    ruslar bir yandan doğu cephesi'nde kars'ı işgal etmiş, bir yandan batı cephesi'nde tuna nehri savunmasını aşmışlardı. buna karşılık gazi osman paşa plevne'de, gazi ahmet muhtar paşa ise kars-erzurum hattında fevkalade bir savunma yapmıştı. fakat gazi osman paşa bir süre sonra plevne'yi teslim etmek zorunda kalmış ve ruslar ilerlemeye devam etmişti. rusların önünde artık çok büyük bir savunma hattı kalmamıştı. istanbul'a doğru ilerlemeye devam ettiler.

    bu durumu gören ingiltere, rusların ilerlemesini durdurmak için istanbul'a filosunu gönderdi. rusya'ya verdiği bir nota ile paris antlaşması hükümlerince rusların istanbul'u işgal etmeleri halinde müdahale etme hakları bulunduğunu bildirdi. bunun üzerine rusya bugünkü yeşilköy adıyla bilinen ayastefanos'ta durdu. avrupalı devletlerin arabuluculuğuyla ateşkes ilan edildi. ardından ayastefanos antlaşması imzalandı. durumun vehameti açısından anlaşmanın önemli kısımlarını paylaşmak istiyorum.

    1-karadağ ve sırbistan'ın bağımsızlığı osmanlı tarafından onaylanacak.
    3-romanya bağımsız olacak ve isterse osmanlı'dan tazminat isteyebilecek.
    4-bulgaristan, osmanlı'ya vergi veren bağımsız bir devlet olacak.
    5-osmanlı, rusya'ya toplamda 1 milyar ruble tazminat ödeyecek. fakat osmanlı'nın mali durumu göz önüne alındığında bu parayı ödeyemeyeceği için karşılığında kars, ardahan, batum, rusya'ya verilecek.

    balkanlar'da tamamen hakim bir konuma gelen rusya'yı ne batılı devletler ne de osmanlı kabul edebilirdi. mevzu artık sadece osmanlı'yı ilgilendirmekten çıkmıştı. bunun farkına varan ve rusların ayastefanos anlaşmasını reddeden abdülhamid, ingiltere'yi ruslara karşı kışkırtmaya çalıştı. çareyi, avrupa devletlerini ruslara karşı kullanarak anlaşmayı hafifletmekte aradı. başarılı da oldu. kışkırtmanın sonucunda ingiltere, rusya'nın sıcak denizlere inip kendisiyle rekabete başlayacağından çekindi.

    nihayetinde osmanlı ingiltere ile masaya oturdu. ingilizler, daha ılımlı bir anlaşma karşılığında kıbrıs'ın idaresini istedi. kıbrıs, üs olarak ingilizlere kiralandı. karşılığında berlin'de ruslarla daha mutedil bir anlaşma yapıldı. berlin, ayastefanos'a göre çok daha fazla kazancımızın olduğu bir anlaşmaydı. daha az vergi verilecek, doğubayazıt ve erzurum geri alınacak, selanik-manastırüsküp bölgeleri idaremizde kalacaktı. istanul'a kadar giren ruslar, masa başında savaşı kaybetmiş oldu. balkanlardaki varlığımızı devam ettirdik. ayastefanos ise sevr gibi kağıt üzerinde kaldı.

    dış politika
    bu antlaşma üzerine sultan hamid yavaş yavaş güçleri eline geçirmeye başladı. kendine özgü bir dış politika anlayışına sahip oldu. zaten karakter itibariyle ihtiyatlı ve soğukkanlı bir yapısı olan sultan, bu savaşın sonucunda daha da tedbirli hareket edecekti. bu politikayı anlayabilmek için, büyük güçlerin savaştan sonraki osmanlı'ya bakış açılarını iyi bilmek gerekiyor. büyük devletler, berlin antlaşması'ndan sonra osmanlı'nın toprak bütünlüğünü koruma politikasından vazgeçmişti. bizden umudu kestiler. güçlü bir müttefik olarak görmediler. osmanlı'yı bir an önce parçalama sürecine girdiler. bu nedenle devletin ayakta kalması bir hayli zorlaşmıştı.

    sultan hamid her ülkeyi ayrı ayrı değerlendirmiş, dış politikada ona göre hareket etmişti. rusya'yı kışkırtmamaya çalıştı. dış siyasetin temeli rus karşıtlığına dayanıyordu. henüz çocukken tanık olduğu kırım savaşı'nda rusya'nın gücü ve müttefiklerin desteğinin önemini görmüştü. 93 harbi'nde müttefikler olmaksızın rusya karşısında düştüğümüz durumu acı bir şekilde tecrübe etmişti. bu nedenle ingiltere ve fransa'yı, rusya karşısında yanında tutmayı amaç edindi. bu amaç uğruna kıbrıs gibi tavizler vermek zorunda kaldı. tavizin alternatifi var mıydı? tartışılır. fakat o dönemde kendi topraklarımızı kendi ordumuzla koruyacak güçte olmadığımız acı bir gerçekti. 70 yıldır türkiye'yi rusya'dan ingiltere korumuştu. kaldı ki balkanlarda rusya'yı dizginleyen yine ingilizler olmuştu. abdülhamid değil başka biri de olsa aynı şeyi yapmalıydı.

    sultan hamid'e göre en tehlikelisi ingiltere'ydi. çünkü 20 sene önce yine ruslarla savaştığımız kırım'da bizimle aynı safta çarpışan ingilizler, 93 harbi'nde osmanlı'yı yalnız bırakmıştı. ruslar istanbul'a girene kadar, ingilizler sadece izlemişti. osmanlı aleyhinde bir politika değişikliğinin en net kanıtıydı bu. 1882'de mısır'ı işgal ederek bizi karşılarına aldıklarını bir kez daha ispatlayacaklardı.

    almanya ise diğer avrupa devletlerine karşı koz olarak görüldüğü için ilişkiler iyi tutulmaya çalışıldı. sultan, büyük devletleri birbirine karşı denge unsuru olarak kullandı. bu konjonktürde ingiltere'nin karşısına da bir müttefik gerekiyordu. büyük devletlerin önünde kendini ispatlamış olan almanya ile yakınlaştık. bu dostluk neticesinde hicaz demir yolu ihalesi almanlara verildi.

    sultan yalnızlığının farkındaydı. bu nedenle denge politikasıyla hareket edecekti. balkanlarda bir konsensus oluşmasını ve osmanlı'ya karşı kullanılmasını istemiyordu. her ne kadar bel altı da olsa balkanlardaki devletleri birbirine düşürmek suretiyle olası bir ittifakı önledi. bunun zaruretini, kendisi tahttan indirildikten sonra görebildik. ittihat ve terakki, balkan devletlerinin anlaşmazlıklarını çözdükten sonra bu devletler ittifak yapacaktı. bu da bize balkanları kaybetmemize mal olacaktı.

    sonuç olarak, abdülhamid'in dış politikası çoğu zaman barışçıydı. temeli, osmanlı toprak bütünlüğünün korunmasından ibaretti. devletin gücü azaldığı için barışçıl bir politika izlenmesi ve bazı tavizlerin verilmesi az çok zaruriydi. yeri geldiğinde ise tehditkar bir politika izledi. sonucundan eminse savaş kararı aldı. osmanlı-yunan savaşı bunun en iyi örneğidir.

    yunan savaşı
    abdülhamid'in en büyük başarısı osmanlı'yı barış içinde yaşatmasıydı. 1879'daki yunan savaşı yaptığı tek savaş. istanbul'dan beklentilerini masa başında alamayacaklarını gören yunanlar sınırı geçerek osmanlı topraklarına saldırdı. bu savaş osmanlı'nın kesin zaferiyle sonuçlandı. abdülhamid hem imparatorluk içerisinde, hem de büyük devletler nezdinde prestij kazandı. bu zafer sayesinde, bir taşla iki kuş vurmuş olduk. avrupa'ya şu mesajı verdik: şımarık çocuğunuzu üzerimize salmaktan vazgeçin. yıkılmadık, ayaktayız. piyasadayız. adam olun, efendi olun.

    savaşı kazanıldı. artık atina ele geçirilebilirdi. türk ordusu devam etseydi atina'yı alması içten bile değildi. ama bir de realpolitik diye bir şey var. daha fazla ilerlemek, bir osmanlı-rus savaşını göze almak anlamına geliyordu. bu güce sahip değildik ve 93 harbi'yle kaybettiğimiz topraklardan dersimizi almıştık.

    kaybedilen topraklar
    sultan hamid tahta çıkalı 2 yıl olmamış, darbecileri tasfiye edememişken; kaybedilen toprakların günahını ona yıkmak hakkaniyetli olmaz. bu toprakların akıbetlerini tek tek inceleyelim ve sultan hamid'in kayıplardaki payına bakalım.

    1) romanya, bulgaristan, sırbistan, karadağ, bosna-hersek, kars, ardahan, batum
    berlin anlaşması'yla kaybettiğimiz topraklar. sultan, tahttaki ilk yıllarında, midhat paşa ve meclisin aldığı karara engel olacak güçten yoksundu. kanuni gelse buna mani olamazdı.

    2) kıbrıs
    yine 93 harbi'nin uzantısı. abdülhamid, balkanları kurtarmak için ingiltere ile bir anlaşma yaptı. askeri üs kurması için 50 seneliğine ingiltere'ye kiraladı. kıbrıs, 1914'e kadar osmanlı'ya bağlı kaldı, vergi ödedi, hukuki hakları bize aitti. doğrudan satıldığını söyleyemeyiz. dünya savaşı çıkınca ingilizler ''adaya el koyduk'' dediler. savaşın hezimetle sonuçlanmasıyla üzerinde hak iddia etmemiz zorlaştı ve 1923'te haklarımızdan feragat ettik.

    abdülhamid bu anlaşmayı balkanlardan rusları atmak için yapmak zorundaydı. savaş destekçileri bundan sorumlu tutulmazken savaşa girme taraftarı olmayan abdülhamid bu adamların pisliğini temizlemek zorunda kaldı. istanbul'un kaybı söz konusuydu. ingilizleri kullanmasaydı belki de ruslar başkenti düşürecekti. boğazlarda rus hakimiyeti olacağına, kıbrıs'ın ingilizlere kiralanması daha iyidir. atatürk'ün de içinde doğduğu balkanları, doğu beyazıt'ı ve artvin'i abdülhamid'in siyaseti ile bu şekilde geri alabildik.

