• fransız yeni dalga akımının simgesi olmaktan çok, fransız yeni dalga akımını kuran adamlarla çatışıp, bu dalgaya özgü ne varsa reddetmiş, godard ve truffaut ile sürekli laf kavgası etmiş, ve doğruyu söylemek gerekirse kendi tanımladığı yeni dalga akımıyla birlikte asıl yeni dalga akımı yönetmenleri tarafından yenilgiye uğratılmış yönetmen.
    hemen rohmer yeni dalgası ile godard yeni dalgasını kıyaslayalım:

    rohmer vs godard:

    1-narrative transitivity vs narrative intransitivity

    (her kare birbirini takip etmelidir'e karşın boşluklar, duraklamalar, episodik yapı)
    olay döngüsü anlaşılır biçimde takip etmelidir rohmer'e göre. hollywood sinemasında bu döngü psikolojik olarak verilir ve izleyiciye anlaşılır bir şekilde sunulur.
    godard ise bu olay geçişleri geleneğini kırmaya başlamış, ayrı üniteler gibi ele aldığı kareleri anlatımda durgunluğa, duraksamaya, birbirini takip etmeyen sekanslara yer vererek sunmuştur, ve bunu hayatın iniş çıkışlarıyla bağdaştırır.
    vent d'est adlı yapıtından sonra narrative transitivity geleneğini tamamen yokettiği söylenir.
    godard'a neden bu geleneği yıktığı sorulduğunda "izleyiciye yapılan duygu büyüsünü kırmak ve izleyiciyi konsantrasyonunu yıkıp yeniden odaklayarak zorlamak için" diye cevap vermiştir.

    2- identification vs estrangement
    (empati, karakterle özdeşleşmeye karşın direk adresleme, çoklu ve bölük karaklerler, film içinde filme dair yorum yapan öğeler kullanımı)

    rohmer, seyircinin kendini starlarla, karakterlerle özdeşleştirmesinin filmin içine girebilmek için daha uygun bir yol olduğunu savunmuş, filmin yarattığı psikolojik iniş çıkışlara seyirciyi de dahil etmek istemiştir- ki bu hollywood filmlerinin artık klasikleşmiş taktik ve yöntemlerinden-

    bu yöntemin yıkımı yine godard filmleriyle başlamış, le gai savoir adlı yapıtta iyica ön plana çıkmıştır. sesleri ağız hareketleri ile çakıştıramayan eski aletler kullanılmış, kurguda "gerçek insanlar" tanıtılmış, hatta direk olarak seyirciye seslenmişlerdir.vent d'est adlı yapıtta bütün bu unsurlar kullanılmış, aynı sesle birçok karakter seslendirilmiş, aynı karaktereyse birçok farklı insan sesi kullandırılmıştır. böylece seyircinin empati kurması engellenmiş, filme köle olmaktansa filmle birlikte yol almıştır. seyircide şu sorular ister istemez uyanır: bu filmin amacı nedir? - narrative transitivity de sorulan sorularsa şunlardır : neden filmde şu bu oldu? birazdan ne olacak?-

    3-transparency vs foregrounding
    (sinema dilinin anlaşılır olmalısına karşın filmin mekaniklerinin ve text'inin görünür ve anlaşılır olması)
    geleneksel sinema, filmi rönesans tabloları gibi ele alır ve dünyaya açılan pencere olarak adlandırır, rohmer'in de yaptığı budur. teknolojik anlamda mükemmel perspektif oluşturarak dünyaya bir pencere açılacağı, resimleme tekniği kullanarak mükemmele yakın imajların yaratılabileceği savunulur. böylece anlamdünyanın mükemmele yakın sunumu dahilinde değerlendirilir.
    godard ise loin du vietnam adlı eserinden itibaren bu yönteme kesin bir çizgi çekmiş, ve filmde görüntüyü alan kamerayı göstermiştir.1968 sonrası filmlerinde filmin üretim aşamalarını da perdeye yansıtmış, sadece kamerayı göstermekle kalmamış, filme de müdahale ederek film yapım aşamasındaki çalışmaları, işçileri de filme eklemiş, filmin negatifleri üstünde bilerek anlamlı tahribatlar yapmıştır.

    4-single diegesis vs multiple diegesis:
    (birlik içindeki homojen dünyaya karşın- heterojen, değişik kodlamalarla bölünmüş, farklı kanallar arası zap yapıyormuş izlenimi veren dünya)
    hollywood ve rohmer filmlerinde her şey aynı dünyaya ait gibidir, dominant olan estetik duygusu liberal klasisizmdir. dramatik ünitelerin birbirini takibi daha gevşek olmasına rağmen, genel prensip asla sarsılmaz. filmde sunulan dünya uyumlu ve bütünlüklü olmalı, zaman ve mekan mefhumları birbirini ahenkle takip etmelidir.
    godard ise film içinde film sunarak başladığı çalışmalarına karaklerlerine farklı diller konuşturup ancak çevirmen eşliğinde iletiştirerek devam etmiştir. asil kirilma noktasi weekend filminde görülmüş, farklı epoklardaki ve farklı kurgulardaki karakterler birbirlerine girmiştir (saint-just, balsamo ve emily bronte) tekli anlatım dünyası kullanımından ziyade, birbiri içine kilitlenen, birbiri içinde dönen dünya çokluğuna rastlanır.
    en ilginci, soundtrack iyle imajların birbirinden tamamen bağımsız oluşudur, film değişik kodlar ve farklı bie semantik kullanan ortaçağ makaronik şiirlerine benzetilmiştir. godard sanki istemli ve sistematik olarak "anlaşılmazlığı" arar gibidir.

