19045 entry daha
  • nerede okudum ya da tam hali hatırımda değil. aşağı yukarı şöyle bir şeydi: hiçbir sevginin seni hapsetmesine izin verme. yalnızlığını koru. eğer bir gün, olur da gerçek sevgi karşına çıkarsa bu durum, içsel yalnızlığın ile bu yoldaşlık arasında bir karşıtlık yaratmayacaktır. işte onu tam da bu işaretten tanıyacaksın, diyordu. simone weil’den -eğer varsa- gerçek sevginin ayırt edici noktasına dair hayatımızı ve tercihlerimizi gözden geçirmeye teşvik eden bir tanımdı.

    tam ortasına öylece bırakıldığımız bu hayatta aşk veya sevgili bizim için yaşamdaki seyrüseferimizde bir engel mi, bir yardımcı mı, bir merhale mi yoksa varılacak bir yer mi? allah’a ulaşmada bir aşamaydı mecnun’un leyla’sı örneğin. eski bir tv dizisinde ise hayat arkadaşı için yüksekçe bir dağa yapılan tırmanışta karşılaşılan ve artık omuz omuz alınan bu yolda, yoruldukça diğerine nefes olan kişi denilmişti. ne var ki bazen de mevcudiyetimizi dahi tehdit eden bir hâle kadar uzanıyor. karşılıksız aşk, sadece kendini seven sevgilinin umutsuzluğuyla, sesini hâlâ yankılarda duyduğumuz bir ölüme mahkum etmişti kimisini. özgürlükle sınırlandığımız bu dünyada biz sevgiliyi ve kendimizi nereye koymayı, neyi hissetmeyi deneyeceğiz?

    nasıl ki kendi yaşamımızı tasvirimiz ve anlamlandırışımız biricik ve şahsi bir çıkarımsa, herkesin aşka dair tecrübesi, beklentileri, yapmak istedikleri, yapmadıkları, fedakârlıkları, mutlulukları ve üzüntüleri de kendisine has olacaktır. aslında tüm bu hayat gailesinin arasında buna cesaret etmek de kolay iş değildir. hatta akıl işi olmadığı da düşünülebilir. yeni bir cephe mi açacağız yoksa tam düşeceğimiz yerde elimizden tutan birisi mi bulunacak. elbette murat ettiğimiz ikincisi.

    bu ruhsal hareketlilik, kararında kullanılması gereken bir merhem kadar mühim. çok azı herhangi bir tesir yaratmayacağı, hayal kırıklığı doğuracağı gibi; bazı şeyler olması gerekenden fazla olursa zehirlenmeye de sebebiyet verebilir. “olması gereken” dozaj herkes için, hatta karşıdaki değiştikçe her birliktelik için farklılık arz edecektir. eğer kendimizi tasvir ederken karşımızdakinden de faydalanmayı tercih ediyorsak, karşımızdaki kişiye göre beklentilerimizin, tahammülümüzün ve fedakârlıklarımızın değişmesine şaşırmamak, bunu garipsememek lazım gelir. bu hususta bir yanlış anlamaya mahal vermemek için önemli bir nüansın altını çizelim. henüz kendi özümüzü kuramamışken, bir başkasına salt kendini beğendirmek çabasıyla kendimizi olmadığımız ve hiç olamayacağımız bir görüntüye büründürmek veyahut karşıdakini kendi benliğinden koparmaya çalışmak, her iki tarafa da mutluluk getiren bir temele hiçbir zaman esas teşkil etmemiş, beyhude bir uğraş olarak kalmıştır.