    3) mısır
    mısır hiçbir zaman osmanlı'ya doğrudan bağlı bir toprak değildi. özerk yapıdaydı. ismen osmanlı'ya bağlı olsa da fiilen bağımsız bir ülkeydi. abdülaziz, kendi sultanlığında ''ben buradayım'' mesajı vermek için mısır'a bir seyahat düzenlemişti. devletin sarsılan otoritesini tesis etmeye çalıştı. midhat paşa ilk sadaretinde(başbakanlığında) mısır'a dış borçlanma yetkisi verdi. yabancı ülkelerle bağımsız hareket imkanı tanıdı. sultan aziz döneminde yaşanan bu gelişmeler, mısır'ın ingiliz hakimiyetine girmesine sebep oldu. o dönem avrupalıların el altından desteklediği mısır, osmanlı'ya bağlılığını iyice gevşetmişti.

    4) tunus
    tunus 1705'den beri bağımsız bir bölgeydi. abdülhamid dönemi'nde bize ait bir toprakmış gibi sunulmasını doğru bulmuyorum. 1876'da yaşanan büyük hezimet sonucunda ülkenin güç kaybetmesiyle elden çıktı. dönemin imkanları itibariyle, fransa'nın 1881'deki işgaline ne askeri ne de siyasi açıdan elimizden bir şey gelmedi.

    5) kuveyt
    iddialar arasında abdülhamid'e ciddi eleştiri getirilebilecek tek bölge kuveyt'tir. kuveyt, emirinin kendi isteğine bağlı olarak gitmişti. oldu-bitti ile ingiltere himayesine girişi kabul edildi. kuveyt emiri 1899'da bağımsızlığını ilan etmiş ve ingiltere'ye bağlılığını açıklamıştı. esasında bunun nedeni osmanlı'ya karşı bir nefretten kaynaklanmıyordu. kendilerini korumak için yaptılar. çünkü osmanlı'nın eli o bölgeye uzanabilecek durumda değildi. onlara da hak vermek lazım.

    savaş sonrası reformlar
    savaş, mağlubiyet, kaybedilen topraklar... biraz da iç açıcı şeylerden bahsetmek lazım. abdülhamid döneminde eğitim, ekonomi, tarım ve sağlık sektöründe büyük adımlar atıldı. bernard lewis bu reformları şöyle özetliyor: ''abdülhamid, efsanelerdeki kör ve uzlaşmaz irticacı(reactionary) olmaktan uzaktı. bilakis aktif ve istekli bir modernleşme taraftarıydı. saltanatının erken yıllarındaki hukuki, idari ve eğitimle ilgili reformlarının meyve verdiği ve zirve noktasını gördüğünü söylemek abartı olmayacaktır.''[1]

    eğitim
    osmanlı tarihinin en canlı eğitim hamlesi abdülhamid dönemine tekabül ediyordu. okul sayısında çok ciddi artışlar oldu. medreseler azaldı, modern okullara geçiş hızlandı. 1897'de eğitim bakanlığına ayrılan ödenek 100 bin lira iken, 1908'de 440 bin liraya ulaştı. ilkokullarda coğrafya, tarih, matematik, türkçe ve imla konularının üzerinde durulmaya başlandı. erkek ve kız çocuklarının okula gitmesi zorunlu hale getirildi. 1876'da 250 olan rüşdiye sayısı 1909'da 900'e, 6 olan idadi sayısı 109'a, 200 olan modern ilkokulların sayısı 9.000'e yükseldi.[2]

    ciddi anlamda ilk kız okulları 2. abdülhamid dönemine rastlamaktadır. keza fransa'daki ilk kız lisesi ve osmanlı'daki ilk kız lisesi aynı tarihte; 1884'de açılmıştır. abdüllatif paşa'nın ilk defa bir kız sanat okulu açma teşebbüsünde tereddüt etmesi üzerine sultan ''sen mektebi aç, ben arkandayım'' diyerek açıktan destek vermişti.[3]

    sultan hamid'in çıkardığı kanuna göre bir köy veya mektepte 50'den fazla kız öğrenci varsa burada bir kız okulu açılması zorunlu hale getirilmişti. 50'ye ulaşamayan bölgelerde kızlarla erkeklerin bir arada okutulmasına karar verildi. bu, o dönem için devrim niteliğindeydi. bu kanun maddesi ile beraber iptidai okullarda karma eğitime geçildiğini söylemek mümkün. ayrıca kız çocuklarının 7 yaşından 16 yaşına kadar eğitim görmeleri zorunlu hale getirildi. farsça ve arapça derslerin oranını azaltıp yerine ingilizce eklendi.[4]

    abdülhamid 93 harbi'nden sonra ordunun eğitimine de önem verdi. yardım için alman imparatoru'na başvurdu. 1882'de goltz paşa subayları eğitti. 4.000 sayfayı aşan alman askerlik talimnamelerini türkçe'ye çevirtti. bu çabalar sonunda 1897 yılında osmanlı ordusu yunanlıları hezimete uğrattı.

    en önemlisi de abdülhamid döneminde yetişen nesil, türkiye cumhuriyeti'nin kurucusu kadrosunu oluşturdu. inkılapçı kadronun temeli, abdülhamid döneminde açılan okullarda atıldı. bu okullarda yetişen subaylar, türkiye'yi kurtardı. bugün türkiye'de bulunan göz bebeği niteliğindeki eğitim kurumlarının neredeyse tamamı abdülhamid döneminde kuruldu. ancak abdülhamid'in uyguladığı ilerlemeci anlayış, kendisine muhalif bir güruhun oluşmasına sebep oldu. onun açtığı okullardan aydınlanarak yetişen gençler, kendilerine iktidar yolunu tıkayan bu rejimi beğenmez hale geldiler. haklı olarak. nietzche, böyle buyurdu zerdüşt'te şöyle der: ''daima öğrenci kalmak, hocaya iyi bir ödül değildir.''

    sağlık
    300'den fazla hastane açılmış, osmanlı her türlü aşıyı kendi içinde üretebilir, hatta pazarlar hale gelmişti. ortalama yaşam süresi abd ile eşitti.[5]

    kuduz aşısı
    bu dönemdeki zihniyetin küçük fakat ilginç bir örneği kuduz aşısı konusunda görülebilir. pasteur, kuduz aşısını 1885'te keşfetmişti. sultan hamid, pasteur'e, çalışmalarını istanbul'da sürdürmesini teklif etti. red yiyince 10.000 osmanlı lirası ve mecidiye nişanı'nı pasteur'e yolladı. karşılığında, üç osmanlı doktorunu onun yanında staja gönderdi. bu heyet, altı ay pasteur'ün yanında eğitim gördükten sonra istanbul'a döndü ve yeryüzünün 3. kuduz hastanesi kurdular. türkiye'de ilk kuduz aşısı ise keşfinden sadece iki sene sonra; 1887'de uygulandı.[6]

    röntgen
    osmanlı-yunan savaşı'nda yaralanan askerler röntgen cihazıyla ameliyat edildi. bu olay, savaş yaralıları üzerinde yapılan ilk röntgen uygulaması olarak dünya tıp tarihine geçti. ayrıca dr. esad feyzi, kendi imkanlarıyla bir röntgen cihazı imal etmeyi başardı. cihazın harp yaralıları üzerinde kullanılmasına önayak oldu.

    darülaceze
    sosyal yardımların devlet tarafından müesseseleşmesi de sultanın döneminde gerçekleşmiştir. bunlardan en önemlisi darülaceze'ydi. yardıma muhtaç çocukların, kendi kendine bakamayan ya da bakacak kimsesi olmayan yaşlıların, sakat kadın ve erkeklerin bu durumdan kurtarılması amacıyla kuruldu. devrine göre oldukça modern bir yapıydı. dilenciliğe karşı mücadele kapsamında gündeme alınmıştı. böylece dilencilik de kontrol altına alınmış oldu.

    hamidiye etfal hastanesi
    şimdiki şişli etfal hastanesi. abdülhamid, kızının difteriden ölmesi üzerine çocuklar için bir hastane kurmaya karar verdi ve etfal'i açtırdı. her türlü modern tıbbı malzemeye ve çeşitli laboratuvarlara sahipti. modern tıbbi yöntemlere aşina olan osmanlı doktorları için çok iyi bir uygulama alanı olacaktı.[7]

    tarım ve sanayi
    abdülhamid'in bu sektördeki en büyük atılımı tartışmasız demir yolları olmuştu. 1875'de anadolu'da 176 kilometre, rumeli'de ise 1.132 kilometre demiryolu bulunurken; 1905'de anadolu'da 2.370' km, rumeli'de ise 2.553 km'ye ulaştı. böylece anadolu'nun ekonomideki payı çok hızlı bir şekilde yükseldi. anadolu'daki müslüman-türk kesimi tarımsal bir zenginlik yaşadı.[8a]

    sultan hamid tahta çıktığında anadolu ihraç yoluyla istanbul'un tarımsal üretiminin ancak %2'sini karşılarken, bu pay ilerleyen tarihlerde %90'lara kadar çıkmış; anadolu, istanbul'u besler hale gelmişti. almanya'ya yapılan tarım ihracatı %2.200 seviyelerinde artış gösterdi. bu üretim alanları dünya pazarıyla buluşmuş oldu. içeride ucuzluk başladı. anadolu'dan yapılan tarım ihracatının değeri %45 arttı. demiryollarından devlet hazinesine gelen gelir 10 katına çıktı. tüm bu politikalar osmanlı'yı 1820-1914 dönemi arasında 0.6 bir büyüme ile dünya büyüme sıralamasında ilk 4'e kadar taşıdı.[9]

    abdülhamid içe kapalı bir ekonominin destekçisi değildi. makul gördüğü yatırım için yeri geldiğinde borçlanırdı. bunlardan birisi de demiryolu örneğidir. demir yolu için almanlara imtiyaz tanındı. bu öyle bir imtiyazdı ki ingilizler çıldırdı. hindistan'a giden süveyş'i almanlara kaptırmaktan korktular. can damarları kesilmiş olacaktı. bu sadece basit bir demir yolundan ibaret değildi. siyasi bir yönü de vardı. fakat sultan hamid, ittihatçıların yaptığı hataya düşmedi. almanlar ne kadar istekli olsa da onlarla askeri bir ittifak kurmadı. taraf belli etmedi.

