• edebiyat kuramlarından biridir. arketipsel / mitsel eleştiri adlarıyla da bilinir.

    bu ekolün ayrıntısına değinmeden önce, nelere değinmeyeceğimi peşinen belirteyim: bir edebiyat kuramının neden isminde "eleştiri" kavramını barındırdığı, edebiyat eleştirisiyle kuram ilişkisi, temelde birçoğu betimleyici olan bu kuramların oluşturulmasındaki tepkisellik faktörü gibi şeyler entry'nin kapsamını aşan, büyük kısmı da sözlükte ilgili başlıklar altında üç aşağı beş yukarı ele alınmış şeyler.

    arketip, içeriği itibariyle birden çok disiplinin kendine özgü anlamlar yükleyerek kullandığı, tabiri caizse disiplinlerarası kesişim noktasında yatan bir kavramı ifade ediyor. sosyoloji, psikoloji, tarih ve teoloji terminolojisinde de karşımıza çıkan sözcüğün özellikle antropoloji jargonunda sıkça geçtiğini; ancak en yaygın ve bilindik kullanımı psikanalizde, daha doğrusu freud'dan koparak kendi kuramını geliştiren carl justav jung'un analitik psikoloji'sinde karşımıza çıktığını söyleyebiliriz.

    arketipi, olabilecek en basit şekliyle ve biraz da indirgemecilik yaparak “kendinden sonrakilere modellik eden ilk örnek” diye anlatmamız mümkün. ama burada da karşımıza kargaşaya yol açabilecek denli yakın, hatta gündelik hayatta pekâla eşanlamlı olarak kullanılan bir diğer kavram, yani prototip çıkıyor. acaba bu ikisi arasındaki fark ne? yanıtı binlerce yıl önce platonun bizzat kendisi* vermiş: kendi düşüncesinin temel taşı olan idea'larla bu soyut kavramların mimesis'i olan olgusal dünya nesneleri arasına çizdiği çizgi (bu nesnelerle yansımaları sayabileceğimiz eidola’ları arasındaki farka çok bariz olduğu için değinmiyorum) işte bizim arketiple prototipi birbirinden ayırmakta kullanacağımız turnusol kâğıdımız. hatta örneklemek babında prototip sözcüğünün en yaygın kullanıldığı otomotiv sektörüne değinir de henry ford’un aklındaki araba ideasını bir arketip sayarsak, (ki değildir) ürettiği “ilk” model-t, yani fikrin somutlaşmış hali bir prototiptir.

    arketipçi eleştiriye göre, arketipler (kaynağı ne olursa olsun) toplumsal, ırksal, tarihsel, dinsel, dilsel ve coğrafi ayrılıkları hiçe sayan, etkisi tüm insanlık üzerinde benzer şekilde görülen öğelerdir. kültürel uçurumu bile aşabildiğine göre, insan topluluklarının ortaya çıkışından öncesine dayanması kuvvetle muhtemel olan bu öğelere ve bu öğelerin dikte ettirdiği şekilde oluşturulmuş temalara, tüm insanlar benzer şekilde tepki verir.

