461 entry daha
  • söylenmiş bütün nedenlere ek olarak gözlemlediğim sosyal nedenleri derledim.

    “kursa gider hallederim”

    konunun türkiye’de yaygın bir alışkanlıkla ilgili bir yanı var ki bütün tarafları ilgilendiriyor ; öğrenci ve ailelerin, okul ve kurslardan gerçekdışı beklentileri!

    en sade haliyle birinin iyi ingilizce eğitim veren bir kursta, kolejde veya üniversitede eğitim alması demek öğrencinin otomatik olarak ingilizce öğreneceğinin garantisini vermez,

    veremez.

    insanların, genelde iyi yabancı dil eğitimi veren yerlere gitmekle bunu garantileyebileceklerini sanma eğilimi var gerçekte işler öyle yürümüyor! eğitim almaya başlayıp, işin kalanını eğitimcilerden bekleme sadece gülünç bir fantezi olur.

    öğrencinin başarı ihtimalini arttırabilecek tek şey kendi eğitim sürecine iyi odaklanıp iyi yönetebilmesidir!

    ingilizce eğitimi veren kurum ve kuruluşlardan gerçek dışı beklentiler, toplumumuzda ‘süreç yönetmek’ anlayışına yabancılığımızdan gelir.

    bu eksikliği belki en çok eğitim ve gelecek planlama biçimimizde görürüz.

    mesela öğrencilerin üniversiteye girme çabası iyi bir örnektir. lise çağına gelmiş öğrenci hemen aile ve toplumun geneli tarafından birkaç yıl sürecek üniversite sınavı mücadelesine yönlendirilir, tamam!

    öğrenciye, üniversiteyi okursa ‘’iyi bir gelecek’’ elde edeceği söylenir, tamam!

    çevresini saran herkes sınavdan iyi bir puan alarak iyi bir üniversite kazanması gerektiğini anlatır, tamam!

    tabi ki öğrenci bunca güvenilir referanstan sonra hedefini belirler:
    “üniversite sınavını geçeceğim ve geleceğim iyi olacak!”

    işe koyulur ve belki 2 yıl yoğun bir çalışma temposu içine girer.

    sonra sınavı geçer ve başarıyı elde eder...

    buraya kadar tamam ama sonra ne olur?

    sırasıyla önce eğitim sistemi ve derslerin beklediği gibi çıkmaz, ardından belki öğrenciler ve öğretmenler beklediği gibi çıkmaz, sonra kendi bölümünden mezun olmuş insanların hayatlarının beklediği gibi olmadığını ve okul sonrası iş bulma ve kariyer düşüncelerinin yine beklediği gibi olmadığının şaşkınlık içinde tekrar tekrar görür.

    kafası karışır! çünkü sınav sonrasında neler olacağından neredeyse kimse bahsetmemiştir. dolayısıyla çocuğun kafasında “okula kapatı at gerisi gelecek” fikrinden başka birşey oluşmamıştır. doğal olarak sınavı kazan"mış ve beklediği şeylerin onu bulmasını ummaktadır.

    şöyle bir düşününce birinin lise çağından itibaren eğitim ve gelecek planı yapması demek kişinin ortalama 5 yıllık gelecek planını yapıyor olması demektir. buna göre öğrenci sınava kadar olan 2 yıllık sürece odaklanıp mezuniyet ve inşaa edeceği kariyeri sınavı kazanarak garantileyeceğine inanmıştır. fakat kimse bir sürecin sadece başını ve sonunu planlayarak sürecin bütününü yönetemez. ve sonrasında sayısız insan tekrar ve tekrar aynı şeyleri yaşar, aynı şaşkınlık içine girer ve aynı hayal kırıklığına uğrar durur.

    bunu yaşanşarın kimi “oyunun kuralları böyle” der ve adapte olur, kimileri o bahsedilmeyen, kapağı atmak ve mezun olmak arasındaki evrenin şaşkınlığını sevdiği, güvendiği kimseden duymamış olmanın hayal kırıklığını çevresine, ailesine, eğitim sistemine, öğretmenlere fatura çıkartır. onları suçlar. belki de hepsiye dalga geçer, ciddiye almaz olur.

    bu yanılgı yeni birşey değil. geçmişte emekliliği hesap ederek devlet memuru olma çabasına giren nesiller gibi. özellikle düşük ve orta seviye memurluk pozisyonları bu tavırdaki sayısız insanın gelecek hedefi oldu.

    formül aynıydı: “kapağı atma evresinde mümkün olan her şeyi düşün ve yap, gerisi zaten gelir!”

    ardından da emeklilik günü hesaplanır. düşününce burada da aynı şey oluyor; ortalama 40 yıllık sürecin sadece başlangıç ve bitiş evresi üzerinde düşünülüyor. arada kalan uzun yıllar “akışına”bırakılıyor. yapacağın iş, işin niteliği, ilgili beceriler ve gelişimi, işin kişiye ve ailesine nasıl bir yaşam tarzı getireceği gibi konular düşünülmüyor, umursanmıyor.