    verilen garanti, ağır bir borçlanma getiriyordu. fakat almanların demir yolu döşeme tekniği fransız ve ingilizlerinkiyle mukayese edilemeyecek kadar hızlıydı. ayrıca alman sermayesinin arkasında ingiliz ve fransız bankacılığına göre daha etkin yöntemlerle çalışan deutsche bank vardı. verdiğimiz imtiyaz karşısında almanlar da ekonomik olarak elimizi rahatlatıyordu.[10]

    ne kadar büyük bir atılım yapıldığını göstermek açısından cumhuriyetin ilk yıllarıyla kıyaslamak gerekirse: tcdd'nin 2011 raporuna göre 1923-1951 arası toplam 3.764 km demiryolu inşa edildi. abdülhamid han döneminde ise bu rakam 5.883 km'yi bulmuştu. ayrıca demir yolları olabildiğince sınırlardan uzakta mevzilendirmeye dikkat edildi. böylelikle savaş zamanlarında devlet aleyhine kullanılması ihtimali düşürüldü.[11]

    tarımda iyi bir noktaya gelsek de sanayileşmede aynı grafiği yaklayamadık. iyi-kötü kendini çeviren bir sanayimiz vardı. fakat sıkıntı şurada başladı: fabrikalar için ihtiyaç duyulan makinelerin birçoğu ithal ediliyordu. bunun sonucu olarak dış ticaret açığı ve kaynak gereksinimi sürekli artıyordu. sanayiyi geliştirmek amacıyla bir gayret içine girişildi. ancak iç çekişmeler, isyanlar gibi sebeplerin yanında kapitülasyonların da etkisiyle kalkınma çalışmaları hedefine ulaşamadı. avrupa tipi sanayi tesislerini ülkeye kazandırma gayretlerimiz maalesef başarısız oldu.

    sanayi tesislerinin kötü yönetimi de başarısızlıkta önemli rol oynadı. tesisler genel olarak devlet eliyle kurulmuştu. fakat devleti yönetenlerin bu fabrikaları rekabetçi bir mantıkla işletebilecek tecrübeleri yoktu. müslüman-türk kesimi de yeterli bilgi-beceriye sahip değildi. zaten ingiltere, almanya gibi sanayi devrimini yaşamış ülkelerle, bizim devletçi tesislerimiz serbest rekabet ortamında mücadele edemezdi. ingiltere'nin kömür rezervleri çok fazlaydı ve kolay çıkarılabiliyordu. sanayi devrimine öncülük eden bu ülkelerle baş edemedik. fakat biz de elimize göre hiç fena oynamadık.

    borçlar
    abdülhamid tahta çıktığında osmanlı'nın toplam borcu 252 milyon liraydı. borç sahiplerini tek tek çağırdı ve düzenli ödemeye ikna etmeye çalıştı. öncelikle bir kaç kalem vergiyi doğrudan borç sahiplerine bağlayarak risk problemini ortadan kaldırdı. çünkü risk ne kadar düşükse, borcun faizi de o kadar düşük olur. ilk aşamada borçların bir kısmını sildirdi, bir kısmını ise takside bağladı. bunun yanı sıra tahtta kaldığı süre boyunca 63 milyon lira borç almıştı. bu borçla genellikle eski borçlar ödedi. çünkü eski borçların faizi daha yüksekti. düşük faiz ile borç alıp eski borcu kapatmak mümkündü. yani osmanlı batağa saplandığı için değil, ekonomik olarak güçlendiği için borç ile borç kapatma yönetimini kullandı. tahttan indiğinde 252 milyon liralık borç, 25 milyon liraya düşmüştü.

    bunda düyun-ı umumiye'nin de büyük katkısı oldu. şimdiki imf gibi düşünebiliriz. tuz, şeker gibi tekel ürünlerinin gelirlerinin bir kısmını yabancılar topluyordu. peyderpey alacaklarını temin ettiler. borçlar düzene girdi. istikrar sağlandı. borç mevzusu, yabancıların sopası olmaktan çıktı. günümüzde bazı içe kapanmacı ulusalcılar düyun-ı umumiye'yi öcü gibi görüyor. ülkenin sömürüsü olarak nitelendiriyorlar. velev ki öyle olsun. fakat iflasın eşiğinde, borç batağındaki bir imparatorluk için daha makul bir çözüm var mıydı?

    bu süre boyunca halk hiçbir şekilde zora düşmedi. abdülhamid döneminde enflasyon yok denecek kadar azdı. gelirler artmış, giderler düşmüştü. temel gıda maddeleri çok ucuzdu. hatta şöyle bir anektod vardır: sultan hamid vefat ettiğinde cenazesi mahalle aralarından geçirilirken pencerelerden kadınlar çıkmış ve şöyle haykırmışlar: ''bize ekmeği 10 paraya yediren, kömürün okkasını 5 paraya aldıran padişahım! bizi bırakıp nereye gidiyorsun?''

    abdülhamid para işlerinden en iyi anlayan sultandı. henüz şehzadeyken maaşını çok iyi değerlendirir, çeşitli ticari faaliyetlerde bulunurdu. koyun ticareti, maden işletmeleri gibi birçok sektörden ciddi paralar kazanmıştı. avrupa borsalarında hisse senetleri alıp satarak büyük bir servet yaptı. o dönemde kardeşleri borç içindeyken kendisi henüz tahta geçmeden parayı bulmuştu. sultanlığı döneminde tasarrufluluğu yüzünden adı pinti hamid'e çıkacaktı.

    donanmayı haliç'te çürüttü mü?
    abdülhamid hakkında en çok dile getirilen eleştirilerden biri de donanmayı haliç'te çürümeye bırakmasıdır. bu ve benzeri tartışmalı konuları araştırdıkça, sultan üzerinde neden mutabık kalınamadığını daha iyi anladım. çünkü neyi neden yaptığının anlaşılmadığını ve niyet okumalara girişildiğini düşünüyorum.

    sultan aziz döneminde, donanmamıza çok sayıda buharlı savaş gemileri kazandırılmıştı. fakat bu gemiler altyapılarıyla beraber gelmiyordu. yukarıdaki sanayileşmenin neden başarısız olduğundan söz ettiğim kısımda değinmiştim: buharlı gemilerin bakımı, tamiri ve kullanımı konusunda dışarıya muhtaçtık. sultan aziz dönemine göre modern gemilerimiz vardı fakat onu işletecek teknik elemanınız ve subayınız yoksa neye yarar? yaramadı da. 93 harbi'nde etkili olmadı. donanma atıl kaldı.

    ilber ortaylı, gazi mustafa kemal atatürk kitabı'nda şöyle diyor: ''buharlı makine teknolojisi çok hızlı gelişim gösteriyordu. mesela alındığı zamanın en iyi gemisi olan bir buharlı gemi, birkaç sene içerisinde demode olabiliyordu. bu gelişmeleri takip edebilmek bizim için zor ve pahalıydı.'' iflas eden bir osmanlı için donanmanın ihtiyaçlarını karşılamak imkansız hale gelmişti. gemiler kömürle çalışıyor, ülkede kömür yok. ingiltere değiliz ki bol kömür yataklarımız olsun. zaten olanları da işlemesi zor. peki n'apalım? atsan atılmaz, satsan satılmaz. geriye tek seçenek kalıyor: donanmanın haliç'te tutulması, hapsedilmesi, çürümeye bırakılması. artık ne derseniz.

    abdülhamid donanmaya önem vermedi mi? bilakis onun döneminde avrupa'da yeni yapılan üstün vasıflı kruvazörler ve zırhlılar ile donanma kuvvetlendirildi. birkaç yıl sonra milli mücadele liderlerimizden rauf orbay, bu kruvazörlerle tarih yazacaktı. balkan savaşı sırasında yunan donanması çanakkale'yi abluka altına alınca, akdeniz'e hamidiye isimli bir gemiyle açılan orbay, tarihin ilk korsan kruvazör harekatını gerçekleştirdi. sırbistan'da askeri tesisleri bombaladı ve düşmana ait savaş gemilerini batırdı. harekatın ardından kendisine "hamidiye kahramanı" unvanı verildi.

    sultan hamid döneminde osmanlı, ilk torpido atabilen denizaltı alan ülkeler arasına girmişti. 1904 yılında basra ile bağdat arasında toplam altı vapur işletilmiş; iki vapur işleten ingiliz lynch şirketi ile sıkı bir rekabete girebilmiştik.[12] istanbul'a giren buharlı tekne sayısı 1888'de 1548 iken, 1904'de 5161'e yükselmişti.[13] bu örneklerle, osmanlı canlandıkça donanmaya verilen önemin arttığını görebiliyoruz.

    sultan hamid'in birincil hedefi iyi bir kara ordusu meydana getirmek ve olası rus tehdidini savuşturmaktı. kara ordusunu ihmal edemeyeceğinden donanmayı ihmal etmek zorunda kaldı. ayakta kalma çabasındayken öncelikle kara ordusuna sahip olmamız gerekiyordu. bunun en büyük örneği, çanakkale'nin istihkamını çok önceden yaptırmış olmasıdır. evvelden tedbir alıp bölgeyi toplarla, tabyalarla sağlamlaştırmıştı.