    jung psikolojisindeki arketip kavramını irdeleyelim biraz. freud’un psikanaliz ekolünün oluştuğu yıllarda mıknatıs gibi etrafına çektiği, sonra fikir ayrılığına düşüp ondan kopan parlak zekâlardan biri olan jung bu sözcüğü ilk defa 1919 yılında kullanmış. tıpkı kişilik tipleri, tipoloji ve sözcük çağrışım testleri, işlevler, simgeler, libidal entropi veya kendisinin adını kötüye çıkartan, kimilerince irrasyonel kimilerince metafizik damgası vurulmasına yol açan eşzamanlılık gibi, jung’un önemli kavramlarından biri, belki de en önde geleni arketip. freud gibi jung da bilinçdışına inanır, ancak kişisel olanın haricinde, insan olan ve olmayan atalarımızdan bir de kolektif bilinçdışı miras aldığımızı savunur. arketipler kolektif bilinçdışının içeriğini oluşturan davranış desenleridir ve istisnasız olarak tüm insanlık tarafından paylaşılır. tıpkı kişisel bilinçdışında olduğu gibi, bunların da farkına insanın kendi bilinçli çabasıyla ve doğrudan varması mümkün değildir, jung’un ilkin jacob burckhardt’tan ödünç aldığı, aslen aziz augustinus’a atfettiği ve ilksel imge (primordial image) dediği, sonra da arketipsel imge diye andığı semboller ve rüyalar sayesinde kendilerini belli ederler. bu arada, ben bu jacob burckhardt**’tan hiç hoşlanmam efendim, sebebini de aşağıda açıklayacağım. jung, yaşam tecrübesi ve yaşla ilişkili bireyselleşme (individuation) dediği bir süreç sonucunda bu arketiplerden bazılarının dönüşerek ve özelleşerek kişinin kendine özgü bir nitelik kazandığını, bunların da psişenin öğelerini oluşturduğunu iddia eder (self, animus, anima, persona ve gölge). diğerleriyse daha geneldir ve arketipçi eleştiriyi ilgilendiren kısmı da aslen budur: kahraman, ejderha, öldükten sonra doğma, yaşlı bilge, aptal kral, tehlikeli ama ödül vaat eden yolculuk, hazine, düzenbaz gibi arketiplerin rastlanmadığı tek bir toplum bile yoktur. bizim konumuz için önemli olan da arketiplerin bu özelliği, yani evrenselliğidir. günümüzde yansımasını gördüğümüz birçok olgu, temelinde bu arketiplerin yansımaları ya da çeşitlemeleridir. jung bu sembollere 80 binden fazla rüyayı çözümleyerek, asya, afrika ve amerika’yı gezip yerlilerin masallarını araştırarak ulaşır.

    arketipçi eleştiri dendiğinde adı mutlaka anılan kişilerden ikincisi, northrop frye adında kanadalı bir edebiyat eleştirmeni / kuramcısıdır. frye’ın anatomy of criticism adlı kitabı, tüm yazın tarihini modlara ve kurgulara göre sınıflandırmakla kalmaz, bir bölümünde doğanın mevsimler arası geçişte yaşadığı değişimin insanı çok derinden etkilediğini, günümüzde geçmişle bağlantısı kopmuş ya da fark edilemeyecek kadar incelmiş gözüken nice şeyin, aslında bu doğal sürecin parodisi ya da taklidi olan ritüellerden türediğini savunur. hatta doğanın ölüp dirilmesinin tüm arketiplerin arketipi olduğunu söyler, çevrimsel ya da döngüsel tarih kavramını akla getirecek (ve tüylerimi ürpertecek) şekilde, her mevsimi bir edebiyat türüyle eşleştirir ve tıpkı doğa gibi, insanların edebi zevklerinin de bu türler arası geçişten payını aldığını öne sürer: komedi ilkbahardır, romans yaz, trajedi sonbahar ve hiciv kış. şimdi diyeceksiniz ki, adları arketipçilikle özdeşleştirilen bu iki kişi arasında bir bağlantı var mıymış? varmış, frye son derece saçma bulurmuş jung’un kolektif bilinçdışı kavramını!

    bu alanda elbette antropologları da unutmamak gerekiyor. sözgelimi, sir james george frazer’ın altin dal (bkz: the golden bough) adlı eseri, birincil kaynaklardan değilse bile, ikincil kaynaklardan yola çıkılarak hazırlanmasının itibarına gölge düşürmediği, büyük bir eserdir ve toplumları, mitleri ve arketipleri inceleyerek aralarında bir etkileşim bulunmayan toplumlarda bile ortak noktalar bulunduğunu ortaya koyan, arketipçi eleştirinin sağlam kaynaklarından biri sayılabilir.

