120997 entry daha
  • libya’ya çalışmaya giden dayımın, dönerken bana bisiklet getireceğini söylediklerinde sekiz yaşındaydım. bütün arkadaşlarım rengarenk, süslü bisikletleriyle sabahtan akşama kadar mahallede cirit atıyordu. bense bütün bir yaz mevsimini balkonda dayımı bekleyerek geçirdim. bisikletlerin bizim evin önünden konvoy halinde kornalara, zillere basarak geçişlerini izledim her gün akşama kadar. onlara el salladım. gözden kaybolana dek arkalarından baktım her defasında. küçük plastik sepetteki tahta mandallardan asker yapıp onları savaştırdığım sıkıcı oyunu haftalarca oynadım balkonda tek başıma. sonunda dayım geldi ama bisiklet gelmedi. uzun zaman sonra öğrendim, 88 yazında dayımın libya’da değil metris cezaevinde olduğunu.

    babam tuvalete gittiğinde annem babamın içkisini lavaboya dökerdi. dökerdi dediysem öyle hepsini değil, bir iki parmak belki. anlaşılmayacak kadar. babam anlarsa kıyamet kopardı çünkü. elinde kadehle usulca mutfağa gidip gelirdi annem. parmağını dudaklarına götürerek 'sus!' işareti yapardı bana. lavaboya döktüğü o iki parmak rakıyı kâr sayardı. babam yetmişlik rakının üstüne dört bira içerdi oysa. annemin döktüğü içki, babamın içtiğinin yanında devede kulak kalırdı. yarım duble az içse sarhoş olmayacaktı güya. anneminki öyle zayıf bir umut, öyle çaresiz bir medet ummaydı ki çocuk halimle bile hüzünlenirdim.

    büyüdüm. senin parmakların vardı. annemin bana sus işareti yaptığı geceleri saymazsak, bir insanın parmaklarını hiç bu denli fark etmemiştim. avrupa’da kıyafet aldığın mağazanın kasa görevlisi de fark etmiştir muhakkak. küçükçekmece’nin dar sokaklarında dünyalar gizliydi bir zamanlar. kar yağarken seni ilk öptüğüm kafe, önünde yaşlıların bekleştiği bir banka şubesi olmuş şimdi. olsun. ağlak bir romantizme yaslanacak değilsin ya. iberya’da paella yerken fotoğraf çekilebiliyorsun en azından. ben sana anca şiir yazabilirdim. zaten o da yeterince cazip değil.

    ayrılmasaydık evlenirdik belki. seni artin’in meyhanesine götürecektim. midye ve limon kokan ellerimle galata kulesini gösterecektim sana, “işte orada” diyecektim, “çocukluğumu çalan kule!” bir suçluyu işaret eder gibi gösterecektim. doğa sevgisini ilkokul türkçe kitabındaki rakım çalapala şiirlerinden öğrenmiş her çocuk gibi, seni bir çiçeğe benzetecektim. otogarda çorba yanında verilen, kenarında “afiyet olsun” yazan ıslak mendile bakarken, sidik ve ernet kokusunun gözleri yaktığı kahvehanelerde soba başında ellerimi ovuştururken, hep seni düşünecektim. misafir telaşı yaşanan evlerin sıcaklığı gibi bir huzur kaplayacaktı içimi. puslu bir pazar günü market alışverişinden döndüğümde, kabartma tozu almayı unuttuğum için kızacaktın bana. ben biraz mızmızlanıp tekrar gidecektim.

    bu deli saçması şeyleri okusan ne gülersin kim bilir? sen bana bakma. ben böyle cılız bir umuda dört elle sarılmayı annemden öğrendim.
152981 entry daha
hesabın var mı? giriş yap