    israil meselesi
    siyonizmin kurucularından thedor herzl, abdülhamid ile yıldız'da bir görüşme gerçekleştiriyor. herzl, gazeteci sıfatıyla saraya geliyor. filistin'de yahudilere vadedilmiş topraklar olduğunu düşünüyor ve orada yahudi yurdu kurmak istediğini söylüyor. ''yahudiler tüccar kavimdir, ticaretle uğraşır, çalışkandır'' diyor. ''osmanlı bünyesine girerse burayı ihya eder, devleti zenginleştirir, tıkır tıkır vergisini verir'' diyor. ''düyun-ı umumiye'den mason kankalarım var, kalan borçlarınızı da bir şekilde hallederiz'' diyor. abdülhamid ise o bölgede yahudilerin birlik kurmasını istemiyor ve kuzey ırak taraflarında dağınık olarak yerleşebileceklerini söylüyor. fakat bu teklifi de theodor herzl kabul etmiyor.[8b]

    eğer kabul etseydi çok büyük ihtimalle bugün israil ile komşu olacaktık. fakat sultan hamid, israil meselesini siyasal bir mesele olarak görmüştü. çünkü musevilerin filistin'e gelmesi, yahudi sorununu doğuracaktı. ayrıca bölgede çıkar peşinde koşan büyük devletlere fırsat doğacak ve bunu bahane ederek karışıklıklar çıkaracaklardı.

    müzik zevki
    alaturka sevmez. batı musikisi hayranıdır. kendi ağzından açıklamaları şöyledir:

    ''doğrusu, alaturka musikiden pek hoşlanmam. alafranga musikiyi tercih ederim. bilhassa opera ve operetler pek hoşuma gider. hem size bir şey söyleyeyim mi? alaturka dediğimiz makamlar türklere ait değildir. yunanlılardan, acemlerden, araplardan alınmıştır. türk çalgısı davulla zurnadır, derler. benim bunda da tereddüdüm vardır. bu iki çalgı da arapların imiş. bir tarihte, türkistan taraflarında seyahat etmiş bir zattan tahkik ettim. o tarafların köylerinde eskiden beri çalınan çalgı sazmış. bizde de anadolu'nun asıl türk köylerinde daima saz çalınırmış.''[14]

    burada dikkatimi çeken bir detay, beğenmediği çalgıyı türklere yakıştırmayacak kadar türk milliyetçisi olmasıdır. ittihad-ı anasır(osmanlı uluslarının kardeşliği) politikasına sahip imparatorluğun padişahının özünü unutmaması, dikkate değer bir meseledir. ayrıca abdülhamid'le ortak noktamız olmasına sevindim. davul-zurna kadar çirkin bir ikili olamaz.

    türkçülüğün devlet nezdindeki konumu
    günümüzde yaygın kanaat, padişahın yalnızca panislamist görüşe sahip olduğu yönündedir. bu doğru değildir. abdülahmid türk olduğunun farkındadır ve gereklerini yerine getirir. berlin anlaşması'nın giriş cümlesinde kendisinden ''türkistan devletinin başkanı'' diye bahseder. o dönemde böyle bir algıya sahip olması çok önemlidir. bugün insanlar, abdülhamid'in böyle bir kanaata sahip olacağına ihtimal dahi vermiyor. oysa sultan türkçe'yi sürekli resmi dil olarak vurguluyordu. kamu alanın her tarafında türkçe bilme mecburiyeti koydurdu. o dönemdeki ilkokul kitaplarında çocuklara türklük bilinci aşılanıyordu.[8c]

    93 harbi çıkarken abdülhamid şu sözleri sarfetmişti: ''10 milyon nüfusumuz var. karşımızda ise 80 milyon rus var.'' esasında osmanlı nüfusu 30 milyon. fakat sultan 10 milyon türkten bahsediyor.[15] 2. meşrutiyet'in ilanından önce duyduğu endişeyi ise şöyle belirtiyordu: ''eğer bu menfaat kanun-i esasi'nin ilanında ise o da yapılır. fakat iyi tatbik olunur mu? türkün menfaati mahfuz(korunmuş) kalır mı? burasını kestiremiyorum.''[16] burada ilk planda türkün menfaatini vurgulamış olması çok önemlidir. abdülhamid, nihal atsız gibi bir türkçünün kendisine methiyeler düzdüğü bir adamdır.

    kürt ve ermeni politikası
    büyük devletler, 1878 berlin antlaşması'ndan sonra osmanlı'yı parçalama sürecini başlatmışlardı. antlaşma ile anadolu'da ıslahat yaptırıp ermenilere bağımsızlık kazandırmak istiyorlardı. osmanlı ise buna karşılık merkezi yapının güçlendirilmesine yönelik önemli reformlar gerçekleştirdi. bunlardan biri de doğudaki ermeni çetelerin saldırılarını arttırması sonucunda hamidiye alaylarının oluşturulmasıdır. kürtlerden seçilen bu birlik, doğudaki rus destekli ermeni çetelerine karşı koyup onlarla savaştılar. giderek büyüyen rus tehdidine ve ermeniler arasındaki çeteci örgütlenmeye karşı güvenlik unsuru oldular. aynı zamanda kürtlerin devlete olan sadakatlerini pekiştirmek gibi bir amaç da taşıyordu.

    kürtler, sultan hamid'i çok seviyordu. ona ''bavê kurdan''(kürtlerin babası) lakabını takmışlardı. sultan, kürt aşiretlerin çocukları için özel okullar açmıştı.[17] doğu anadolu halkının devletle bütünleşmesinde abdülhamid'in büyük hizmetleri oldu.

    halifelik
    halifelik, tümüyle modern dünyaya özgü bir dış politika aracı olarak görülüyordu. sultan hamid'le beraber yeniden canlandırıldı. dış siyasetin hızla önem kazandığı bir çağda halifelik, osmanlı sınırları dışındaki islam aleminde bize prestij sağlıyordu. yabancı egemenliğine giren islam toplumları, türk sultanına bir çeşit hakimiyet atfetmeye başlamıştı. sömürgeleri sebebiyle ingilizler, kağıt üzerinde en çok müslümana sahip ülkeydi. sömürülerini dizginlemekle mükelleftiler. sultan bu zaafı ingilizlere diplomatik silah olarak kullandı. bu nedenle abdülhamid buhara'dan fas'a kadar islam aleminin dört yanına adamlar göndererek ilişki aradı.

    padişaha suikast teşebbüsü
    1800'lü yılların sonuna doğru ermeniler, avrupalıların ve rusların kışkırtmalarıyla bağımsız olabilmek için isyanlar çıkardılar. abdülhamid taviz vermeyince ermeni teröristler sultanı en büyük düşman olarak gördüler. kızıl sultan lakabı da bu dönemde avrupa basını tarafından yakıştırılmıştı. uzun süren takip sonucunda abdülhamid'e suikast yapmaya karar verdiler. bir cuma namazı sonrası 80 kilo patlayıcı madde ihtiva eden bombalı arabalarıyla yıldız camii'ne geldiler. plan görünüşte işliyordu. ancak namaz bitiminde şeyhülislam cemaleddin efendi, ikinci abdülhamid'in yanına gelerek sultanı lafa tuttu. bu arada saatli bomba müthiş bir gürültüyle patladı. cemaleddin efendi tarafından tesadüfen birkaç dakika oyalanan sultan hamid, suikasttan kılpayı kurtuldu. fakat maalesef çevredeki 26 kişi hayatını kaybetmişti.

    sultan ikinci abdülhamid'e suikast teşebbüsü bütün dünyada yankı uyandırmış, avrupa sonradan teröristlere sahip çıkmasına rağmen suikastı kınamıştı. bombacılara alkış ise içimizdeki bir şairden tevfik fikret'ten geldi. suikastın başarısızlığına duyduğu üzüntüyü "bir lahza-i teehhür (bir gecikme anı)" isimli bir şiirle dile getirdi. mısralarında teröristleri şanlı bir avcıya benzetip bombanın erken patlamasına şu şekilde üzülüyordu:

    "ey şanlı avcı damını bihude kurmadın
    attın fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!''

    bunun adı terörist seviciliğidir. onlarca insanın kanına giren bir teröriste methiye düzmek ancak bizim entel-dantel tayfanın yapacağı bir iştir. türkiye'de aydın geçinen zümre her daim kendi milletinin değerlerine sırt çeviren, kendi tarihine küfreden kişiler olmuştur.

    istibdad dönemi
    sultan hamid malum; otoriter yönetimiyle meşhurdur. ismi her zaman istibdad rejimi ile birlikte anılır. 93 harbi'ni ve savaş koşullarını ileri süren sultan 1878'de meclisi kapatmıştı. bu dönemde muhaliflere karşı sert bir tutum takınmıştı. meşrutiyet yanlıları sürgün edildiği gibi hafiyelik ağı kurulmuştu. jurnalcilerin ihbarları sürekli yıldız'a akıyordu. basın üzerinde yoğun bir sansür uygulanmıştı. sultan, paranoyaya varacak kadar baskıcı ve kuşkucuydu. fakat hiçbir zaman eli kanlı bir diktatör olmamıştı. 33 yıllık iktidarında sadece 2 kişi(mithat ve mahmut celaleddin paşa) ölüme mahkum edilmişti. teröriste ''şanlı avcı'' diyen tevfik fikret ne sorguya çekildi ne de vatan haini ilan edildi.