    geleceği ilgilendiren önemli adımların hepsinde benzer şekilde düşünen, hareket eden insanları yaygınca var çevremizde. bir de bu anlayış gençlere büyük düşünmek, sorumlu düşünmek, gelecek için yol haritası oluşturmak ‘geleceği garanti altına almak’ mış gibi öğretilir.

    fakat tam tersine bunların hepsi sadece -miş gibi yapmaktır. çünkü bir süreci akışına bırakmak veya zamana bırakmak hiçbir şey yapmamakla aynıdır!

    arızayı, ingilizce öğrenmeye başlayacak herkes çok iyi anlamalıdır. çünkü aynı durum ingilizce eğitimi için de geçerlidir. iyi yabancı dil eğitimi veren kolejlere, üniversitelere, dil okullarına "kapağı atmak" hiçbir şeyi garantileyemez. kişinin ne kadar verim alacağı yine onun bu süreci gün ve gün nasıl yöneteceğine bağlıdır. eğitim süreci içinde kendini geliştirmek, zaman içinde oluşan eksiklikleri fark etmek ve bunları düzeltmek için göstereceği çabaya bağlıdır. ilgisine, derslere katılımına, alacağı kararlara ve ingilizce öğrenmeye ayıracağı zamana bağlıdır. içine gireceği sürecin nasıl sonlanacağı, işin başında belirlenen hedefler kadar süreci nasıl yönetileceğine bağlıdır.

    “bu bana yeter” cilik

    kişinin yabancı bir dil öğrenmekten ne anladığı ve neden öğrenmek istediği daha en baştan o lisanı ne kadar sürede öğreneceği ve ne kadar başarılı olacağını belirler.
    fakat ondan daha da önemlisi ingilizce öğrenme konusunun nasıl bizim karşımıza çıktığıdır. çünkü ikinci dil olarak ingilizce öğrenmek, sadece türkiye’de yaşanan bir şey değil.

    peki dünyada neler oldu da bu iş bizim karşımıza çıktı?

    dünya dili ingilizce’nin neden hayatımızda olduğunu anlamak bile bakış açımızın iskeletini oluşturur.

    bugünlerde değişmeye başlamış olsa bile türkiye’de ingilizce, yaygın olarak eğitim ve iş hayatında başarı edinmek için öğrenilir. yani ingilizceyi -dünyanın geri kalanından farklı olarak- bir yabancı dili ve taşıdığı kültürü, o kültürün insanlarını ile iletişimde olmak için değil sadece türkiye’de verdiğimiz hayat mücadelesinde başarılı olmak için öğreniyoruz. çünkü ingilizce öğrenmenin genel sebebi ve motivasyonu kazanç elde etmek üzerine kuruldu!

    bu başlangıç yüzünden ingilizce lisanı, türkiye’de bir iletişim aracı olamadı. daha doğrusu her lisan gibi ingilizcenin de bir iletişim aracı olduğu gerçeği arka planda kaldı.

    onun yerine kazanç, başarı, prestij ve hatta sosyal statü edinme aracı olarak ön plana çıktı. mesela bu yüzden halen toplumun geneli, kişinin ingilizce öğrenmede başarısını derslerde iyi not almak veya iyi bir iş bulmakla ölçer. konu şu ki bu faydacı tavır sebebiyle bir dünya dilini öğrenmekle ilgili dünya gerçeklerinin dışında kaldık.

    peki neydi bu dünya gerçekleri ve neden önemli?

    bütün diller gibi ingilizce de iletişim için var. yine konuşulduğu ülkelerde herkes için bir iletişim aracıdır. bu basit gerçeklik hiç değişmedi. geçen yüzyılda ingilizce bir dünya dili olmaya başlayınca, ingilizcenin resmi dil olmadığı ülkeler bazı uygulamalarla ingilizcenin yaygınlaşması için çalıştı. bu uygulamalar, onların dünyadaki değişime ayak uydurmak için attıkları ilk adımlardan oldu. ticaret ve benzeri sebepler. akabinde çıkan iletişim aletleri ve çok kültürlülük.

    çok kültürlülük dendiğinde halen aklıma ilk gelen şey çocukken televizyonda izlediğim filmler olur. 80’lerde yılbaşlarında, bayramlarda, tatillerde veya hafta sonları yayınlanan uzun çocuk filmleri. her filmin sonunda jenerikteki isimlere bakardım. isimlerin çeşit çeşit olmaları çok ilgimi çekerdi. ispanyolca ve japonca isimlerini ayırt edebilmeyi severdim. hemen hepsi hollywood filmleri olduğu için ingilizce isimlerini de ayırt ederdim. bir yandan da çocukça bir merakla aralarında hiç türk ismi var mı diye de bakardım.

    jenerikteki isimlerin çeşitliliği, dünyanın gidişatını da gösterir gibiydi. bu gidişata ayak uyduran insanlar sınavlardan geçip, iş bulup evlerine kapanmak için değil, değişen dünya ile iletişimde olabilmek için ingilizce öğrendi. bir araya gelip birbirlerini tanıdılar, birbirlerini öğrendiler. daha da önemlisi birbirlerinden öğrendiler. birlikte diziler, filmler yaptılar. ürettikleri işleri dünya aynı gün belki aynı saatte bayılarak izledi. ticaret yaptılar, ticaretin işleyişini, anlayışını yeniden şekillendirdiler. bütün dünyada ekonomi vb bölümler eğitim biçimlerini değiştirmek durumunda kaldı. sosyalleştiler, paylaştılar, dost oldular, sevip evlendiler. hayalleri kendi ülke sınırlarının önüne geçti ve çok kültürlülük ortaya çıktı. değişimin bizzat kendisi oldular. dünyanın yakın geleceğine, yani şimdi yaşadığımız dünyaya birlikte şekil verdiler.
    hepsinin temelinde iletişim vardı.

    daha sonra 2000’lerde şahit olduğumuz üzere iletişim, yüzyılımızın en önemli kavramı oldu.

    peki o ara türkiye’de ne oldu?