    ne kadar çabalansa da iki kişiden tek bir ruh çıkarmak mümkün değil. şairin de işaret ettiği üzere bir ağaç gibi tek ve hür kalmak benliğimizin değiştiremeyeceğimiz bir özelliği. beklenti varsa aşk yoktur, yekpare olmak gerekir diyen olabilir. kulağa romantik gelebilir fakat varlığımızın, daha doğrusu tüm doğanın varlığını inkâr eden bir düşünce bu. önem atfedeceğimiz nokta, bir beklenti olup olmayacağı değil, bunun ölçüsü ve muhteviyatıdır. doğadaki herhangi varlıktan beklentimiz oldukça nettir. sözgelimi, bulutların, taşların ya da usb belleklerin işlevleri ve amaçları tartışılmazdır. ancak birey olarak varlık yükümüze bir öz kazandırmak için emek harcarken ve üstelik herkes için bu süreç farklı işlerken, cetvelle bir beklenti veya fedakârlık ölçüsünü tüm insanlık adına çizemeyiz. hatta ani vazgeçişlerin bu insani özdeki gelişim sürecinden ve yeni açılan pencerelerden kaynaklandığını dahi ileri sürebiliriz.

    yaşam yolunda aşkla ilgili geçici ya da kalıcı kaidelerimizi ortaya çıkarmak mümkün olabilir mi? elimizde hayli esaslı problemler mevcut. bir sorunu çözmenin yolu önce onu tanımlamaktan geçer.

    madam bovary’nin de yazarı, flaubert aşkı tek kelimeyle tanımlamış: merak. “birine karşı, ansızın, merak duymaya başlarsınız, korkunç bir merak. onu tanımak, onunla doğmak, dünyaya onunla yeniden gelmek tek amacınız haline gelir. aşka en uzak cümle, senden nefret ediyorum değil, bilmek istemiyorumdur.” demiş. haksız demek ne mümkün. nil karaibrahimgil’in “hakkında her şeyi bilmek istiyorum/ bu aşk değil de nedir” diye söylediği türkçe sözlü hafif batı müziği de flaubert’i destekliyor. ancak salt merak unsuru uzun bir vade için yeterli olabilir mi?

    aşk üzerine en isabetli bulduğum tanım şu: sevilen kişiyle hem ruhen hem fiziken kusursuz bir birlikteliğe duyulan hasret. ruhen ve fiziken birlikte olma arzusuna itiraz eden olacağını düşünmüyorum. hasret. can alıcı nokta burası olmalı. tanpınar da sevdiğine olan mektubunu “seni çok göreceğim geldi” diye bitirmişti. pekala, bu isabetli tanım kim yapmış? bu tanım ibn-i sina’ya ait. hayır, ibn-i sina mesaiden sonra romantik bir günbatımına bakarak bu sözü söylemedi. hekim gömleğini giyerek, bizzat ruhi bir hastalık hâli olarak tanımladı aşkı. dünya sağlık örgütü, sağlığın tanımı için bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir, diyor. sevdiğine karşı sonsuz bir hasret duyan, onsuz ruhunu eksik hisseden, dolayısıyla ruhen kendi başına tam bir iyilik halinde bulunmayan kişi, günümüzdeki tanımı ile dahi ibn-i sina’nın tespitinin haklılığına işaret ediyor. öyleyse bu hastalığın reçetesi nedir? ambroce bierce bu soruya ironik fakat yabana atılmayacak bir cevap vermiş: aşk geçici bir hastalık olup, evlilikle tedavi olur, diyor.

    akla takılabilecek bir husus için ufak bir parantez açalım. az önce aşk için merhem demiştik, şimdi ise hastalık. yine de çelişki sayılmamalı. teoman, gönlünü çelen kişinin hem yarabandı hem yarası olduğunu boşuna söylememiş olmalı.

    tüm klişe ve ön kabullerden azade bir şekilde, en azından kendimize, açık bir kalple cevap vermeliyiz. gerçekte ne yapmak istiyoruz, beklentimiz nedir? hayran olmak mı hayran olunmak mı istiyoruz; maddi olanak konforunu mu gözetiyoruz; birlikte yeni yönler keşfedebileceğimiz bir yoldaş mı arıyoruz yoksa sadece âdet yerini bulsun diye mi yaklaşıyoruz? sevdiğimiz ve istediğimiz kısım, kavuşma/evlilik öncesi evresi midir? her ne yaptık ya da yapıyorsak, bizzat bizim gizli ya da açık tercihlerimiz bizi yürüdüğümüz bu yola getirdi. hatta bu gayenin gerçekleşme imkânından şüpheye düşüp, bu yollara hiç atılmama seçimi de dâhil.