    abdülhamid sürgün ettiği kişilere bile gurbette dara düşmemesi için kendi mal varlığından maaş bağlatan bir adamdı.[18] otoriter yönetim ile totaliter yönetimi, totaliterle de diktatöryel yönetimi karıştırmamak lazım. birkaç gün sonra 2020 bitecek. ben bu saydıklarımın en hafifine dahi karşıyım. aklı başında olan her insan da karşıdır. fakat monarşilerin dünyaca kabul gördüğü bir dönemi ''padişahlık falan bunlar tek adam rejimi abi'' diye eleştirmek anakronizme girer. öyle bir dönemden bahsediyoruz ki rus çarı 2. aleksandr, fransa cumhurbaşkanı karlov, abd başkanı lincoln suikastle öldürülmüş; abdülhamid üç darbe, bir de suikast teşebbüsü atlatmış. böyle bir ortam, kişiyi mütemadiyen otoriter kılar. fakat abdülhamid ölçüyü hiçbir zaman kaçırmamıştı.

    istihbaratın gücünü bildiği için çok kuvvetli bir istihbarat teşkilatı kurmuştu. baskı, sansür ve jurnalcilik konusunda komik ve abartılı boyutlara kaçtı. hafiyelik, baskıcı ortamın oluşmasında büyük etken olmuştu. 1875'den beri üst üste yaşadığı olaylar sonucunda her şeyden şüphelenir hale gelmişti. fakat bu sayede dünyadaki gelişmelerden haberdar oluyor ve duruma göre hareket ediyordu. bunun en iyi örneği ingiliz ajanı vambery ile arasında geçen diyalogtur.

    ingilizler vambery'i aracı yaparak abdülhamid'e şunu diyorlar: ''rusya size saldıracak. dikkatli olun, bizim yanımızda kalın'' abdülhamid'in cevabı: ''bu gülünç hikayeyi anlatan ilk kişi siz değilsiniz. hakikaten insanlar beni rusya'nın hazırlıklarını ve niyetlerini göremeyecek kadar aptal ve dikkatsiz mi görüyorlar? ben rusya'nın değil karadenizdeki filosunu, kayıklarının bile sayısını bilirim. ben bütün hayatımı bu memleketin selamet ve güvenliğine adadım. eğer rusya'nın boğaziçine çıkartma yapması gibi önemli gelişmeler karşısında gereken dikkati vermezsem, bu mevkiiyi işgal etmeyeyim daha iyi.''[8d]

    bir diğer örnekte ise, sultanın teşkilatının eski adamları sayesinde atatürk'ün hayatı kurtarılacaktı. iki musevi hafiye, 1920'de mustafa sagir adlı ingiliz ajanının atatürk'e suikast yapma amaçlı yola çıktığını haber vermişti. atatürk'ün hayatı belki de bu sayede kurtulmuştu.[19]

    abdülhamid'in bazı hareketlerinin paranoyaya vardığı bir gerçektir. mesela gece sarayın tüm ışıklarını yaktırması, saraydan çok az çıkması, yalan-yanlış istihbaratların geldiği hafiyelik ağı, komik denecek raddeye varan kelime sansürleri gibi. örneğin murat sözcüğünün yasaklanması sultan murat yüzünden, boya ya da sakal ise padişahın boyalı sakalına işaret ettiğinden yasaklanmıştı. hatta bazen sırf ses benzeşiminden yasaklanmış sözcüklere de rast gelinmiştir. örneğin tahtakurusu, ''tahtın kurusun'' biçiminde algılanabileceğinden yasaklanmıştı. ilber ortaylı, gazi mustafa kemal atatürk kitabı'nda türkiye'nin o ilginç dönemi için affedilmeyecek kurumun sansür olduğunu belirtiyor.

    isdibdadın halktan ziyade siyasilere uygulandığını belirtmek gerekir. bakkal hasan amca'dan ziyade muhalif siyasiler bu baskıya maruz kalıyordu. bunun en güzel örneğini bulgaristan'dan gelmiş olan gabriel arie, 1893'te bir raporunda şöyle gösteriyor: ''bir bulgar, türkiye'ye geçince gözüne çarpıcı gelen ilk şey, aldığı özgürlük dolu soluk oluyor. kuramsal olarak despot bir hükümetin yönetimi altında olsa bile, insan anayasal bir devlette bulacağından daha fazla bir özgürlük duygusu yaşıyor. hatta bir hükümetin varlığını bile hissetmiyor. insanı taciz eden polislerin, ağır vergilerin, yoğun kamu hizmetlerinde çalışma zorunluluğunun olmamasını sultanın gayrimüslim tebasının takdir etmesi gerekir.[20]

    türkiye'de abdülhamid uzmanı olarak bilinen; arşivlerde çalışıp akademik yayın yapan vahdettin engin hoca, sultanın aslında birçok konuda uzmanlara danışarak karar verdiğini şöyle açıklamaktadır:

    ''müstebid bir padişah olarak bilinen ve saltanat yıllarına istibdat dönemi adı verilen sultan, aslında birçok konuda uzmanlara danışmadan karar vermiyordu. esas itibariyle de yıldız sarayı’nda, her zaman danışabileceği, güvendiği devlet adamlarından oluşan bir ekibi vardı. çoğu zaman da ilgili uzmanlardan yazılı raporlar istiyordu. kendisinin vereceği en son karar öncesinde uzmanların görüşünü alması ve ondan sonra kesin kararını vermesi bana ilginç gelmişti. bu tarz çok sayıda örnek görünce, abdülhamid'in çalışma sistemi hakkında daha iyi fikir sahibi oldum ve şu kanaate vardım: abdülhamid idaresi aslında merkezi yönetimin güçlü olduğu bir nevi başkanlık sistemi gibi işliyordu ve bu yönüyle başlı başına önemliydi. çünkü geniş bir coğrafyaya yayılmış olan devleti ayakta tutabilmesi buna bağlıydı.''[21]

    abdülhamid'i sırf "istibdat yönetimi ve kızıl sultan" üzerinden okumayı pek aklıselim, iyi niyetli ve rasyonal bulmuyorum. artan modernizasyon, teknolojik gelişmeler ve bürokratik devlete dönüş -bir çok devlette olduğu gibi- bizi de daha müdahil ve otoriter bir devlet haline getirmişti. tıpkı cumhuriyet'in ilk yıllarındaki gibi. rejim değişikliği yaşadığımız o günlerde eski rejimin adamları yani ittihatçılar birer birer idam ediliyordu. devrimlerin oturması için epey kan döküldü. sadece şapkayı takmamak için muhalefet edenler arasından bile idam edilenler olmuştu. nasıl ki o dönemi değerlendirirken içinde bulunduğumuz şartları göz ardı etmiyorsak, abdülhamid döneminde de aynı metodolojiyi uygulamalıyız.

    jön türkler doğuyor!
    burada cevaplaması zor soru; muhalefet mi otoriterleşmeyi getirdi, yoksa otoriterleşme mi muhalefeti? cevap meçhul. fakat her halükarda jön türkler abdülhamid'i başarısız buluyorlar. devleti iyi idare edemediğini düşünüyorlar. çözüm olarak meşrutiyetin yeniden ilan edilmesi gerektiğini düşünüyorlar. buradaki muhalefet, bir süre sonra nefrete dönüşüyor. örneğin enver paşa'nın en büyük hayali sultan hamid'i tüfekle vurmaktı.

    ülkenin iyi eğitim almış gençleri, kendi düşüncelerinin iktidara yükseldiğinde devletin daha iyi yerlere geleceğini düşünüyordu. jön türkler, ittihat ve terakki cemiyeti'nde teşkilatlandılar. atatürk de onların arasındaydı. fakat ittihatçılardan farkı ihtiyatlı oluşuydu. ittihatçılardan bir kesim, sultanı devirdikten sonra her şeyin güllük gülistanlık olacağını düşünüyordu. fakat gazi paşa, ali fuat paşa, fethi okyar gibi gençler ise daha temkinliydi ve işin sonrasını da hesaba katıyordu.

    abdülhamid bu gençleri anlayamadı. sürekli ingilizlere alet olduğunu düşünüyordu. bu muhalif kesime nefes aldırmadı. ittihatçıların toplanabileceği tek yer kalmıştı: mason locaları. bu yüzden ittihatçıların hemen hemen hepsi masondu. sultan hamid, onlara toplanabilecekleri başka hiçbir yer bırakmamıştı. şimdiki islamcı güruh, ittihatçıların masonluğu üzerinden bayağı bir komplo teorileri üretiyor. fakat gerçeğin bunlarla alakası yok. ittihatçılar ancak mason cemiyetlerinde teşkilatlanabilmişti. sultanın eli oraya uzanamıyordu.

    1890'ların başlarında harbiye, tıbbiye ve mülkiye'de okuyan bazı öğrenciler arasında başlayan muhalif hareketler iyice büyümeye başlamıştı. buna sebep olan bir etmen de ermenilerdi. ermeni isyanları arttıkça muhalefetin sesi daha da yüksek çıkmaya başlıyordu. anadolu'da her geçen gün çoğalan ermeni isyanları, istanbul'a sıçrayarak bir krize dönüştü. bu kriz, darbe teşebbüsünü de beraberinde getirdi. bundan sonra olacakları tahmin etmek zor değildi. tutuklamalar ve sürgün dalgası birbirini izledi. sultan hamid'in mutlak/otokratik yönetimi daha da belirginleşti; baskı, sansür, jurnal ve sürgün gibi uygulamalar daha da artmıştı.

    ittihatçılar, ermenilerin abdülhamid'in yönetim şeklinden dolayı isyan ve teröre karıştıklarını düşünüyorlardı. osmanlı eğer anayasal yönetime geçerse ermeni hareketlerinin son bulacağına inanmışlardı. o yüzden sultana karşı birlikte hareket etmeye başladılar. ittihatçılar, abdülhamid yönetimini devirmek için osmanlı'nın tüm gayrimüslimlerini birleşmeye davet etti. yayınladıkları bildiride, gizli teşkilat yapısının kuvvetlendirilmesi, ihtilal için ordunun içinde propagandaya girişilmesi, vergi vermemeye yönelik halka propaganda yapılmasına dair söylemler vardı.[22]

    ittihat ve terakki cemiyeti
    abdülhamid'in kurduğu istibdat rejimi sürdürülemez görülüyordu. bu yüzden ittihatçılar, dönemin şair ve yazarları meclisin tekrar ilan edilmesi gerektiğini savundular. büyük bir kitleye ulaştılar. ittihatçılar, başlangıçta devletin anayasal bir düzene kavuşmasını amaçlayan gizli bir örgüttü. fakat gittikçe taban kazandılar. eli silahlı bu genç subaylar çok iyi örgütlenmişti. hatta bu uğurda dağa çıktılar. abdülhamid'e meşrutiyeti zorla kabul ettirmek üzere isyan başlatarak resneli niyazi önderliğinde birtakım ittihatçı dağa çıkmıştı. bu olay, ikinci meşrutiyet'in ilan edilmesine öncülük etti. bu isyanı bastırmak için sultanın görevlendirdiği şemsi paşa suikaste kurban gitti.

    abdülhamid artık çaresizdi. içeride ve dışarıda çok yorulmuştu. hatta ''gelişmeler karşısında suyun akışına gideceğim.'' şeklinde bir ifadesi vardı.[8e] ittihatçıların isyanlarına daha fazla dayanamadı ve 2. meşrutiyet'i ilan etmek zorunda kaldı. 23 temmuz 1908 gecesi sessiz bir şekilde meşrutiyet'i ilan edildi. kısa süre içerisinde ittihat ve terakki cemiyeti, padişahı denetleyen siyasi parti halini aldı. abdülhamid ve ittihatçıların kaderleri birleşti.