    şimdi yoruldum daha sonra şunlara da değineceğiz:

    5-closure vs aperture:
    6- pleasure vs unpleasure
    fiction vs reality
  • alti ahlak hikayesi diye bilinen, 6 filimlik muhtesem seriyi ceken ve yazan usta fransiz yonetmeni. 6 ahlak hikayesini olusturan filmler sirasiyla soyledir:

    1- monceau pastanesindeki kiz (bkz: http://www.imdb.com/title/tt0056884/)
    2- suzanne'nin kariyeri (bkz: http://www.imdb.com/title/tt0056910/)
    3- maud'lardaki gecem (bkz: http://www.imdb.com/title/tt0064612/)
    4- kolleksiyoncu (bkz: http://www.imdb.com/title/tt0061495/)
    5- claire'in dizi (bkz: http://www.imdb.com/title/tt0065772/)
    6- ogleleri chloe (bkz: http://www.imdb.com/title/tt0068205/)
  • filmlerinde değişmez üç nesne vardır:

    kitaplar: görsel

    çiçekler: görsel

    pencereler: görsel

    örnek film için bkz;
    conte de printemps (1990), sinematografi: luc pagès.

    içimizden birinin evine benzer bu yüzden. fazlasıyla ferah ve fazlasıyla tanıdık.
    (parantez içinde: buna karantina günleri de dahildi)
    müziksizdir ama rohmer'in evleri. çünkü ona göre film zaten müziğin kendisidir!
    takıntı halinde pascal'ın konuşulduğu ev içi mekanlar.
    aşk, cinsellik, melankoli ve başka şeyler...
  • filmlerindeki karakterler çok konuşurlar, hatta bütün filmleri sadece diyalog şeklinde ilerler. dolayısıyla sinemayla arası iyi olmayan izleyici için diyalogların seyrini takip etmesi oldukça zorlayıcı olabilir.

    genel hatlarıyla bahsetmek gerekirse rohmer'in çok konuşan karakterleri kendilerini pek tanımazlar ve açıkçası ne istediklerini bilmezler. ancak buna rağmen mevzubahis kendileri olduğu zaman oldukça iddialılardır. kendilerini oldukça keskin sınırlar içerisinde tanımlamaktan hoşlanırlar ve diğerlerine karşı epey yargılayıcıdırlar. ancak kendilerinden bu kadar emin konuşan bu karakterlerin tutarsızlığa düşmemeleri mümkün değildir. rohmer, fazlasıyla iddialı konuşan karakterlerini neredeyse her zaman üzer. evlenen arkadaşını kolay olanı seçmekle, özgürlüğünü başkasına teslim etmekle suçlayan bir kadın karakter, yarım saat sonraki sahnede flörtleştiği adam onunla sevgili olmuyor diye ağlayabilir. "bana aşık olmayan birine asla aşık olamam" diyen başka bir kadın karakter akabinde çok güçlü bir platonik aşka yakalanabilir. aklımda kalmadığı için burada bahsedemediğim birçok filminde buna benzer durumlar mutlaka yaşanır. buna dikkat ederek izlerseniz mutlaka görürsünüz.

    rohmer çok büyük bir yönetmendir. eskiden trt'de dil öğretmek için yayımlanan kurs videoları sadeliğinde filmlerinden hayata dair çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim. bu filmlerden sonra kendimden bahsederken özel bir ihtimam göstermem bir tarafa, artık etrafımdaki insanların tutarsızlıklarını normalde olduğundan çok daha kolay gördüğümü düşünüyorum.
  • hikayelerinde her zaman kahramanların bir sevişseler rahatlayacaklar durumu, cinsel gerilimleri alttan yürüyor
  • rohmer bir anti-entelektüel değildir, kadın erkek ilişkilerini hiçbir şekilde sığlaştırmaz, daha doğrusu kadın-erkek ilişkilerinin doğasını anlattığı öykünün hayrı için, olmadığı ve kendisini anlatmayan bir şeye indirgemez. ancak, sığ bir entelektüel anlayışın karşısında, fikri meselenin, farazi ilkelerin ve fiziki hayatın akli çözümlemelerinin yapaylaşmasına, sığlaşmasına itiraz eder ve bunları fizik dünyaya, hayatın kendisine geri döndürür, geri kazandırır. bu açıdan, kişilerin fikri dünyaları ile fizik dünyanın kesiştiği noktaları yani keşifleri, onları hazırlanışlarından tam olarak gözümüzün önüne serilmelerine kadar bütünüyle anlatmayı ödev bilir. böylece hem kendi nesli hem de bizim neslimiz için eşsiz bir iş yapmış olur.
  • l'amour l'aprês-midi adlı filmini izlediğim fransız yönetmen.

