• darwinizmden önce değersizden değerliye, basitten mükemmele doğru olan gelişmeye, tekamül, kemale erme, gelişme denirken, bu görüşün ortaya çıkmasıyla buna evolution, evrim denmiştir.
    evrim teorisi, varlıklar arasındaki benzerlikleri göz önünde bulundurarak canlıların zamanla geçirdikleri mutasyonu ve bütün türlerin aynı kökenden geldiğini izah etmeye çalışır. ne var ki, kendisinin ortaya attığı görüşleri çoğu yerde yine kendisi çürütmektedir.
    ihtiyaçlardan dolayı çokça kullanılan uzuvlar gelişir, kullanılmayanlar ise dumura uğrar, güdük kalır, bu da gelecek nesillere intisab eder iddiasında bulunur. varlıklardaki değişimler ihtiyaçlardan dolayı ortaya çıkar der..
    insan; atlar çok fazla koşarlar, koşmak isterler bu nedenle bacakları, boyları uzamıştır derken, bir av köpeğinin, bir impalanın ya da bir çitanın da atlar kadar koştuğundan hiç mi bahsetmez? veya zürafa ağaçların en üst kısımlarındaki otları yemek ister, boyunları da bundan dolayı çok uzamıştır derken keçilerin de aynı isteklere sahip olabileceklerinden hiç mi dem vurmaz?
    kuşlar, kanatlarını uçma isteklerinden dolayı sonradan geliştirmiştir, kazanmıştır iddiasında bulunurken, bu iddiasıyla birlikte, çokça kullanılan organın geliştiği, kullanılmayanın organın güdük kaldığı görüşünü yine kendisi reddetmiş olmaktadır. zira, o zamana kadar kullanılmamış olan kanatlar zaten yok olmuş ya da kanat özelliğini kaybetmiş olmaz mıydı?
    insanda şu hastalık vardır, maymunda da aynısı vardır, insanda da tüy vardır, maymunda da vs.. gibi örneklerle insan ve maymun ilişkisini ispat etmeye çalışırken, insan da ishal olur tavuk da ishal olur diyerek insan-tavuk ilişkisini, insan ve domuz bağırsağında aynı parazitler vardır diyerek insan-domuz ilişkisini irdelemeyi hiç mi düşünmemiştir mesela.
    gözlemlere dayanarak genelleme yapmanın doğurduğu hatalar bütünüdür. adı üzerinde, teori. kafama yatmadı, yatmıyor.
  • bilimsel karşıtı kesinlikle ''yaratılış'' değildir.
  • zar örneğinden yola çıkarak düşüncemi dile getirmeye çalışayım. evrim teorisine göre 5 zarın 5'inin de 6 gelmesi için 5 adet değil, milyarlarca zar atılmaktadır. ayırca sadece 6-6-6-6-6 değil 6-6-6-6-5 kombinasyonu da ortama uyum sağlayabilir ve çoğalabilirse varlığını sürdürebilmektedir.
  • evrim ağacı topluluğu, canlılığın oluşumu ve cansızlıktan canlılığın evrimi üzerine oldukça kapsamlı bir yazı dizisi hazırlamış. sık sorulan sorulara anlaşılabilir bir dille cevap verdiği için buraya da aktaralım:

    kimyasal evrim üzerine... canlılık ve cansızlık nedir, ne değildir, aralarındaki farklar nelerdir?