    2. meşrutiyet'in ilanı
    meşrutiyetin ilanı, ittihatçıların büyük başarısıydı. her ne olursa olsun, cemiyetin gücünü belgeleyen bir gelişmeydi. meşrutiyetten sonra cicim ayları başladı. ittihatçılar ve abdülhamid'in buluştuğu bir toplantıda karşılıklı iltifatlar yapılıyordu. yemekte abdülhamid şöyle diyordu: ''o kadar mesut ve bahtiyarım ki tarif edemem.'' ittihatçılardan talat bey de ''milletinizle beraber ilelebet mesut olunuz'' diyordu. şimdi okurken gözlerimiz yaşarıyor tabi. ittihatçıların dinamizmiyle, padişahın tecrübesinden daha güçlü bir osmanlı doğacağını düşünüyoruz. fakat iktidar mücadelesi sert oldu. ittihatçılar hafiyelik teşkilatını kaldırdı, devlet istihbaratsız kaldı. genel af çıktı. bütün cezaevleri boşaldı. meşrutiyetin ilanında sonra yeşeren özgürlük umutları sadece birkaç ay sürdü. akabinde ölümler, idamlar, savaş ve çöküş bizi bekliyordu.

    meşrutiyetin ilan edilmesinde, arnavut, rum, bulgar, ermeni ve mason örgüt ve komitelerinin de ittihatçılara yardımları ve işbirliği büyük rol oynadı. ancak meclis tekrar açıldıktan sonra gayri müslim milletvekilleri, kendi milletlerinin bağımsızlığı yolunda faaliyetlere girişmişlerdi. bu durum karşısında, ittihatçılar türkçülük politikasını uygulamaya yöneldi. azınlıkları hükümete geçebilmek için kullandı. artık osmanlı'da ittihad-ı anasır politikası geçerliliğini yitirmişti. oysa sultan hamid, rumlar gücenir diye istanbul'un fetih kutlamalarını dahi yasaklamıştı.

    ittihatçılar tebrikleri kabul ediyor
    meşrutiyetin ilanın sonra fransız ve ingilizlerden oldukça olumlu yankılar geldi. birer birer osmanlı'yı tebrik etiler. bir anlamda jön türk devrimi olarak gördükleri bu olayı, aynı zamanda sultan abdülhamid rejiminin yıkılması olarak değerlendiriyorlardı. yıkılmasını istemelerinin en önemli nedeni, sultan'ın bağdat demiryolu imtiyazını almanlara vermesiydi. ortadoğu'daki çıkarlarının zedeleneceğini düşünerek tepkilerini açıkça ortaya koymuşlardı. şimdi ise tekrar eski günlere dönüleceğini umut ederek jön türklere tebriklerini sunuyorlardı. ittihatçılar da avrupa'dan ittifak arayışındaydı. dolayısıyla tebrikleri sevinçle karşıladılar.

    meşrutiyetin de gazıyla, bu devletlerle ittifak yapma çabasına girdik. ingiltere, fransa ve rusya'ya birinci dünya savaşı'na kadar birkaç kez ittifak çağrısında bulunduk. ancak yapılan görüşmelerde her bir devlet, diğer devletlerin onayı olmadan ittifak teklifini kabul edemeyeceklerini bildirdiler. bir nevi bizi başlarından savdılar. zaten niye alsınlar ki? adamlar kırım'dan beri bizim ayakta kalmamızı değil, yıkılmamızı istiyorlardı. bundan sonrası için bize iki seçenek kalıyordu: tarafsız kalmak ya da almanya’yla ittifak kurmak. ittihatçıların bir kısmı almanya'yla ittifak kurmanın en doğrusu olduğunu düşünüyordu. ayriyeten ittihatçılarda kaybedilen toprakları geri almaya yönelik yayılmacı bir anlayış da hakimdi.

    31 mart olayı
    meşrutiyetin ilanıyla beraber her şey bir anda değişmişti. itthatçılar eski rejimin adamlarını tasfiye etmeye başladılar. bunun üzerine kendilerine de bir muhalefet oluştu. bir kısmını baskıyla, bir kısmını kurşunla susturdular. bunlardan biri de fehmi bey'di. hasan fehmi gazeteciydi. yazılarında ittihat ve terakki yönetimini sert bir dille eleştiriyordu. ittihatçılarca vurularak öldürüldü ve türkiye'de ilk basın şehidi olarak tarihe geçti. öldürülmesinden sonra gelişen olaylar 31 mart olayını tetikledi. muhalefet ayaklandı. basın veryansın etti. askerin ittihatçılarla zıtlaşması başladı.

    31 mart vakası bir anda patlak vermedi. fehmi bey'in katli gibi altyapısını hazırlayan bir takım gelişmeler oldu. mesela istihbarat teşkilatının kaldırılmasıyla beraber devletin bilgi akışı kesildi. zaafiyet oluştu. önemli gelişmelerden bihaber kalındı. ittihat terakki kendi istihbarat örgütünü; teşkilat-ı mahsusa'yı çok sonradan kuracaktı.

    meşrutiyet öncesi abdulhamid, başkanlık sistemindeki gibi tek başına atamalar yapabiliyordu. anayasayla beraber nazırları ittihatçılar atamaya başladı. harbiye nazırlığı önemli bir makamdı. ittihatçılar recep paşa'yı getirdi. ardından abdulhamid, recep paşa'yı yıldız sarayına çağırdı ve uzun bir görüşme yaptılar. recep paşa kendisine besa verdi. besa, arnavutlar için büyük bir yemin anlamına geliyor. padişaha sadık kalacağına dair yemin etti. paşa göreve başladıktan sadece bir gün sonra öldürüldü.

    recep paşa ittihatçıydı. onun gibi birçok paşa yıldız'a gitmişti. ittihatçılar öldürmüş olamazdı. abdülhamid zaten paşa'yla anlaşmıştı. dolayısıyla devreye ingiliz faktörü giriyor. çok meşhur bir söz vardır: ''bir suda iki balık kavga ediyorsa, oradan beş dakika önce uzun bacaklı bir ingiliz geçmiştir.'' burada yabancı parmağı aramazsak taşlar yerine oturmuyor. ingilizler hem ittihatçılardan hem de abdülhamid'ten kurtulup kendilerine bağlı bir grubu istedi. tıpkı şeyh sait isyanındaki gibi islamcıları ve özerk yapının destekçilerini kışkırttı.

    bu olayla beraber ittihatçılarla abdülhamid'in beraber gitme ihtimali ortadan kalktı. iki taraf da birbirini suçluyor ve şüpheleniyordu. yol ayrımı yaklaşmıştı. 31 mart ''geliyorum'' diyordu. meşrutiyetin ilanıyla beraber hürriyet kavramının mahiyeti herkesçe tartışılmaya başlandı. her gün bin kişilik sarıklı, padişaha geliyor ve bazı taleplerde bulunuyorlardı. mesela kadınlar sokağa çıkmasın, tiyatrolar yasaklansın, meyhaneler kapatılsın, fotoğraf yasaklansın gibi. gericilerin özgürlük anlayışı da buydu. fakat yanlış adamdan medet umdular. zira abdülhamid, ilk kez kuran'ın tercümesini yayınlatan ve peçenin islamda yeri olmadığını söyleyecek kadar batı zihniyetine sahip biriydi. tüm bunlar giderek gergin bir ortamın oluşmasına sebep oldu.

    ipler harbiyede koptu. ittihatçıların subayları donanımlı, ordunun avcı taburları ise alaylıydı. ittihatçılar alaylıları ordudan tasfiye etti. avcı taburları buna isyan etti ve sokaklara döküldü. sokaklarda 100'e yakın insanı öldürdüler. her gün padişaha isteklerini belirten şeriatçı kesim de bu taburun arasına karıştı. kaos gittikçe büyüyordu. olaylar üzerine ittihatçılardan ismail canbulat ''meşrutiyet mahvoldu!'' şeklinde selanik'e; ittihatçıların merkezine telgraf çekti.

    aralarında bulgar ve makedon çetelerinin de bulunduğu hareket ordusu, isyanı bastırmak için istanbul'a yollandı. mahmud şevket paşa bu ordunun lideriydi. o gün ordusuna yaptığı konuşmayı her dinlediğimde tüylerim diken diken oluyor. tam bir ihtilal konuşması. abdülhamid'e muhabbet besleyen adamı bile zıvanadan çıkaracak cinsten. (hızı x1.5 yapınca ganyotçu'ya benziyor)

    isyan bastırıldıktan sonra mahmud şevket paşa ile harbiye nazırı salih paşa, hahambaşı haim nahum'u ziyaret etti. her iki paşa da yahudilerinin verdiği destek için teşekkür etti. diğer cemaatleri de ziyaret eden hareket ordusu kurmay kadrosu, ayrıca istanbul halkına bir bildiri yayınladı: ''vatanın bölünmezliği ve meşrutiyet her daim korunup kollanacaktır.'' bu bildirinin benzeri 1960, 1971(muhtırası) ve 1980 darbelerinin olduğu yıllarda da görülecekti. tek değişen, meşrutiyet kelimesi yerine cumhuriyet olacaktı.[23]

