61 entry daha
  • ilk filmi reprise ile yazarlık, yaratım süreci, okunma-anlaşılma, aydın yabancılaşması, dostluk ve biraz da aşk temaları etrafında gezinen, beş yıl sonra çektiği oslo, 31. august ile de yarattığı müthiş karakter üzerinden modern kent yaşamında yalnızlık ve yabancılaşma kavramlarını ele alan joachim trier son filmi thelma'da din meselesine eğilmiş gözüküyor. film, yer yer provokatif sahnelerle rahatsız etse de yönetmenin meseleyi ele alış şekli, sunumu ve anlatımı zenginleştirmek için kullandığı sembollerle izlerken gayet hoş duygular, bittiğinde hakkında konuşma isteği uyandırıyor.

    açılış sekansı oldukça çarpıcı filmin. bir baba ve küçük kızı donmuş bir gölün üzerinde, şeffaf buzun altında gezinen balıkları izleyerek yürümektedir. ama balıklarla işleri yoktur, amaçları geyik avlamaktır. gölü aşıp ormana ulaştıklarında bir geyiğe rastlarlar ve baba hemen nişan alır. fakat tüfeği doğrulttuğu hedef karşıdaki geyik değil, birkaç adım ilerde geyik kaçmasın diye sessizce babasının ateş etmesini bekleyen küçük kızdır.
    film, açılışı böylesi bir sahneyle yapıyor. baba kızına ateş edememiştir ancak bir baba neden küçücük kızına silah doğrultur, acaba öncesinde ne olmuş olabilir merakı ile başlıyoruz.

    sonraki sekansta üniversite çağına gelmiş olan thelma'nın, eğitimi için kasabasını terk edip büyük kente geldiğini görüyoruz ki bu sahne de çarpıcı çekilmiş. epeyce yukarıdan yapılan çekimde aşağıda küçücük görünen bir sürü insanın okulun bahçesinde değişik yerlere doğru hareket halinde olduğunu görüyoruz. küçük taşrasından kalkıp gelen ve sosyalleşme sorunları yaşayan thelma da o insanlardan biridir. yukarıdan her biri renksiz, cinsiyetsiz, kimliksiz, birörnek canlılar olarak gözüken insanların hepsi de aslında dünyanın kahır yükünü sırtlanmış, her biri kendine göre bir sürü deve dişi gibi sorunla boğuşan "birey"lerdir. bunun böyle olduğunu, kamera o karınca gibi insanlardan biri olan thelma'ya yönelip onun iç dünyasına odaklandığında daha iyi anlıyoruz.

    --- spoiler ---

    thelma içine kapalı, ailesiyle ilişkisi soğuk ve mesafeli biri. anne babası da ona karşı soğuk duruyor fakat alttan alta çok da kontrolcüler. hangi saat hangi dersi olduğundan, eve saat kaçta girdiğine kadar uzaktan takipteler. ancak duygusuz, kuru bir kontrolcülük desek daha uygun olur. belli ki geçmişte yaşanmış travmatik bir şeyler var ve biz bunu thelma'nın geçirdiği ilk nöbetle birlikte anlamaya başlıyoruz. thelma'nın babaannesinden devraldığı olağanüstü bir gücü vardır ve epilepsi nöbeti gibi gelen bu güç sayesinde olmasını istediği şeyi oldurabilmektedir. sonradan anlıyoruz ki okulda geçirdiği ilk nöbette, yaşadığı yalnızlıktan kurtulmak için kütüphanede yanına oturan güzel bir kızın arkadaşlığını kazanmakta ve ilgisini çekmekte bu gücünden yararlanmıştır.

    ilerleyen aşamada anne ve babasıyla olan soğukluğunun nedeninin, henüz küçük bir kız çocuğu iken yeni doğan kardeşini kıskandığı için onu ilk önce kanepenin altına, sonrasında tamamen kurtulmak için buzlarla kaplı gölde buzların altına göndermiş olduğunu öğreniyoruz. bebeğini kaybeden anne intihar girişiminde bulunmuş ve belden aşağısı sakat kalmış bu olayın sonucunda.