    1950-60’lı yıllarda ilk ve ortaokullarda başlayan ve gerçekten etkili ingilizce eğitiminden bahsedilir. yine 1960’ların gazetelerinde yayınlanan bazı iş ilanlarında, başvuracak adaylardan ingilizce bilgisi istendiğini de görebilirsiniz. fakat belli ki o dönemde eğitimden sonra iş veya başka sebeplerle ingilizce konuşmaya ihtiyaç duyanların sayısı, bugünlere göre çok azmış.

    ben, yaşım gereği 80’lerde başlayan ve 90’larda hız kazanarak devam eden ingilizce öğrenme furyasına şahit oldum. açılan özel ingilizce kurslarının sayısında patlama yaşanıyordu. art arda kurslar açılıyor ve sadece okuldaki eğitimle bu işin olmayacağını bilen, imkanı olan, ağırlıkla 15-35 yaş arası insanlar özel dil kurslarına gidiyordu. devlet okullarının tersine özel kursların sınıfları 10-15 kişiyle sınırlı tutuluyordu. ingilizce kursları yabancı öğretmenlerle, belli seviyelere gelen öğrencileri yurtdışında bir dil okuluna göndererek fark yaratıyordu. bunları daha sonra üniversiteler de yapmaya başladı. yani bugünün işleyişi o dönemde şekillendi.

    aynı dönemde yabancı dil ağırlıklı eğitim veren devlet okulları ortaya çıktı ve büyük ilgi gördü.

    aileler, okulları sahip oldukları kaliteli yabancı dil eğitimine göre değerlendiriyor, çocuklarının eğitim alacağı okulu ona göre seçiyorlardı. üniversiteler de ingilizce talebine göre kendilerini yenilediler. herkesin bildiği bir kaçı zaten her zaman iyi yabancı dil eğitimi veriyordu. onların dışındakiler de buna özen göstermeye başladı.
    kısa süre sonra bu uygulamalar neticelerini verdi. binlerce öğrenci ingilizce derslerinde yüksek puanlar aldı, sınavlar geçti...

    ayrıca konu sadece okulda alınan iyi notlardan ibaret değildi.

    ingilizce bilmek, insanların iş bulma şansını da arttırmaya başladı. 90’larda iş ilanlarının neredeyse hemen hepsinde adaylardan önkoşul olarak ingilizce bilgisi isteniyordu. ama iş dünyası bir adım önde olmaya çalışarak okul notlarını yeterli görmüyor, adayların şirketin kendi sınavlarından veya uluslararası geçerliliği olan sınavlardan belli puanlar almış olmalarını istiyorlardı. sınavları geçebilenler bu sayede iş bulabiliyordu.

    o dönemde yaşanan en trajikomik değişim, bazı küçük esnaflardan geldi. dünyadaki değişime adapte olmak için hızlı davrandılar. çıkardıkları markalara veya mağazalarına ingilizce isimler vermeye başladılar. özel sektörde böyle bir moda başladı ve bir anda heryeri sardı. özellikle büyük şehirlerde tabelalar ingilizce oluverdı. turistik yerlerdeki dükkanlarda, mağazalarda tabelaların farklı dillerde olması normaldi ama bu durum çok farklıydı. iş yeri ismi, ürün ismi, marka vs türkçe değil ingilizce olunca daha çekici oluyordu. yabancı olmakdıkları halde! daha da ilginç olanı küçük ve orta ölçülü işletme sahiplerinden çoğunun dünyadaki değişimle hatta ingilizce öğrenmekle bile hiçbir ilgileri yoktu. onlar değişen trendlere ayak uydurmaya çalışıyorlardı sadece.
    moda yayıldıkça eleştiriler de ortaya çıkmaya başladı.

    fakat eleştiriler genellikle iş sahipleri ya da modayı ortaya çıkartan talep hakkında olurdu. dünyada olup bitenden genel olarak haberdar olmadığımız için bu modayı eleştirdik fakat bu ülkenin değil bütün dünyanın olayıydı. neden böyle olduğunu çokta sorgulamadık.

    dünyada olup biteni görmezden gelmek hem ülkeye hem de bireylere fayda getirmedi açıkcası. tabelaları ingilizce yazmak da türkiye’yi değişen dünyaya adapte etmeye yaramadı. sadece olup biteni bakış açımız yüzünden bölük börçük gördük.