    joseph campbell’ın da adını anmasak olmaz. jung’dan ve freud’dan etkilendiğini gizlemeyen campbell, hero with a thousand faces adlı eserinde kahraman arketipini etraflıca inceler, ayrıca monomyth adını verdiği ve bir kahramanın yola çıkışı, inisiyasyonu ve geri dönüşü olmak üzere üç ana başlık ve 17 olay düzleminde incelenebilecek bir mitin, dünyadaki tüm mitlerin atası olduğunu savunur. yunan mitolojisinden tutun da peygamberlerin hayat öykülerine kadar birçok kaynak bu izlek üzerine oturtulabilir. george lucas da star wars’un ve jedi mitinin oluşturulmasında belki de en büyük payın bu esere ait olduğunu belirtiyor. star wars’un başarısının altında yatan ve bir japon üzerinde de, bir türk üzerinde de benzer etki yaratmasını sağlayan şeylerden biri de –orijinallikten yoksun olduğuna dair, yöneltilen çoğu eleştiriyi hak etmesini bir kenara bırakacak olursak- mitolojiden romansa, işlerliği akla gelebilecek her türlü mecrada defalarca ispatlanmış bir formülü harfiyen tekrarlaması olarak gösterilebilir.

    bunun dışında bir de doğrudan bu sınıfa sokulamayacak olsa da, sonuç itibariyle arketipçi düşünceye destek veren kişi ve eserler var. bunların bence en önde geleni vladimir propp. kendisi aslında dibine kadar rus biçimcileri’nden olan fakat yapısalcı eleştiriyi de etkilediği için kimi kuramcılar tarafından da yapısalcıların safında sayılan propp, yüzlerce rus masalını inceleyip diğerleriyle aynı yönde, yani “günümüzdeki yaygın”dan “geçmişteki ortak”a ulaşan masalın biçimbilimi adlı eseriyle biliniyor. bu eserin ortaya koyduğu sonuç masalların (en azından rus edebiyatındaki tüm masalların) gruplanarak yedi eylem alanına ve dolayısıyla yedi karaktere bölünebilecek 31 işlev içerdiği, bu işlevlerin kökte değişmediği, sayısının sınırlı kaldığı, bir masalda bu 31 işlevin hepsi yer almasa bile yer alanların sırasının değiştirilemeyeceği ve tam da anlattıklarıma denk düşecek şekilde “bütün olağanüstü masalların yapıları açısından aynı türe bağlandığı”. hatta bir zamanlar visual culture derslerinde göstergebilimsel dörtgen (bkz: semiotic square)’ini reklam yorumlamada seve seve kullandığımız greimas bu formülasyonun daha da sadeleştirilebileceğini söylüyor. gördüğünüz gibi, folkloru inceleyerek bütün masallara kaynaklık eden tek bir ana ve ortak masala gitmek, hatta sonunda bunun bir masal olmadığını keşfetmek bile olası görünüyor bu bakış itibariyle. benzer bir çalışmanın türk masallarındaki kahramanlar için pertev naili boratav tarafından yapılmış olduğunu da ekleyeyim.

    sabredip buraya kadar okumuş olan, konuya da vakıf birileri varsa, günümüzde arketipçi eleştiri ekolünün nam salmış temsilcilerinden sayılan, en çok da ölüm-diriliş simgesi ve mevsimsel geçiş üzerinde duran cambridge ekolü’nden hiç bahsetmediğimden yakınabilir. bakın, onlara da değindim işte.

    tüm bunları hangi şeytan dürttü de yazdı derseniz, okuduğum edebiyat kuramı kitaplarının pek azında bu konuya yer ayrılmasının, hatta psikanalitik edebiyat kuramına ve ruhbilimsel eleştiriye değinen kitaplarda bile bu konudan bahsedilmemesinin beni rahatsız ettiğini söyleyebilirim. nitekim bizde bir tek berna moran, üstelik de psikanalitik kuramdan tümüyle ayrı bir bölümde incelemiş bu akımı. çok saygın kuramcıların kitapları bile genelde bu konuyu hafiften alma eğilimi sergiliyorlar. ha, bir de pazartesi günü okulda alakasız bir dersten sunum yapmam gerekiyor, ona çalışmamak için kaytarırken bu çıktı entry ortaya.