    başka filmini izlemedim sanırım, bu yüzden kendisi hakkında konuşma hakkını görmüyorum kendimde ama izlediğim filmi hakkında birkaç fikrimi paylaşabilirim:

    bir zaman kaybı değildi öncelikle, özellikle fransız filmleri genel olarak misal amerikan filmlerine kıyasla çok daha kısa sürdüklerinden.

    yine de filme dair pek de bayılmadığım bir şey vardı:

    --- spoiler ---

    filmde adam, karısını aldatmanın eşiğinden dönüyor. son anda birden fikrini değiştirerek evine dönüyor. ve muhtemelen diğer kadınla seks yapmadığı için, sonuçta doğru olanı yaptığını düşünmemiz gerekiyor.

    oysa adam aylarını bu kadınla gizlice buluşarak, onunla flörtleşerek ve bazı "derin" mevzular hakkında saatlerce sohbet ederek geçiriyor.

    romantizm, aralarında olabildiğince ileri gidiyor.

    fakat en nihayetinde bir penetrasyon gerçekleş-tiril-mediğinden, anlaşılan tüm bunların bir önemi kalmıyor...

    beni işte burada kaybetti film. :p

    tabii tek eşli ilişkilerin nasıl yürüdüğünü ve cinsel açıdan kendini tek bir insana saklamanın bunlarda büyük rol oynadığını biliyorum.

    ama yine de, bir ilişki içerisinde olsa bile, insanın birine fiziksel olarak 'çekilmesinin' çok daha kolay ve olası olduğunu düşünüyorum.

    daha soyut ve karmaşık olan diğer şeyler, bana biraz daha özel ve kıymetli geliyorlar...

    partnerim birini benden daha güzel veya daha çekici falan bulsaydı, bu konuda onu anlamak veya ona hak vermek benim için çok daha kolay olurdu, hislerim incinse bile.

    fakat hayatında kendisiyle daha çok eğlendiği, onu daha sesli güldüren, ona anlaşıldığını hissettiren, benden gizlemek zorunda hissettiklerini kendisiyle paylaşabildiği başka birinin varlığını öğrenmek...

    işte bu beni gerçekten derinden yaralardı.

    bu yüzden adamın karısına geri dönüşü de benim için hiçbir bok ifade etmedi.
    --- spoiler ---
  • en sevdigim yasayan yonetmenlikten en sevdigim olu yonetmenlige terfi etti bugun. umarim yesil cizgiyi gorur gittigi yerde, ne diyelim.
  • avrupa sinemasının en önemli üslupçularından.

    rohmer, hayat üzerine fazladan akıl yürüten geveze, farkındalığı yüksek, rasyonel karakterleri merkeze alıp onları sürekli sınar ve çoğunlukla da mağlup eder. modern dünya, herkesin taşraya kaçıştığı bir kumdan kaledir. herkes kendini yeniden ve yeniden keşfeder; yeni baştan inşa eder.

    gündelik hayatın ilk bakışta sıradan, zamanla bir insanı insan yapan tüm zaaflarını tartışmaya açan bu varoluşçu çaba, tavizsiz estetik gücüyle de bir kerteriz noktasıdır bugün. izleyici her karakteri teker teker dener, kimi zaman yadırgar ve neredeyse tümüyle barışır.

    yeni fransız sinemasının alameti farikası üsluptur, biçim değil. konvansiyonelin en ateşli savunucusu truffaut’dur mesela. resnais’de mekan her ne kadar güçlü, felsefik katman ne kadar belirginse de, rohmer’le arasındaki en belirleyici mesafe anlamın kapalılığıdır.

    herkese karşı tek başına bir durumu yoktur yani rohmer’in. ne kimse tarafından yenilgiye uğratılmıştır ne de ötekilerin ayrı ayrı kendi dalgaları vardır. öyle olsa chabrol ne yana düşer, rivette ne yana.
  • son zamanlarda muptelasi oldugum, her gun ikiser tablet almazsam gunumu nasil gecirecegimi merak etmeme neden olan, hepsini izleyip bitirdikten sonra ne yapacagim ben diye kara kara dusunduren leziz filmlerin yonetmenidir eric rohmer. hele ki moral tales olsun, comedies and proverbs olsun, four seasons olsun, bilezik sekerler gibi dizmistir bunlari arka arkaya, agizda da oyle bir tat birakir zaten iddiasiz ve abartisiz sinema diliyle ama sag gosterip sol vurur. bunu yaparken de o ince espiri anlayisindan hic vazgecmez. (bkz: eric rohmer saved my life)
hesabın var mı? giriş yap