    işte aynı şey biz ingilizce öğrenirken de oldu. dili bir bütün olarak görmektense işimizi görecek kadarını öğrenmeyi tercih ettik. dili anlamak yerine iş görecek kadarına odaklanıp hemen faydalar peşinde kullanmak üzere harekete geçtik. fakat her lisan kendi bütünlüğünü korur. daha doğrusu insan ve iletişim dilin bileşenlerini bir arada tutarak bütünlüğünü korumasını sağlar. dil bir bütündür ve bütün olarak öğrenilmesi gerekir. aksi halde eksikler ve o eksiklerin kötü sonuçları çıkar.

    bu türde faydacı çabalar içine girenler de ingilizceyi bölük bölük öğrenmiş oldular. ve başlangıçta amaçlarına ulaşmış gibi görünseler de yavaş yavaş ingilizcenin daha fazla kullanıldığı pozisyonlara düştüklerinde eksiklikleriyle yüz yüze geldiler. türkiye’de ingilizce öğrenmekle ilgili araştırmaların verdiği üzücü rakamlara bakılırsa bu sorun halen olduğu gibi devam ediyor.

    bakın faydacılık, bu denli hedef odaklılık nasıl sonuçlar veriyor;
    biri ingilizce öğrenirken kafasındaki hedefe ulaşmak için çalışmasını büyük oranda yazmaya ayırırsa bu günden güne dinleme ve anlamada geri kalmasıyla sonuçlanır. veya konuşmaya odaklanır. bu defa okuma ve yazmada geri kalır. ama bir şeyi göremez; gün gelir çok çalıştığı konuşma sayesinde istediği noktaya varır. konuştuğu insanlarla iyi iletişim kurar ve gelmeyi başardığı noktanın hakkını verir. fakat konuştuğu insanlar o kişiden yazılı bir şeyler talep eder ve ortaya kötü sonuçlar çıkar. gelmeyi başardığı pozisyonu kaybedeceği durumlara bile düşebilir.

    hedefleri gereği devamlı yazarak ve okuyarak ingilizceyi kullanan birinin bir gün iyi konuşması gereken bir an gelir. benzer durumlar yaşanır.
    bölük bölük öğrenmekten kast ettiğim budur. böyle tecrübeler kişinin sahip olduğu öz güveni bile elinden alıp korkular yaratabilir. örnektir bunlar ama konu insandır ve insan doğası bunların hepsini mümkün kılar. çünkü lisan, insanın gittiği her yerde vardır.

    iş bu noktada bazılarının dile hakim olduğu inancı yıkılır. çünkü bilgisi, piyasa tarafından kabul görmüş fakat diğer bir alanda ise çok yetersiz kaldığını fark etmiştir. o zaman ingilizce biliyor mudur? yoksa bilmiyor mudur? bu karmaşa hayal kırıklığı yaratır ve bazılarımız bu noktada dil öğreniminden tamamen soğur.

    bazılarımız ise bu durumu kabul ederek eksiklerini yamamaya çalışır. fakat bu eksikler o kadar temel konulardır ki ingilizceyi tekrar baştan öğrenmek gibi bir şey olur.
    bazılarımız da bunda bir problem görmez. sonuçta istediğini her ne ise onu elde etmiştir. kendini aynı seviyede korur. gelen fırsatlara kendini kapatarak yola devam eder. bu, zamanında bitirilmemiş işler gibidir. sonraya bırakıldığı için ileri bir zamanda kişinin karşısına daha büyük bir sorun olarak tekrar çıkar ve üstesinden gelmek çok daha zor olur.

    faydacı bakış açısının ortaya çıkardığı sonuç budur; dağınık şekilde öğrendikleri ingilizceyi toparlamaları daha karmaşık ve uzun sürer.

    acele edip bu önemli noktanın es geçmesinin sebebi günlük yaşama hakim genel faydacılıktır. yararcılık veya faydacılık... en basit haliyle eyleme yönelik, pratik, sonuç odaklı düşünce ve davranış biçimi de denebilir.

    faydacılık, uzun zamandır türkiye’de kültür ve gündelik hayatın bir parçası. ve bu alışkanlık genellikle beraberinde hız ve acelecilik getirir. her işte çabuk fayda elde etme isteği, kişinin yaptıklarının sonuçlarını önceden görememesine de sebep olabilir. yayalar için yapılmış kaldırıma -hızlı sonuç verdiği için- arabasını park edenlerden kırmızı ışıkta beklemek istemeyen yaya ve arabalara, iş hayatında uzun vadeli büyük düşünmek, değer katmak yerine hızlı çalışmanın tercih ediliyor olmasına kadar her alanında, sayısız örnekte aynı tavra şahit oluruz. bu ve benzeri hareketlere birçok anlam yüklenebilir. bütün bunların esas sebebi gerçeği görmezden gelip istenilen faydayı biran evvel elde etmeye çalışmaktır.

    konu ingilizce öğrenmek olduğunda da fayda peşinde çabuk netice istemek, zayıf temeller üstüne inşaa edilen bir bina gibi. aslında kişinin zaman kazanmasına değil uzun vadede çok fazla zaman kaybetmesine ve bir sürü karmaşaya sebep olur.

    sebebi, faydacılık alışkanlığın yarattığı bir motivasyondur;

    bu kadarı bana yetercilik!

    bu kadarı bana yeterciliğin altında sanıldığı gibi tembellik değil faydacılık yatar.
    bazılarımız gördüğü, duyduğu diğer insanların ingilizce konuşarak edindiği faydalardan etkilenerek kendine de bu pozisyonları amaç edinir. bu amaçlara hızlıca ulaşmak için de belli ideal gördükleri ölçüleri örnek alır ve kafasında bu ölçülere uygun ‘‘ideal ingilizce’’oluşturur. plan kısaca o seviyeye çabucak ulaşmak ve o faydaları bir an evvel elde etmektir.

