6 entry daha
  • annemin ya da babamın çocukken beni yanaklarımdan öptüğü ve bana içtenlikle sarıldığı tek bir kare yok hafızamda. böyle anlar yaşanmışsa dahi bir teki olsun kalıcı belleğimde yer bulamamış kendisine. ama hem sözlü hem fiziksel şiddete maruz kaldığım anlar çok fazla yer işgal ediyorlar zihnimde. annemi de babamı da zerre kadar suçlamıyorum bunun için. ellerinden gelenin en iyisi buydu çünkü.

    sahip oldukları ve kendilerinin seçmediği kişilik özelliklerini, içerisine doğdukları ve yine kendilerinin belirlemedikleri koşulları ve sonrasında yaşadıkları her deneyimi hesaba katarsanız herhangi bir insana öfke duymanız güçleşir. hikayesini yetenekli bir anlatıcının ağzından ve en başından dinlediğiniz hiç kimseye kolay kolay öfke duyamazsınız. this is us dizisini o nedenle çok sevmiştim. diziyi izlerken seyirci gözüyle karakterlerden birini yargılamaya kalkışıyorsunuz ve kısa süre sonra bunu yaptığınız için pişmanlık duyuyorsunuz. sizi bir duygudan bir duyguya savururken içten içe diziye adını veren önermeyi kabul ettiriyor, evet bu biziz, evet biz buyuz demenizi sağlıyor. iyilerin mutlak iyi, kötülerin mutlak kötü olduğu bir dünya, çocukluğumuzun yeşilçam filmlerinde kaldı sonuçta. hayatı biraz olsun tanıdıktan sonra, bu gibi senaryolara artık prim veremez hale geliyorsunuz.

    bu dünyanın bende tiksinti uyandıran her boktanlığını bir şekilde kabullendim. ya da biz buna sineye çekmek diyelim. bir şekilde şahitlik ettiğim ya da haberdar olduğum ve canımın yanmasına neden olan her gelişmenin ardından, "son tahlilde burası böyle bir yer ve bu durum yalnızca bugüne özgü değil. bu lanet gezegen zaten en başından beri böyle bir yerdi." diyerek ruh sağlığımı korumaya çalışıyorum. bu kabullenme hali asla bir çeşit boşvermişlik duygusu yaratmıyor bende. çevremde olup bitenlere karşı duyarsızlaşmama neden olmadığı gibi, elimin uzanabildiği her yeri bir nebze olsun güzelleştirebilmek adına gücüm yettiğince ortaya koyduğum mütevazı çabayı da frenlemiyor. aksine psikolojimi sağlıklı bir zeminde tutmamı sağladığı için somut hedeflerime yürümemi bir miktar kolaylaştırıyor. elimdeki imkanlar artsa, etki ettiğim saha genişlese, hiç kuşkusuz daha büyük adımlar atar ve daha fazla insanın hayatına dokunmak isterim. her daim güleryüzlü bir çizgiyi takip eden, zaman zaman hakkını vererek eğlenmeyi de ihmal etmeyen, imkan buldukça dünyayı gezen, mümkünse bunu motosikleti ile yapan ama her ne yapıyor olursa olsun hiçbir durumda kendi kişisel gündemleri içine hapsolmayan, başka insanların dertlerine derman olmayı yaşam felsefesi haline getiren ve insanları anlamaya çalışan bir insan olmak istiyorum. ama bütün bunların asla aşamadığım bir istisnası var:

    çocuklar...

    konu onlara gelince mantık devreden çıkıyor bende. duygularım öyle baskın bir pozisyon üstleniyorlar ki kendimi kontrol etmekte zorlanıyorum.

    dün bir markette bir baba dört beş yaşlarındaki oğluna gözlerimin önünde tokat attı. şimdi ben bu adamın hikayesini filan dinlemek istemiyorum mesela. bu adamla ilgili istediğim tek şey yoğun acılar çekmesi. canı yansın istiyorum, evet. acı çekmek kadar iddialı bir öğretici yok çünkü. bugün beni ben yapan bütün birikimimi çektiğim acılar üzerinden elde ettim. beni tamamen geçelim. benim birikimimin çöp kadar değeri yok belki. ama van gogh da öyle yaptı. dostoyevski de, beethoven da, atatürk de, stephen hawking de öyle yaptı. büyük isimlerin hayatlarından çektikleri acıları çıkarın, geriye başarı vadeden önemli bir potansiyelin haricinde pek bir şey kalmadığını göreceksiniz. o nedenle bazı hallerde acı çekmenin yerini başka hiçbir öğretici böylesine etkili şekilde dolduramaz. üstelik bu market örneğinde karşımıza çıkan adam tam bir konuşan balta. medeni ve insani bir seviyeye ulaşması belki yüzyıllar sürecek. bu adama imkan verilse ve bize mizacına dair kendisinin seçmediği özelliklerinden filan bahsetse, üzerine kendi çocukluk yıllarında başından geçenleri anlatsa, bütün bunların üstesinden gelebilmesi için gerekli olan kendini ifade etme becerisine de sahip olması durumunda muhtemelen onu anlarım. ona elbette hak vermem. ama onu anlayabilirim. ne var ki bunu istemiyorum. küçük bir çocuk tokat yediği zaman yer yerinden oynamalı gibi geliyor bana. dünya dönmeye devam etmese de olurmuş gibi geliyor. ölüm sonrası hayata dair olası senaryoların tümü birden zorlama ve anlamsız geliyor. çocukların bu lanet gezegende ne işleri var allah aşkınıza. içerisinde bulunduğumuz oluşum eğer ki bir ekşi sözlük yazarının iddia ettiği gibi birilerinin dönem ödevi ise ve bir tür işletim sistemi ise, çocuklar bu yazılımın bug'ı olmalı. bazı dindar kimseler, "bu muazzam işleyiş tesadüf eseri ortaya çıkmış olamaz, kendiliğinden varolmuş olamaz." diyorlar ya hani, onlara şunu sormak istiyorum: pardon da bu sistemin neresi mükemmel arkadaşlar? bu sistemin içinde türlü türlü yaratıklar var ve bu oksijen israfı orospu çocukları (bedeni üzerinden gelir elde etmek zorunda bırakılan tüm kadınlardan özür dilerim) yüzyıllardır çocukları dövüyor, onlara tecavüz ediyor ve hatta o masum yavruları öldürüyorlar. mükemmellik bu sikik düzenin neresinde allah aşkınıza. cehennemi görmek için ölmeyi beklemenin ne lüzumu var. gözlerinizi açın da dünya nasıl bir yer ona bakın biraz. şu önümde duran şarap şişesi kadar değeri yok bu sikko gezegenin.

    sevilmek bir çocuk için ve hatta tüm canlılar için en önemli ihtiyaçken, hadi yetişkinleri geçtik, boşverdik, bu kadar çocuğu böylesine boktan bir cehennemde kim hak ettikleri gibi sevecek. bu amk un gezegeninde bu kadar çocuk sevgisiz büyüyorken nasıl güneş doğacak? çiçekler nasıl olup da açacaklar? bahar nasıl gelecek? size programlama dili öğreten hocayı, sizin yazacağınız kodu sikeyim ben. allah hepinizin belasını versin.
3 entry daha
hesabın var mı? giriş yap