    31 mart, dönemin gazetelerinde şöyle adlandırılıyordu: hareket-i askeriye, hadise-i askeriye vs. askeri bir isyan olarak ele alındı. fakat bu olay ne sadece basit bir askeri ayaklanma ne irticai hareket ne de basit bir ihtilal fitiliydi. 31 mart vakasının ne olduğunu bugün bile hala daha bilmiyoruz. tam bir muamma. çünkü evraklar 100 senedir günyüzüne çıkmadı. bu da spekülasyonları daha da körüklüyor. 31 mart'ın arkasında ittihatçıların, ingilizlerin ve hatta ucu kendisine dokunmuş olsa bile abdülhamid'in dahi parmağının olduğunu iddia edenler var. belgeler ortaya çıkmadıkça olayın mahiyetini kimse tam olarak anlayamayacak.

    sultanın devri kapanıyor
    sultanın tahttan indirilmesinin hukuki olarak meşrulaşması için fetva verilmesi gerekiyordu. formalite icabı da olsa olayın meşru bir zeminde gerçekleşmesi için önemli bir adımdı. fakat fetva kolay alınmadı. nuri efendi evinden zorla getirtildi. fetvayı kaleme almak istemiyordu. kendisini almaya gelen talat paşa'ya ''yaşlıyım, çişimi tutamıyorum'' dedi. talat paşa ısrarlıydı: ''efendi, efendi! iş bu hale geldikten sonra altını da ıslatsan ben seni zorla alıp götürürüm. ördeğini de yanına al, gel!'' dedi ve zorla götürdü.

    nuri efendi'yi fetvayı kaleme almaya ikna edemediler. yazmama gerekçesini şöyle açıklıyordu: ''sultan aziz'in fetvasının hazırlandığı dönemi iyi hatırlıyorum. başımıza ne felaketler geldi. muhacirin-i islam çocuklarını omuzlarımda taşıya taşıya omuzlarım çürüdü. yarın siz de bu hale düşebilirsiniz"[24] fetvayı nuri efendi yerine okan bayülgen'in dedesi elmalılı hamdi yazır kaleme aldı. şeyhülislam imzaladı. fetvada sultana isnad edilen suçlardan bazıları; dini kitapları yakmak, hazineyi zarara sokmak, insanları öldürmek ve zulmetmekti.

    ittihatçılar yıldız'a bir komisyon gönderdi ve sultana tahttan indirildiğini tebliğ etti. akabinde selanik'e sürgüne gönderildi. bu esnada bir dizi tatsız olaylar yaşandı. yıldız yağmalandı. peki abdülhamid direnemez miydi? hep şöyle nakledilir: ''aslında sultan izin verseydi müdahale edilecekti ama kardeş kanı dökülmesini istemedi.'' gerçek pek öyle değil. abdülhamid'in isyanı durduracak gücü yoktu. askeri güç artık ittihatçılara geçmişti. şöyle ki, yıldız sarayı'na hareket ordusu geldiği zaman, yıldız'ı koruyan 2. fırka vardı. bunlar sultana candan bağlı bir birlikti. onların direnmesine mani oldu. fakat direnseler de o küçük ordunun şansı olamazdı. abdülhamid resmen tahttan indirilmişti.

    sürgün, savaş, yıkım
    abdülhamid selanik'te kimseyle görüştürülmüyordu. devir artık ittihatçıların devriydi. zamanının en büyük hükümdarının saltanatı sona erdi. abdülhamid rejimi ''aman ağzımızın tadı kaçmasın ali rıza bey'' havasında geçmişti. sultan her alanda aşırı ihtiyat ve tedbir içinde hareket etmiş; imparatorluğun kırılganlığı göz önüne alınarak risk almamış, statüko bozulmamış, çatışmak yerine uzlaşı temel prensip olarak benimsenmişti. kafasında korunması gereken bir coğrafya vardı ve onun dışında ülkenin enerjisini harcamamıştı. abdülhamid'in devrettiği türkiye güçlü bir ülkeydi. dolaysız yabancı yatırımlar 1860'lardan 1880'lerin sonuna kadar sabit kalırken, 1890-1914 döneminde üç kat artmıştı. borçlar ödenmiş, reformlar tamamanlanmış, ülke %4.3 ticaret fazlası vermişti. ülke; serbest girişimin, yabancı yatırımın, özelleştirilmenin patlayıcı büyümesine tanık olmuştu.[25]

    kendisinin hal' edilmesiyle diplomasi bitti. abdülhamid'in deneyimli ve dünya görmüş paşalarının yerini, yerli okullardan mezun olan ve dış dünyayı az tanıyan bir kuşak almıştı. genç ittihatçı kadro ise psikolojik olarak abdülhamid ne yaptıysa tam tersini yapma eğilimine girdi. 1910'a kadar süren hürriyet ve demokrasi dönemi yerini abdülhamid dönemini aratacak bir diktatörlüğe bıraktı. murat bardakçı, bu hususta, şahbaba'sında sabiha sultan'ın serzenişine şöyle yer vermiş:

    ''(...)esasen zayıflamış olan imparatorluğu toparlayıp dağılmaktan kurtarmak için amcam abdülhamid kendi tabiri ile ''ali'nin külahını veli'ye, veli'nin külahını ali'ye giydirmekle otuz yıldır canım çıktı.'' derdi. adamlar -yani ittihatçılar- kimseye danışmadan, hatta kendi aralarında bile istişare etmeden sanki yağma varmış da geç kalınacakmışçasına balkan harbi'ne ve arkasından birinci cihan harbi'ne ve alman dostluğuna kapılarak maceralara atıldılar ve bu hale getirdiler! yazık değil mi?''

    abdülhamid'in ardından ağabeyi sultan reşad tahta çıktı ve ittihatçıların kuklası oldu. sultan reşad uzun yıllar boyu abdülhamid tarafından inzivada tutulduğundan zayıf iradeli ve güç sahibi olmanın çok uzağındaydı. devleti onun aracılığıyla yönetecek olan politikacıların tam da aradığı gibi bir padişahtı.

    andrew mango, atatürk adlı kitabında şöyle diyor: ''ittihat ve terakki cemiyeti, osmanlı devletinin aksaklıklarını, bütün insanları tekdüze bir kalıba sokarak düzeltmek istiyordu. kendilerine muhalif gazeteci ahmet samim istanbul'da öldürüldü ve bir kez daha ittihatçılar bu cinayetten sorumlu tutuldu. hükümet gösteri ve basın özgürlüğünü yasaklayan çok ağır yasalar çıkardı. hürriyet ortamı çok kısa sürdü. osmanlı toplumu anayasanın ilanından sonra, abdülhamid dönemine kıyasla kamu düzeni adına çok daha fazla kısıtlanıştı."[26]

    balkan savaşları
    büyük bir kayıptı bizim için. insanlarımız katledilmiş, ülkemize göç etmek zorunda kalmışlardı. edirne'deki meriç nehri'nin batısında yer alan tüm topraklarımızı kaybettik. adaların kaderi de artık elimizden çıkmış oldu. ilber ortaylı, gazi mustafa kemal atatürk kitabı'nda, savaş esnasında ittihatçıların hatalarını şöyle eleştiriyor:

    ''balkan savaşları esnasında, maalesef yanlış politikalar ve diplomasinin kullanılamaması yüzünden, balkan devletleri ilk ve son defa olarak bizim karşımızda birleştiler. abdülhamid taraftarı bazı çevreler ''abdülhamid olsa iki çeteyi birbirine düşürür, bir rum'a bulgar manastırı yaktırır; arayı bölerdi.'' der. şüphesiz sultan hamid'in balkan politikası bu kadar basit değildi. fakat şurası da bir gerçek ki maalesef ittihatçılar hiçbir şekilde politikalarının içinde diplomasiyi bilen ve kullanan bir kuvvet olamadılar.
    (...)
    bizim hariciye nazırımızın söylediği ''ben imanım kadar eminim balkanlardan'' sözü çok vahimdir. istihbarat var, saldıracaklar, ittifak halindeler deniliyor ama itibar etmemeleri bir yana orduda terhisler bile oluyor. belki bunun, bu şekilde güvenmenin kendince bazı nedenleri olabilir. ama şurası bir gerçek ki, italya'nın trablusgarb'a saldırısında kabine ne kadar gaflet içindeyse, diplomasi bilmediği, istihbarat hizmetleri iyi gitmediği için, aynı durum balkanlar'da da tekrarlanmıştır.
    (...)
    mesela selanik'e tahsin paşa gibi mazide hiçbir varlık gösteremeyen bir adamı kolordu kumandanı tayin etmişlerdir. selanik, çok önemli bir ovanın ortasında müstahkem bir mevki ve avrupa-i osmani’nin en büyük şehridir. bunu buraya tayin etme sebepleri abdülhamid'in zulmüne uğraması, yani menkub olması imiş denilmektedir. abdülhamid'in hep iyi adamlar sürdüğü gibi bir inanç oluşmuştu. oysa abdülhamid hürriyetperverleri sürdüğü gibi ahlaksız, işe yaramaz adamları da sürmüştür. hasan tahsin paşa maalesef koskoca kolorduyla direnmeden yunanlılara şehri teslim etmiştir. mahmud şevket paşa ise, balkan savaşı sırasında tayin edildiği cepheyi beğenmeyip kendisine verilen görevi kabul etmemiştir. bu, askerlikte büyük suçtur ve o kişiyi kurşuna dizmeyi gerektirir.''