    çok dilliliğin merkezi avrupa başta olmak üzere bütün çok kültürlü ülkelerde lisanları 'bir iletişim aracı' olarak gören tavır ve bakış açısı hakimdir. oralarda diller sadece sınav geçmek veya kariyer yapmak için değil kültür ve bilgi alış-verişi, yeni bir anlayış, daha çok farkındalık için bir iletişim aracı olarak görülür.
    zira yabancı dil eğitimine giderek daha erken yaşlarda başlanılmasının sebebi budur. yıllarca avrupa’da ve şimdilerde türkiye’de de çocuklar artık anaokulu seviyesinde ingilizce ya da diğer yabancı dilleri öğreniyor. yani yabancı dilleri çok erken yaşlarda iletişim kurarak öğreniyorlar. böylece yabancı dilleri bir bütün olarak öğrenip hayata başlıyorlar. çocuklar o dili öğrenmeye devam ederlerse kısa sürede öğrendikleri yabancı dili her ihtiyaç duydukları ortamın kullanım biçime rahatça adapte edebilecekler.
    en başından bu anlayışla hareket eden biri, belli seviyelere geldiğinde kendisini istediği gibi ifade edebilen, konuştuğunda dinlenen biri olur. her alanda ve her ortamda çok rahat iletişim kurabilir. ister dışarı çıktığında arkadaşlarıyla birlikte gittiği bir mekan olsun, ister bir iş görüşmesi diyaloglarına girsin ya da ister yazışmalar olsun ister otobüste yan koltukta bulduğu bir gazeteyi okumak olsun fark etmez. konuşma, dinleme, okuma veya yazma alanlarının her birinde olabildiğince dengeli biçimde kendini geliştirmiş olacaktır. yani lisanın bütünlüğünü tam anlamıyla kavramış olacaktır.

    “bizim çocuk çok çalışıyor”

    toplumumuzda süratli netice almanın dışında sürekli referans verilen bir diğer alışkanlık iseçok çalışmak.
    hayatın her alanında çok çalışmanın sayısız faydasının olduğu doğru. fakat hızlı sonuç alma arzusu ile yoğun çok çalışma referansı bir araya geldiğinde‘‘etkili çalışma’’ arka planda kalır.
    bu, ingilizce öğrenenlerin de kafasını karıştırıyor. yabancı diller ve çalışma yöntemleri, başta eğitim olmak üzere birçok alanı ilgilendiren geniş bir konu. konunun bizi en çok ilgilendiren kısmı ise çok çalışmaya öncelik verip etkili çalışmanın arka plana itilmesiyle ortaya çıkan alışkanlık:

    ezbercilik!

    ingilizce öğrenmek isteyen herkes sağlam temellere oturtulmuş, yeterli seviyede öğrenilmiş ingilizce bilgisine sahip olmak ister.

    ayrıca bu bilgiyle rahat iletişim kurabilmek.

    fakat ezber, öğrenilenlerin hızlıca unutulmasına ve kişinin rahat ingilizce iletişim kurmasına da engel.

    mesela oturup sözlükten sözcük ezberlemek gibi faydasız bir yöntem, öğrenciler arasında halen çok yaygın.
    bu bir kural değil tabi fakat ortaya çıkmış bir sonuçtur. sosyal hayatın içinde çok ama çok çalışmak ne kadar tavsiye edilir, olumlu karşılanırsa etkili çalışmak ve yöntemleri de bir o kadar arka planda kalmıştır. kültür ve sosyal yaşamın içinde etkili çalışmanın gerekliliği hakkında olumsuz bir tavır yok fakat geneli düşünürsek insanların birbirine verdiği tavsiyelerin arasında da yok. yada yok denecek kadar az.

    ingilizceyi tanıyıp, doğasını anlamaya çaba göstererek bakış açımızı değiştirdikten sonra çalışma yöntemlerimizle ilgili neleri düzenlememiz gerektiği konusu karşımıza çıkar;
    ezber alışkanlığı, iş ve eğitim alanında devamlı kullanılır. özellikle ezberci eğitim sistemlerinde başarının nihai kuralıdır. hatta iş dünyasında vizyonu dar yöneticilerin olduğu kurum ve kuruluşlarda da aynı şekilde başarı getirebilir. bunları görüp referans alan biri haliyle ingilizce öğrenirken de aynı yöntemi uygulayarak başarılı olmayı umar.

    fakat ezberle öğrenilen herşey hızlı biçimde unutulur! bu yüzden ezber sözcüklere adapte olmak zordur. kişiye yabancı kalmakta diretirler ve ihtiyaç halinde bir türlü akla gelmezler. yani hafızada da ayrık ayrık kalırlar. mesela tek tek bu sözcükler söylenip türkçe karşılıkları sorulduğunda rahatlıkla cevap verebilecek biri, ingilizce bir diyalog içindeyken aynı sözcükleri unutuverir.