    dindar bir adam olan baba ise daha önce aynı güce sahip olan annesinde benzer şeyleri yaşadığı için kızına sıkı bir din eğitimi vererek bu sorunu aşacağını düşünmüş. gördüğü bu aşırı eğitim kızın bilinç altına işlemiş ve thelma'yı yaşadığı her şeyde kendini suçlamaya yöneltmiştir.
    thelma'nın sık sık gördüğü kabuslarda ağzına giren yılan, hristiyanlıkta adem'i yasak meyveyi yemek için ikna eden havva'nın, yılan kılığındaki şeytan tarafından ayartılmasına göndermedir. o vakitten beri yılan, şeytan tarafından kontrol altına alındığına inanılan kadını temsil etmektedir.
    orta çağda bu tip nöbetler geçiren kadınlar, içlerine şeytan girdiğine veya cadı olduğuna hükmedilir, diri diri yakılırmış. baba karakteri de aslında kızının şeytan tarafından ele geçirildiğine inanıyor aynı annesinde olduğu gibi. o yüzden önce dini eğitim verip bilinçlendirme yoluyla aşabileceğini düşünmüş. fakat bu yöntem işe yaramayınca geçmişte annesine yaptığı gibi (finalde) kızını ağır ilaçlarla bitki haline getirme yolunu tercih ediyor.

    thelma, küçük kasabasından büyük kente gelince yeni ortama adapte olmakta zorlanıyor ve yalnızlık yaşıyor. fakat arkadaş edinip farklı ortamlara girdikçe ve alkol, sigara, uyuşturucu alışkanları da edinmeye başladıkça babası tarafından kendisine giydirilen dini kimlik ve kişilik ile yeni edindiği seküler kimlik çatışıyor. bir de hemcinsine aşık olunca korkunç bir günah işlemişlik duygusuyla dehşetli vicdani sancılar yaşıyor. hatta sevgilisinin kaybolmasını sağlayacak boyuta kadar varıyor yaşadığı kimlik çatışması. çünkü thelma'ya din, korkutma yöntemiyle anlatılmış. cehennem ve ateşlerde yanma merkezli bir din algısı ile büyütülmüş. o yüzden kendisini cezalandırmak için fırsat kolladığına inandığı tanrı'yı öfkelendirme korkusu derin bir vicdan azabına yol açıyor.

    bu bölümler oldukça iyi çekilmiş. thelma hata yapar, pişman olur, içten bir şekilde dua eder fakat ertesi gün yine gider, yine aynı şeyleri yapar. arzularını gemleyemez ve döngü bu şekilde devam eder. korkuyu azaltması ve güvenlik duygusu yaratması gereken imanı, hayatı kabusa çeviren bir şeye dönüşmüştür. takva filmindeki muharrem gibi arzuları ile vicdanı arasında preslenen ve dini kimliği ile modern kimliği arasında derin yarılmalar yaşayan thelma, çareyi sevgilisini yok edip kasabasına dönmekte bulur.

    hasılı kelam; sevdirmek yerine öcüleştiren, merhametli tanrı yerine cezalandırıcı tanrı imajına vurgu yapan, cennet yerine cehennemi öne çıkaran bir din tasavvuruyla eğitilen insanın dünyevi olanın cazibesine kapıldığında yaşayacağı sıkıntı ve azap gayet güzel resmedilmiş.
    (bu arada, yeni bebekleri doğduğunda, bebeğin küçük yaştaki ablasını kıskandırmamak için özel çaba göstermesi gerektiğini bilmeyen ve tam aksine ablayı ihmal ederek bebeğin ölümüne neden olacak bir facianın fitilini ateşleyen anne ve babanın, çocuklarını ürkütücü bir din algısıyla büyüterek ikinci büyük yanlışı yaptıklarını belirtmeden geçmeyeyim.)

    joachim trier'in dine olan yaklaşımını bilemiyorum ama herhangi bir kuzey avrupalı kadar ateist olduğunu tahmin ediyorum. oslo 31. august'ta anders'in, anne ve babasının kendisine din olgusunu bir zayıflık olarak öğretmesini eleştirmesinden ve bu filmde "modern bilimin reddettiği hiçbir şeye inanmayacağını" söyleyen bir karakteri, thelma'nın basit bir sorusuyla zor duruma düşürtmesi fanatik bir din düşmanı olmadığını gösteriyor diyebiliriz. ancak filmdeki dini temsil eden karakterlerin olumsuz imajı, inandıkları dinin pek muteber yansıtılmaması, dinin modern bireyin hayatını kabusa çeviren bir rol oynaması gibi vurgulara bakınca din olgusuna olan mesafe görülebiliyor.