    birinci dünya harbi
    bu savaşla beraber enflasyon %300'lere fırladı,[27] borçlar dörde, beşe katlandı. (bkz: #111178743) abdülhamid politikalarının mantıklı sürdürümü gelmeyince onun döneminde verilen tavizlerin hepsi boşa gitmiş oldu. yine ilber ortaylı'nın gazi mustafa kemal atatürk'ünden:

    ''ittihatçılar teşkilatçıydılar, orduyu modernleştirdiler. türkiye modernleşmesini götürdüler. fakat müthiş hatalar yaptılar ve imanları zannedildiği kadar kuvvetli değildi. biz millet olarak devlet adamından çok büyük iman beklemeyiz. gerçeği tanıması yeterlidir. mesela bir devlet adamının ''dünya harbi'ne girmezsek bizi yerler'' diye paniğe kapılmaması gerekir. ittihatçılar orduyu da modernleştirmiş oldukları için beklemeleri ve saldırıya uğrarlarsa saldırmaları gerekirdi. illa ki bir tarafa katılmanın manası olmadığı gibi almanya gibi zayıf kalan bir kuvvetle ittifak etmek çok lüzumsuzdu. biz almanya’yla ittifaka ve harbe girdiğimiz zaman almanya’nın başarılı olamayacağını akıllı kurmaylar her yerde söylüyordu. mesela ismet inönü daha önce de işaret ettiğimiz bir raporunda ''marne cephesi’ndeki duraklamasından sonra almanya'ya güvenilmez'' diyordu.
    (...)
    birinci dünya savaşı'nın gayeleri, imparatorluğa yönelik bilinen paylaşma projeleri ve itilaf devletleri'nin kötü niyetlerine rağmen diplomasi hemen hemen hiç denenmedi. esasen meşruti hükumetlerin sultan abdülhamid dönemine göre en zayıf tarafı diplomasidir. büyük devletler arasında dengeyi kollamak ve kaçınılmaz dense bile savaşa girmeyi geciktirmek dururken, maalesef ittihatçı triumvira (enver, talat, cemal üçlüsü), itilaf devletleri'nin reddinin hemen akabinde almanya ile aynı cephede dünya savaşına girmekte acele ettiler. ordular hiç hazırlıklı değildi. ilk defa türkiye bir milyonun üzerinde asker toplamıştı. ülke içindeki sorunlar, doğu anadolu'da ermeni isyanları, müttefik almanya'nın teşviki ile ermenilere karşı tehciri de birlikte getirecekti.''

    sultandan önce, sultandan sonra
    şair süleyman nazif abdülhamid'e en kuvvetli muhaliflerdendi. meşrutiyetten önce sultan aleyhinde şiirler kalem alıyordu:

    işte gülzar-ı vatan mahv oldu istibdad ile,
    bizden istimdad eder her zerre bir feryad ile,
    geçmesin, günlerimiz bi-hude istimdad ile,
    pençeleşmek muktazi gaddar ile, ibdad ile;
    arkadaşlar, kan dökün! kan dökmenin zamanıdır.

    memleketin sultandan sonraki halini görünce eskiye özlem duyduğunu şu mısralarla neşretmişti:

    padişahım gelmemişken yada biz,
    işte geldik senden istimdada biz,
    öldürürler başlasak feryada biz,
    hasret olduk eski istibdada biz.
    dembedem coşmakta fakru ihtiyaç,
    her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç,
    memleket matemde, öksüz tahtu taç,
    hasret olduk devr-i istibdada biz.

    abdülhamid'e en ağır eleştiriler getirenlerden biri de mehmet akif ersoy'du. o da sonraları yazdığı şiirlerinde pişmanlığını dile getirecekti:

    giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?
    ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi.
    nasıl da kadrini vaktiyle bilemedik, tuhaf iş;
    semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!

    sultan hamid'e yapılan suikast girişimi için ''attın fakat ne yazık ki vuramadın ey şanlı avcı'' diyen terörist sevici tevfik fikret de ülkenin durumundan memnun değildi. abdülhamid'e özlem duyduğunu ifade eden şiirler yazmasa da şimdilerde çok meşhur olan ''han-ı yağma'' şiiriyle ittihatçıları hedef alıyordu:

    bu sofracık efendiler, ki iltikama muntazır
    huzurunuzda titriyor şu milletin hayatıdır;
    şu milletin ki muztarib, şu milletin ki muhtazır,
    fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun, hapır hapır.
    yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
    doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!

    verir zavallı memleket, verir ne varsa; malını
    vücüdunu, hayatını, ümidini, hayalini;
    bütün ferag-ı halini, olanca şevk-ı balini
    hemen yutun, düşünmeyin haramını, helalini.
    yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
    doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!

    bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak:
    yarın bakarsınız söner, bugün çıtırdayan ocak;
    bugünkü miğdeler kavi bugünkü çorbalar sıcak,
    atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...
    yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı pür-neva sizin;
    doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

    benim favorim şair eşref'in şiiri. sultanın isdibdadıyla ittihatçıların baskıcı rejimi arasındaki farkı trajikomik biçimde kaleme almış:

    vakti istibdatta söz söylemek memnu idi.
    ağzını açsan hükümet ağlatırdı ananı.
    devri hürriyetteyiz şimdi değişti kaide
    evvela söyletirler, sonra sikerler ananı.

    ''sevme ama anısına saygı duy''
    cumhuriyet döneminde abdülhamid aleyhine kitap yazan nizamettin nazif tepedelenlioğlu'na, atatürk tarafından söylenen söz. 1937'de dolmabahçe'de gazi paşa ile görüşen nazif bey, aralarındaki diyaloğu şöyle aktarıyor: ''bir kapı açıldı, kendimi büyük adamın karşısında buldum. ''yazını okuyorum’''dedi. ''hürriyetin ilan edildiği zaman küçük bir çocuk olman lazım. fakat tebrik ederim, o günleri iyi canlandırıyorsun. yalnız abdülhamid'i hiç sevmediğin belli. sevme abdülhamid'i, gene de sevme. fakat sakın anısına hakaret edeyim deme. senin neslin biraz daha temkinli kararlar vermeye alışmalı. şahsi kanaatimi söyleyeyim: tecrübe göstermiştir k, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun ahvali meşkuk(kuşku uyandıran) ve hudutları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette, abdülhamid'in idare tarzı azami müsamahadır. hele bu idare 19. yüzyılın son yıllarında tatbik edilmiş olursa.''

    kaynaklar
    [1] bernard lewis, the emergence of modern turkey, oxford university press, 1968
    [2] 1313 istatistik-i umumi’si
    [3] https://tr.wikipedia.org/wiki/ii._abdülhamid
    [4] http://www.sdam.org.tr/…im-modelleri_1511876263.pdf
    [5] https://drive.google.com/…oaup5weu/view?usp=sharing
    [6] ıı. abdülhamid döneminde dâülkelp (köpek hastalığı-kuduz) tedavihanesi, serkan yazıcı
    [7] sultan ıı. abdülhamid döneminde sosyal politika uygulamaları, eda akyol
    [8] engin vahdettin, bir devrin son sultanı, 2017, yeditepe yayınevi
    [9] tarihi ve edebi perspektiften ıı. abdülhamid dönemi sempozyumu, 2020
    [10] ortaylı ilber, gazi mustafa kemal atatürk
    [11] https://www.tcdd.gov.tr/…tik/2011faaliyetraporu.pdf
    [12] ali akyıldız-zekeriya kurşun, osmanlı arap coğrafyası ve avrupa emperyalizmi, türkiye ış bankası kültür yayınları, ıstanbul 2015, sayfa 25.
    [13] devlet-i osmaniye, nezareti umur-u ticaret ve nafia, ıstatistik-i umumi ıdaresi, devlet-i aliye-i osmaniyenin bin üçyüz onüç senesine mahsus ıstatistik-i umumisidir, ıstanbul 1316 (1898) sf 145.
    [14] ''tanzimat’tan cumhuriyet’e musiki ve batılılaşma”, tanzimat’tan cumhuriyet’e türkiye ansiklopedisi, istanbul: iletişim yayınları, cilt: 5, 1986, s. 1223''
    [15] ingiliz said paşa ve günlüğü, burhan çağlar, 2010
    [16] hukuka bağlılık açısından eski türkler'de - islam'da ve osmanlı'da devlet, nevzat kösoğlu
    [17] sultan ıı. abdülhamid'in kürt politikası, b. biçer, 2016
    [18] https://islamansiklopedisi.org.tr/abdulhamid-ii
    [19] https://www.mit.gov.tr/ek-nu15.html
    [20] aron d-rodrtgue. french jews. thrkish jews ındıana university press. 1 990. 1 69-70
    [21] prof. dr. vahdettin engin, sultan ıı. abdülhamid ve ıstanbul’u, 2. baskı, yeditepe yayınevi, ıstanbul 2008, sayfa xvıı, xvııı.
    [22] erdal aydoğan – ismail eyyüpoğlu, ‘’bahaeddin şâkir bey’in bıraktığı vesikalara göre ittihat ve terakki’’, alternatif yayınları, ankara, 2004, s. 136.
    [23] soner yalçın, efendi – beyaz türklerin büyük sırrı, doğan kitap, 31. baskı, ıstanbul 2004, sayfa 135.
    [24] https://www.hurriyet.com.tr/…dan-indirmisti-4373207
    [25] http://web.firat.edu.tr/…v/cilt11/sayi2/313-326.pdf başkanlık sistemi
    [26] aydemir, makedonya'dan ortaasya'ya enver paşa, ııı, 195.
    [27] tarihvemedeniyet.org/2009/08/osmanli-turkiyesinde-enflasyon/
    dipnot: katkılarından dolayı mahmud sami üzüm'e teşekkürler. sayesinde, güvenilir kaynaklara erişme fırsatı buldum.
424 entry daha
hesabın var mı? giriş yap