    çünkü o sözcükler bir ihtiyaç sebebiyle, bir merakla öğrenilmemiştir. kopuk kopuk, tek başlarına öğrenilmiştir. kişi ne kadar öğrenmek için ezberde ısrar etse de zihni, bu sözcükleri nasıl kullanacağını, ne zaman ihtiyaç duyacağını ve hatta hiç ihtiyaç duyup duymayacağını sezmekte zorluk yaşar. çünkü o bilgileri besleyen bir his yoktur. bir yaşanmışlık, bir etki yoktur. fakat bu anlamda ikna edilmemiş bir zihin bu şekilde depolanmış bilgiye çok yer vermek istemez. zihne yapılan bu gereksiz baskı sonuç ancak yer verir fakat sadece kısa bir süre için. ve bilgiler hemen unutulmak üzere sıraya girer.
    hem sözcükler hem de cümle kalıpları merak ve ilgi hissedilerek öğrenilmelidir. bu yolla öğrenilen her bilgi, ezberlenerek öğrenilmiş bilgiye kıyasla akılda çok daha uzun süre kalır.

    gerekli merak ve ilgi için ise kişinin ihtiyaç hissetmesi gerekir. bu da mesela o dili konuşan insanlarla iletişim kurularak elde edilebilir. kişi sanal veya gerçek dünyada insanlarla ingilizce iletişim kurarak bilgiyi, ilgiyi, merakı, sevinci gerçekten hissedebilir. bu etkileşim içinde duyduğu ama anlamadığı ya da söylemek istediği ama bilmediğini fark ettiği sözcükler ardında bir hisle öğrenilir.

    eğer böyle bir iletişim imkanı yoksa kişi oturup kendi kendine sahte ihtiyaçlar da üretebilir. bu bile ezberden daha faydalıdır. benim için ihtiyaç üreten alıştırmaların en başında kompozisyon yazmak gelir. kişi gün içinde yaşananlardan gitmek istenilen yerlere, okunan kitaplardan hayallere kadar pek çok şey hakkında kompozisyon yazabilir. her konu farklı sözcükler, farklı zamanlara ait cümle kalıpları kullanmak gerektirir. bu alıştırmaları ciddiye alarak yapan biri, kendisini ifade etmek için uğraşarak bilmediği birçok şeyin farkına varır ve öğrenir.
    daha da önemlisi bu şekilde öğrendiklerini istese dahi kolay kolay unutamaz. çünkü ingilizce çalışmak bu sayede hayatın bir parçası olur. sadece öğrendiği sözcükleri değil her birini nasıl öğrendiğini, o an neler olduğunu ve neden merak ettiğini, neden ihtiyaç duyduğunu bile hatırlar. yani sözcük kişinin aklında hissettikleriyle birlikte yer eder ve bir yaşanmışlık, bir anı haline gelir. tam olarak ihtiyacımızda budur.

    şu an başlangıç seviyesinde olanlar yakın gelecekte daha ileri seviyelere geldiklerinde, bildikleri sözcüklerin yarısından fazlasını o sözcükleri öğrenmelerine sebep olan olaylarla birlikte hatırlıyor olacaklar.
    zira 2000 yılından sonra öğrenmeyle ilgili yapılmış araştırmalar yaşanmışlıklarla, tecrübelerle bilgi edinmenin önemini vurgular. konu ister bir enstrüman çalmayı öğrenmek olsun, ister bir sınava hazırlanmak ya da farklı bir dil öğrenmek için olsun, yöntem aynıdır.
    bu şekilde çalışmak, ingilizceyi öğrenmek için çok değil etkili çalışmanın ne kadar önemli olduğunun ortaya çıktığı noktadır.

    diğer yandan böyle çalışan biri kendisi için en uygun çalışma miktarını da kolayca belirleyebilir. oturup saatlerce çalışarak bütün öğrendiklerini birbirine karıştırmak yerine her gün yada her defasında biraz biraz öğrenerek ihtiyacını giderebilir. bu sayede çalışmak daha eğlenceli de kılınmış olacaktır.

    tek doğru alışkanlığı

    kişi ingilizcede de anlatmak istenilen bir şeyi aklına ilk gelen şekliyle anlatamayacağını fark edilirse farklı bir yol, farklı cümlelerle tekrar kurgulayıp anlatabilir. hatta bu yolla seviyesinin sandığından çok daha yeterli olduğunu da farkedebilir. bu, sadece ingilizcede değil bütün dillerde mümkündür.

    fakat bu genellikle yapılmaz!