    maalesef din olgusu ürkütücü temsiller üzerinden işleniyor tüm dünyada. din denince hıristiyanlıkta orta çağda kilisenin yarattığı skolastik düşünce ve korkunç uygulamalar, diri diri adam yakma, cadı avı, bilim karşıtlığı vs geliyor. islam denince de vahşice insan katledebilen ışid teröristleri, intihar bombacıları, dini siyasi ikballerine malzeme yapan politikacılar veya merdiven altı tarikatların sapkınlıkları geliyor.
    oysa dinin özüne baktığımızda dini öğretilerin kendilerini güzel ahlak, merhamet, adalet, yardımlaşma, iyilik güzellik ve aşkın değerler olarak sunduklarını görüyoruz. dolayısıyla kötü örnekler üzerinden total bir genelleme çıkarıldığı ve din ve dindarlar topyekun çöpe atıldığı söylenebilir.

    aynı yaklaşım akıl ve bilime uyarlanarak şöyle bir soru sorulabilir mesela:
    düşüncenin merkezinden tanrıyı uzaklaştırıp onun yerine insan aklını yerleştiren, mutlak ve aşkın değerler yerine dünyevileşmiş ve göreceleşmiş değerleri koyan, aklı ve bilimi kutsayan, hakikati bilimin tekeline veren, insanlığın sürekli ilerleyeceğine, gelişeceğine ve yeryüzünde cenneti yaratacağına inanan aydınlanma felsefesinin doğurduğu modernizmin insanlığa miras bıraktığı arızalara bakıp akla ve bilime düşman mı olmamız gerekiyor?

    bilim ve teknoloji sayesinde üretilen evrensel şiddet, atomu parçalayan bilimin ürettiği atom bombası, iki dünya savaşında seksen milyon insanı öldüren bir yok edicilik, soykırımlar, katliamlar, toplama kampları, zenginlerle yoksullar arasında her geçen gün açılan uçurum, çevre felaketleri vs vs. tüm bunları akla ve bilime mi fatura edelim yoksa bunları istismar eden insan unsuruna mı?

    bu anlamda her çağ ve dönemde istismarcılar için kullanışlı bir malzeme olan din olgusunu toptancı bir refleksle tukaka etmeden evvel değerleri dışlayan, hayatı kutsallardan arındıran haz merkezli tüketim kültürünün insanlığı getirdiği yeri iyi etüt edelim. sözün özü dini de, akıl ve bilimi de dinci ve seküler yoz ve yobazların elinden kurtarmak icap ediyor.

    tekrar filme dönelim ve çok çarpıcı iki sahneden bahsederek bitirelim:

    sahnelerden ilki, havuzda boğulan thelma'nın suyun yüzeyine çıkmaya çalıştıkça yüzeyi kaplayan beton bariyer nedeniyle bir türlü çıkamaması ve boğulmak üzere iken yaşadığı dehşet idi, ki bu sahnede thelma, buzla kaplı gölde boğulmasına neden olduğu kardeşinin yaşadığı acıyı hissetmiş olsa gerek.

    ikinci çarpıcı sahne de, babasının finaldeki ölüm sahnesiydi. kızını o yaşa kadar cehennem ateşiyle korkutarak büyüten babanın akıbeti bu sahnede cehennemî oluyor. yanmaktan kurtulmak için atladığı gölden her çıktığında yanmaya başladığı için feci şekilde boğularak ölüyor.

    baba figürünün ölümü thelma'nın içindeki kötü ruhtan ya da başka bir deyişle hayatını cehenneme çeviren olağanüstü güçten arınma vesilesi oluyor. babasını kurtarmak için atladığı gölden çıktığında kustuğu sırada ağzından çıkan kara kuş thelma için özgürleşme ve yeni bir başlangıç anlamına geliyor. bunu dinden özgürleşmek olarak okumak da mümkün. zira aynı kuş, filmin afişinde thelma'nın gözlerini kapatan, onu körleştiren şekilde kullanılmış.
    --- spoiler ---
23 entry daha
hesabın var mı? giriş yap