    louis aragorn, elsa’sı için “mutlu aşk yoktur ama/ böyledir ikimizin aşkı da” diye yazmıştı. öyleyse neden hayatına elsa’dan ayrı bir yön tayin etmediğini sorsak belki bize başka bir şairden alıntı yapıp “bir derdim var/ bin dermana değişmem” derdi. bu, dürüst bir yanıt olurdu. kendimizi inşa ederken içine bol acılı bir drama koymak istiyorsak, hatta bu acıdan beslenmek istiyorsak, bu da bizim tercihimizdir. yeter ki illüzyon altında kendimizi kandırma arzumuz bulunmasın. elma yersek elma tadı alacağız, armut yersek armut tadı. hiçbir zaman aksine rast gelmeyeceğiz. ne meyvenin kendi tadı değişecek ne de dilimizdeki reseptörler farklı algılayacak.

    hem bize katkı yapabilecek hem de zararı dokunabilecek pek çok alternatif ve gidişatla karşı karşıyayız. eğer aşktan yoldaşlığa uzanan bir serencamı arzu edeceksek, birden çıkagelen bu kişinin -elbette böyle bir karşılaşma olur ise- hayatımıza yapmasını dilediğimiz bu etki için kendimize bu ihtimal hakkında en dürüst cevabı nasıl verebiliriz? böyle bir yolu takip etmeye ilgi duyanlar için sanırım cevabı daha yazının en başındaki alıntıda verdik. sevginin her türlü mahkumiyetine itiraz edeceksek, bu süreçteki tüm gölgelerden, tüm zincirlerden kurtulmalı. bu birliktelik, bir ceza müeyyidesi gibi denetimli serbestliğe dönüşmemeli. insan, yan yana da iç sesini istediği zaman can kulağıyla duyabilecek kadar bir sessizlikte yaşayabilmeli.

    kendimizce bir seçim yaptık ve kavuşunca muhtemelen aşk hastalığı da nihayete erecek. bununla birlikte tedavi sonucunda eskisinden de sağlıklı mı olacağız yoksa kalıcı hasarlar almış birisi gibi hayat bizim için daha meşakkatli mi olacak? kavuşma öncesi yaptığımız tercihler, kavuşma sonrasını nasıl etkileyecek?

    sonrası için sokrates, evlenin ya mutlu olursunuz ya da filozof demişti. dolayısıyla insanlığa bu filozofu armağan eden güzel eşi xanthippe’ye bir teşekkür borçlu olabiliriz. sokrates ahlakı, erdemi tasavvur etti, tanrısal sezgisini hissetti ve tartıştı bol bol. onu 2.400 yıldır canlı tutan bir mücadeleye girmeyi tercih etti. bir de tersinden gidelim: ya sokrates mutlu olsaydı? yine bu kadar şehvetle felsefeyi yeryüzüne indirmek için çaba gösterir, dünyada bir ayak izi bırakmaya çalışır mıydı? bir başka deyişle sokrates’in eşi, onun içsel yalnızlığı ile rekabet etmeseydi ne olurdu?

    sokrates, çileli bir yoldan ulaştığı aynı sonuca, meltemli bir ege gecesinde xanthippe’nin gözlerine bakarken de tanrı’yı görüp ulaşabilir miydi? ulaşsa da bir şair bu saadet için bir manzume yazar mıydı? bu son soruya olumlu cevap vermek güç. çünkü tarihte sadece mutsuz âşıkların destanı yazıldı. mutlu yoldaşların hiç destanı olmadı. onlar, yalnızlıklarını sevdiklerine dahi işgal ettirmeden ve kendileri dâhil hiç kimseyi mutlu olduklarına ikna etmeye çalışmadan, gösteriş ve gürültüden uzak yaşayıp kendi hikayelerinde nefes almayı tercih ettiler.

    hülasa başlangıcı merak, ortası hasret, menzili destansız bir yoldaşlık…
6680 entry daha
hesabın var mı? giriş yap