    sebeplerinden biri ise her konuda sadece tek bir doğrunun var olduğunu ve bunun en doğru olduğunu düşünme alışkanlığıdır.
    en sade haliyle halklar, yaşam ve ölüm arasında olup biteni anlamlandırıp kendi bilgi birikimlerini oluşturur. tecrübelerden öğrendikleriyle kendi hayatlarının kullanım kılavuzunu oluşturur. yani kendi kültürlerini. yaşanmışlıklar ve dolayısıyla farklı bakış açıları bazı hisleri, durumları, tavırları diğerlerinden daha öncelikli ve daha önemli kılmış olur. bu sebeple kültür ve ürettiği davranış biçimleri toplumlardan toplumlara değişir.

    aslında dikkatlice bakarsak evden eve, gruplardan gruplara, şehirlerden şehirlere insanlar farklı kültürlere sahiptir. fakat öte yandan aynı ülkede hatta aynı kıtada bile gündelik hayatta benzerlikler yaratan bir üst kültür vardır. bu sebeple birbirinden kilometrelerce uzakta yaşayan insanların bile yaşamları ve tercihleri birbirine benzeyebilir. haritaya bakarsak afrika kıtasının kuzeyinden türkiye’ye, ortadoğu’dan uzakdoğu’ya kadar olan bölgede farklı sınırlara, farklı inançlara, farklı dillere rağmen benzer kültürel özellikler ve yaşam tarzları görülür. bu geniş coğrafyada bulunan ülkelerin -bildiğim ve bilmediğim- farklarını göz ardı etmekten değil sadece anlatımı kolaylaştırması adına ‘’doğu kültürleri’’ diyeceğim.

    çoğulcu ya da kolektif kültür olarak da tanımlanabilir. türkiye’de de kültürün temelini oluşturur. kabaca, batı kültürlerinde toplumu oluşturan bireyler ön plana çıkarken doğu kültürlerinde bireyler değil oluşturduğu topluluk ön plandadır.

    doğu kültürlerinin bütününde olduğu gibi türkiye’de de tartışılmasının yanlış olduğu, sorgulamadan kabul edilmesi gerektiğine inanılan çokca dogma vardır. bunların ne olduğu aslında hiç fark etmez. önemli olan bu olgunun varlığı, yarattığı düşünce biçiminin varlığı, kabul görmesi ve yarattığı sonuçlardır.
    birinin bunları sorgulaması, tartışması batı kültürlerinde genellikle ‘’kişisel tercih’’ olarak görülür. toplumu oluşturan bireylerin ön planda olması, iş kişisel tercihler noktasına geldiğinde konunun orada kapanmasıyla sonuçlanır.

    fakat doğu kültürlerinde ise bu durum çoğunluk tarafından ‘’ters düşme’’ olarak görülebilir. ters düşme, topluluğun kendisinin, onu oluşturan bireylerden daha ön planda olması sebebiyle konunun toplumu ilgilendiren bir konu haline gelmesine ve‘’topluma ters düşme’’ anlayışının ortaya çıkmasına sebep olur. dolayısıyla bunun tersi olan tartışmamak, sorgulamamak da topluma uyma, birey olarak sorumluluğu yerine getirme, uyum gösterme olarak algılanır ve tercih/tavsiye edilir.

    güçlü etkisi sebebiyle, ‘’sorgulamadan kabul etme’’ konsepti gündelik hayatın içine de derinlemesine girmiştir. çünkü bu durum toplumda bilgi edinme ve o bilgiyi kullanmayla ilgili bir alışkanlık yaratır. yani sadece çoğunluğun hassas olduğu inançlar, siyaset, ülke, tarih, kültürel değerler gibi konularla sınırlı kalmaz. aksine günlük hayatta en basit konulara kadar sıçrar!

    biz de bebekler gibiyiz sonuçta; büyüklerden gördüğümüzü yapıyoruz. bunca 'büyük' düşünceyle büyüyen insan, ait olduğu düşünce ve fikirlerinin de büyük ve önemli olduğuna inanır ve başkalarının kendi fikirlerini sorgulamadan kabul etmesini ister.
    siyasi görüşler gibi ciddi bir konudan kuru fasulyenin nasıl yapılması gerektiğine, kimin nasıl giyinmesi gerektiği, kimin nasıl konuşması gerektiği gibi gündelik konulara kadar sayısız durum için kişiler kendi ‘’en doğru’’ ya da ‘’tek doğru’’ fikirlerini üretir ve bunlarda takılıp kalır. bu tavrı, genellikle ‘’… dediğin böyle olur’’ ya da ‘’… dediğin şöyle yapar’’ gibi sadece bir fikri kabul eden, diğer fikir ve bakış açılarına kendini katı şekilde kapatan cümlelerden tanırsınız.

    beğensek de beğenmesek de bu, türkiye’de kültürün bir parçası. renk paleti gibi belli tonlarda toplumun geneline yayılmış durumda. bazı insanlarda az, bazılarında daha fazla bazılarında da çok fazla biçimde aynı alışkanlığa sahip ve bunun yarattığı sonuçlarla yaşıyor.