    şimdi de çıtır çerezler:

    - jamil nasır’ın düşler kulesi kitabı, daha başarılı reklam kampanyaları hazırlayabilmek için ortadoğu’ya gönderilen, halkla yaşayıp düşlerinde onlara özgü arketipik imgeleri gören ve araştıran, kendisi de arap kökenli olan amerikalı bir imge kazıcısının öyküsünü anlattığı için konuyla yakından ilişkili bir bilimkurgu eseri.
    - jack london’ın ademden önce’si, istisnasız her insanın rüyasında deneyimlemiş olduğu “düşme” temasının ve yükseklik korkusunun, yırtıcılardan korunmak amacıyla ağaçlara tırmanan ve benzer düşüşlerden sağ çıkan atalarımızdan bize bırakılan uyarı amaçlı bir miras olduğunu söylediği için konuyla tamamen örtüşüyor.
    - jacques attali’nin labirentin tarihi adlı kitabı, aborijin yerleşimlerinden tutun da eski yunan’a, mısır’a ve günümüzde doom oyununa kadar sayısız yerde karşımıza çıkan arketipik bir öğe olarak labirente değindiği için incelemeye değer.
    - jurgis baltrusaitis’in düşsel ortaçağ eseri, ortaçağdaki grotesk öğelerin, canavarların, yaratıkların, aynı dönemde doğu kültürlerinde de görüldüğünü belirtiyor ancak rasyonelleştirmek için ortaçağda şu an farkına varamadığımız kadar gelişkin bir kültürlerarası etkileşimin varlığından söz ediyor.
    - philip k. dick’in do androids dream of electric sheep’inde insanlarla replikantları birbirinden ayırt etmek için kullanılan, anahtar sözcüklere verilen empatik tepkinin ve iris hareketlerinin süresinin ölçülmesine dayanan voight kampff testinin jung’un kompleksleri saptamakta kullandığı sözcük çağrışım testinden alındığını düşünüyorum.
    - az daha unutuyordum. noam chomsky’nin yaratıcısı olduğu universal grammar kuramı da, diller arası ortaklıktan yola çıkarak, tüm dillerin temelinde tek bir evrensel dil olduğunu söyler… belki de babil kulesi’ni dikenlerin dilidir bu, kim bilir?

    şimdi de dipnotlar:

    * ilkçağ felsefesinden aparttığın analojiyi önümüze dayamakla doğru mu ettin diye sormazlar mı insana? sorsunlar, arketiplerle idea’ların aynı şey olduğunu jung da söylüyor.

    ** efendim, ben burckhardt’tan da, kendisinin pek bir savunduğu (tüylerimi diken diken etti dediğim) döngüsel ya da çevrimsel tarih anlayışından da pek hazzetmem. nedeni de şudur: görünüşteki geçerliliklerini kabul ederim bu fikirlerin, ama tarihte müteakip yükselme ya da çöküş dönemlerinden bahsetmek, çok kaygan bir zemin üzerinde durmak ve göreceliği hiçe saymak gibi geliyor bana. içinde yaşadığımız devrin tepe ya da çukur noktasında bulunduğunu tespit etmemizi sağlayacak ölçütümüz nedir? bu konuda, alois riegl’ın başını çektiği cinsten bir doğrusal tarih anlayışı daha mantıklı geliyor bana. kendisi, tarihin her döneminin aynı önemde olduğunu iddia ediyordu, hatta döngüsel düşünce yanlısı sanat tarihçilerin en “önemsiz” zamanlardan saydığı geç roma döneminin aslında (illa bir önem atfedilmesi şartsa) en önemli dönemlerden biri olarak düşünülebileceği, zira rönesans’ın doğuşuna yol açan tüm şartların o sıralarda oluştuğu kanısındaydı. çocuk ve doğuşu çok görkemli olabilir, tamam da, hamileliği önemsiz saymak niye?

    sözü edilenler için kaynakça:

    c.g. jung – dört arketip, analitik psikolojinin temel ilkeleri
    frieda fordham – jung psikolojisinin anahatları
    oğuz cebeci – psikanalitik edebiyat kuramı
    berna moran – edebiyat kuramları ve eleştiri
    tzvetan todorov – yazın kuramı – rus biçimcilerin metinleri
    terry eagleton – edebiyat kuramı
    r.wellek, a. warren – yazın kuramı
    frederic jameson – dil hapishanesi
    vladimir propp – masalın biçimbilimi
    james g frazer – altın dal
1 entry daha
hesabın var mı? giriş yap