    işte bu sonuçlardan bir tanesi de ingilizce öğrenirken ve konuşurken ortaya çıkıyor.
    orta seviyede ingilizce konuşabiliyorsun diyelim. belli ölçüde sözcük bilgin de var. ingilizce konuşan biri size bir adres soruyor. sorduğu yer, iki sokak ileride bulunan bir mağaza. hem mağazayı hem de civarını iyi biliyorsunuz. yön tarifini ingilizce verebilirsiniz. türkçe anlatabileceğiniz kadar iyi ve rahat olmasa da mağazayı tarif edebilecek kadar ingilizce konuşabileceğinizi biliyorsunuz. eğer adres tarifini türkçe veriyor olsaydınız

    “buradan düz devam edin, soldan ikinci sokakta’’

    veya

    (parmağınızla o yönü işaret ederek) “buradan ikinci solda mavi mağaza’’ diyebilirdiniz.

    sadece ‘’iki sokak ötede’’ diyebilir veya ‘’ilerde solda, marketin yanında’’ olarak da tarif edebilirdiniz.

    bunlardan da ibaret değil;
    ‘’sola bakarak devam edin, mavili mağaza’’
    ‘’iki sokak ileri gidin, sonra sola dönün, oradaki tek mağaza’’,
    ‘’ileri doğru gidin, iki sokak sonra tekrar sorun, gösterirler’’,
    ‘’burada düz gidip sağa da dönebilirsiniz ya da şuradan gidip sonra sola dönersiniz, az ilerinizde kalır’’
    gibi alternatiflerle, isteğinize göre aynı adresi çok farklı biçimlerde tarif edebilirdiniz. her tarif doğrudur ve soran kişinin sorduğu adrese sorunsuzca ulaşmasını sağlayacaktır.

    aynı şey ingilizce için de geçerlidir. kişinin ingilizce öğrendiği kitaplarda yön tarifleri ile ilgili belli kalıplar verilmiş olabilir. izlediği filmlerde nasıl yön tarif edildiğini duymuş veya bizzat kendisi, başka birinden ingilizce olarak yön tarifi almış olabilir. kişi bu tarifleri kendi alışkanlığı sebebiyle bir şekilde ‘’en doğru yön tarifi’’ ya da ‘’iyi ingilizce konuşan böyle adres tarif eder’’ ilan etmiştir ve sürekli o şekilde konuşmak için bir çaba içine girer. bu çaba da otomatik olarak beraberinde diğer alternatiflerin gözden geçirilmesini 'gereksiz görerek' engeller.

    ayrılıklar

    türkiyeli, türkiye'de yaşayan biri ingilizce öğrenmeye karar verdiği andan itibaren yaşadığı ülkenin sınırlarının ötesine geçen bir hikayenin içine girer aslında. girdiği bu yol, onu fiziki olarak da sınırların ötesine gitme ihtimalini yaratacak durumlar ortaya çıkarabilir.
    çıktığı yolda devam etmek isteyen, kendini daha çok geliştirmek isteyen insanlar bu tür fırsatları görüp değerlendirmek ister. bu ve benzeri ihtimaller de uzun veya kısa süreli farklı ülkelere seyahatler beraberinde gerektirebilir.

    işte bu noktada bazılarımız türkiye’de kültür ile karşı karşıya gelir.

    türkiye’de kültürün katlanmakta en çok zorlandığı şeylerin başında ayrılıklar gelir. aslında her kültürde - neredeyse her insanda- sevdiklerini, kendisini en çok sevenleri bırakıp uzaklara gitmenin etkisi aynıdır. fakat bazı kültürler bu konuda diğerlerine göre daha duyarlıdır. bu türde gereklilikleri anlamakta zorlanırlar.

    kolektif kültür ya da çoğulcu kültür olarak da adlandırılabilen kültürel yapı, motivasyonunu birlikte daha güçlü olmaktan alır. bu, en kısa haliyle her şeye birlik olarak karar vermek, birlikte yapmak, birlikte tecrübe etmek, birlikte üstesinden gelmek anlamına gelir. birliğin karşı karşıya olduğu duruma göre konu belki sadece aileyi, aile ve akrabaları veya bütün sülaleyi, bütün aşireti ilgilendirir.

    batı kültürlerinde birinin anlamakta bile zorlanacağı anne-babanın çocuklarının okuyacağı okula, bölüme karar vermesinden bir evliliğin ancak aşiret reisinin onayı ile gerçekleşebilmesine kadar sayısız durum buna örnektir.

    birlikte olmayı bu denli yaşam biçimi haline getirmiş doğu kültürleri kendinden olanı 'en güvenilir', kendi yerini de 'en güvenli bölge' sayar. güvenli bölge, duruma göre belki kendi evi, akrabalarının evi, arkadaşlarının veya komşularının evidir. belki mahalledir, semttir, köydür veya kendi şehridir.

    ingilizce öğrenmek, evlilik, iş fırsatları yada sadece seyehatler olsun çok insan var ki bunlar izin ailesinden, çevresinden izin alamış, onay alamamış yada olumsuz telkinlerle vaz geçmiştir. sırf bu sebeple ingilizce veya başka yabancı dillerde öğrenimi hikayesini, ilgisini sonlandırmıştır.

    yabancı dil bilmekle ilgili istatistikler bu hikayelere yer vermez tabi. sadece azlık ifade eden rakamların arasında yer alırlar.
373 entry daha
hesabın var mı? giriş yap