    unutmamak gerekir ki aslında canlılığın başlangıcı, evrim kuramı'nın ilgi alanında değildir! evrim kuramı, canlılığın "bir şekilde" başlamasından sonra, nasıl çeşitlendiği ile ilgilenmektedir. canlılığın ilk başlangıcı ile ilgilenen bilimsel kuramlar ise abiyogenez kuramı ve panspermia kuramı'dır. elbette ki, evren'deki her şey gibi, canlılığın başlangıcı da bilimsel bir perspektiften ele alınmalıdır. zira en ufak bir şüphemiz bulunmamaktadır ki, yine evren'deki her şey gibi, canlılığın ilkin başlangıcı da doğaüstüne ihtiyaç kalmaksızın, tamamen doğal açıklamalarla izah edilebilmektedir. biz bu yazı dizimizde, size bu izahlardan günümüzde en güçlüsü olarak karşımıza çıkan abiyogenez kuramı'ndan, yani "canlılığın", "cansızlıktan" evrimleşerek başladığını konu edinen kuramdan yola çıkarak açıklamalarda bulunacağız. unutmamak gerekir ki abiyogenez kuramı, canlılığın başlangıcını her ne kadar şimdilik evrim kuramı'nın içeriği dahilinde bulunmasa da, evrimsel/bilimsel yasaları (doğal seçilim gibi) kullanarak açıklamalar getirmektedir. bunlara yeri geldiğince değineceğiz.

    bu yazı dizimizde sizlere insanlar olarak bizlerin "canlılık" dediğimiz olayın, "cansızlık" olarak tabir ettiğimiz formdan nasıl evrimleştiğini açıklamaya çalışacağız. hemen her şeyi adım adım göstermeye çalışacağız, böylece popüler kültürde ciddi bir biçimde abartılan ve abartılagelmiş olan "canlılık" kavramının, aslında o kadar da özel olmadığını ve cansızlıktan evrimleşmesinin sanıldığı kadar zor bir olay olmadığını göreceksiniz. bu ilk yazımızda, sizlere doğrudan canlılık ile cansızlık kavramlarının nasıl birbirinden tamamen farksız olduğunu göstereceğiz. daha sonraki yazılarımızda ise "hayat molekülleri"nden ilki olan nükleotitlere genel bir bakış atacağız. hayat molekülleri'nin ne olduğunu ilerideki yazılarımızda toparlayarak açıklayacağız; ancak temel olarak bizlerin "canlı" olarak adlandırdığı varlık formlarını "canlı" kılan ve şimdiye kadar bilinen tüm "canlı" formlarda bulunan kimyasalların genel adı olarak düşünebilirsiniz. zaten bu yazımızın ilerleyen kısımlarında pek çok kavram daha da netleşecek, emin olunuz.

    kavramların gerçek anlamlarını öğrenebilmemiz gerçekten çok önemli, çünkü ne yazık ki eğitim sistemimiz terimleri doğru bir şekilde öğretebilmekten çok çok uzak. pek çok kavram, eğitim hayatımız boyunca yanlış ve "sınava yönelik" öğretiliyor. ne var ki bilim, eğitim sistemimizin sandığından ve bildiğinden çok çok ileride. bu sebeple bazı düzeltmeler yapmamız ve akıllarda oluşturulan bazı anlamsız tabuları kırmamız gerekiyor. belki de, bu kavramların en başında "canlılık" ile "cansızlık" ayrımı geliyor. buna evrim mekanizmaları ile ilgili yazılarımızda tekrar değineceğiz; esasında orası için ayırdığımız bir açıklamayı, burada, en başından yapmak istiyoruz; çünkü "canlı" ve "cansız" ayrımını anlamak, belki de biyoloji'yi anlayabilmenin ve evrimsel biyoloji'yi kavrayabilmenin başında geliyor. öyleyse lafı daha fazla uzatmadan başlayalım:

    ilk olarak, bilimsel olarak hiçbir şey, esasında, ne "canlı"dır, ne de "cansız". bu sadece, literatür açısından işleri kolaylaştırmak, biyoloji'nin sahasını belirlemek ve anlaşma kolaylığı sağlamak amacıyla uydurulmuş ve pek bir dayanağı olmayan bir olgudur. insanoğlu, etrafına bakıp varlıkları sınıflandırmak istemiş ve belli başlı özellikler taşıdığı için bazı varlıklara "canlı" demiş, bu özellikleri taşımayan varlıklara ise "cansız" demiştir. insanın tanımına göre, bu canlı-cansız farkına sebep olan belli başlı özellikler şöyle sıralanabilir:

    uyarana tepki gösterme
    üreme
    büyüme ve gelişme
    iç dengeyi koruma
    belli bir organizasyona sahip olma
    metabolik faaliyetleri gerçekleştirme ve enerji üretme
    adapte olabilme

    eski dönemlere ait kaynaklara göre bu özelliklerin hepsini bir arada bulunduran varlıklar "canlı", bunları bir arada bulundurmayan varlıklar ise "cansız" varlıklardır. kimi kaynak bunlardan sadece ilk 4'ünü canlılık belirtisi olarak yeterli bulmaktadır ve diğerlerini elemektedir. ancak uzun on yıllardır (ve hatta geniş skalada yüz yıllardır) bu tanımlama sürekli olarak tartışılmıştır ve hala da, azalmakla birlikte, tartışılmaya devam etmektedir. çünkü bazı "cansız" olarak görülen varlıklar ciddi biçimde "canlı" gibi gözüken özelliklere sahip olabilmektedir (cansız olmasına rağmen uyarana tepki verebilme örneği: http://www.vidivodo.com/325487/instant-hot-ice ). örneğin virüsler ya da yeri geldiğinde göreceğimiz priyonlar, her zaman bu tanım için başa bela olmuşlardır ve iş, içinden çıkılmaz bir hal almıştır.

    aslında temel olarak, binlerce yıl öncesinden beri, yukarıda belirttiğimiz taşıyan varlıklarda bir "can" (insan için "ruh", diğerleri için "can") olması gerektiğini düşünmüştür insanlar. bu kavramlar o kadar uzun yıllardır insanları etkilemektedir ki, insanlık tarihine göre, göreceli olarak çok yeni olan bilim de bu kavramları olduğu gibi kullanmaktadır; gerek kullanım kolaylığı, gerekse de aramıza yerleşmiş memlerin yıkılmasının güçlüğünden ötürü.

    halbuki, modern bilim açısından, günlük ağzın aksine bu kavramların (ne "can", ne de "ruh") hiçbir geçerliliği bulunmamaktadır. biyoloji'nin derinliklerine inen bilim insanları, önce organlarımızı, sonra dokularımızı, sonra hücrelerimizi keşfetmiştir. daha da derinlere indiğimizde, hücrelerin içerisindeki neredeyse her olayı gözlemleyebilir hale gelinmiştir. ve bu boyutta, varlıklara baktığımız zaman, bir canlı ile cansızı ayırmak olanaksızdır. çünkü evren'in özünde böyle bir fark yoktur. çünkü ikisi de belli başlı kimyasal tepkimelerin oluşturduğu birer bütündür.

    bir demir, oksijenin bulunduğu uygun bir ortamda sürekli tepkimeye girerek paslanmaktadır. aynı oksijen, hücrelerimiz içerisinde bulunan bir diğer kimyasal olan şekerler ile tepkimeye girerek enerji üretimini sağlamakta ve bu, hücrenin "canlılığını" sürdürmektedir. peki, demiri "cansız", hücreyi "canlı" yapan nedir öyleyse? insanlığın uydurduğu tanımlar haricinde, hiçbir şey. ikisi de, sıradan atomlar ve moleküller yığınıdır. tek fark, bu kimyasal tepkimelerin ("canlılar" içerisinde gerçekleşiyorsa "biyokimyasal" tepkimelerin) toplamı, eğer içerisinde bulunduğu ya da totalde oluşturduğu varlığa yukarıda sayılan belli başlı özellikleri veriyorsa, o varlık "canlı" olmaktadır. bu, insanın kendince uydurduğu asılsız (ancak günlük iletişimde işe yarar) bir sınıflandırmadır.

    buraya kadar anlattıklarımız anlaşılabildiyse, şimdi yıllardır öğrenegeldiğimiz kalıplara bir diğer darbeyi de, yukarıda verdiğimiz ve neredeyse her birey (ve hatta eğitim sistemimiz) tarafından benimsenen "canlılığın özellikleri" maddelerine indirmek istiyoruz. şimdi her birine tek tek ve mümkün olduğunca kısaca bakarak, büyük ölçekte baktığımızda canlılığın sözde "tartışılmaz" ilkeleri olan bu maddelerin, moleküler düzeyde cansızlıktan nasıl ayıramayacağımızı göstereceğiz:

    1) uyarana tepki gösterme: bu, belki de canlılık tanımları içinde kullanılan en anlamsız maddedir. zira evren'deki bildiğimiz fizik kurallarına tabi olan her varlık, uyarana tepki göstermektedir. buna basitçe "etki-tepki ilkesi" diyoruz ve 17. yüzyıl'da sir isaac newton tarafından keşfedilen bir gerçek bu. şimdi itirazlar olacaktır, "bir topun yerden sekmesindeki topun tepkisiyle, bir insanın ani bir harekete tepki göstermesi bir mi?" diye. evet, birdir. sadece insanın durumunda arada birkaç fazladan aracı bulunur. şöyle ki:

    insanın yüzüne hızla elinizi savurursanız, hemen hemen aynı anda insan geriye çekilecek ve gözlerini yumacaktır. etkiye tepki bu şekilde tanımlanır. bunu büyük ölçekte incelediğimizde, gerçekten de bir topun sekmesinden oldukça farklı olduğunu sanarız. sanki bir "bilinç", özellikle o etkiden kaçıyormuş gibi hissederiz. halbuki olan şey son derece "cansız" bir olaydır. etki (örneğin savrulan el) yüze doğru yaklaşırken, ele çarpan "cansız" ışık fotonları göze ışık hızında ulaşır ve kırılarak ışığa duyarlı hücreler üzerine düşerler. bu fotonların her birinin farklı açılarda, farklı hücrelere çarpması, bu hücrelerde farklı değişimlere sebep olur. bu değişimler, bazı kimyasalların salınıp tutulmasından ibarettir. ancak bu kimyasalların değişimi aynı zamanda bu hücrelere bağlı olan sinir hücreleri üzerinde aksiyon potansiyeli denen elektrokimyasal (ve tamamen "cansız") atımlar (pulslar) oluşturur. bu elektrokimyasal pulslar, son derece yüksek hızda beyne iletilir. beyin, gelen farklı "puls kodları" (her biri farklı şiddetteki pulslar, adeta mors alfabesi gibi beyne bilgi iletirler) beyinde bulunan sinir ve gliya hücrelerinde farklı biyokimyasal tepkilerin oluşmasına sebep olur. bu tepkiler de son derece "cansız" olan kimyasal değişimlerdir. basitçe, elektrokimyasal pulsların farklı şiddet değerleri, farklı kimyasal tepkimelerin gerçekleşebilmesini sağlarlar. bunların her biri sonucu üretilen kimyasal ürünler, yapılan "etki"ye karşı "tepki" oluşturur. bu tepki, basitçe yeni bir elektrokimyasal pulsun üretilmesidir. bu puls, aynı hızla gerekli kaslara gönderilir (hangi kasa gideceğinin belirlenmesi de son derece "cansız" bir olaydır, beynin etkilenen bölgelerinde üretilen tepkilerin biçimlerine göre farklı sinir yolları izlenmek durumunda kalınır) ve bu kaslarda belli biyokimyasal değişimler gerçekleşir (bazı iyonlar hücre içine girer, bazıları dışarı çıkar, vs.). bu sebeple gözlerimiz hızla kapanır, vücudumuz geri çekilir. işte tüm etki-tepki olayı, bu kadar "cansız" bir olaydır.

    öte yandan topun yere düşüp sekmesi olayı da, bizim düşünüp umursamadığımız kadar basit bir olay değildir. ya da yukarıdakinden çok da az karmaşık değildir. klasik fizik açısından düşünecek olursak top, yere düştüğünde "çarpar" ve belli bir kuvvetin etkisi altında geri seker. halbuki iş bundan ibaret değildir. kuantum mekaniği sayesinde her şeyi atom yığını olarak düşünmemiz gerektiğini biliyoruz. dolayısıyla top, belli tip atomları bir arada bulunduran bir yığındır. yer de, benzer şekilde çok çeşitli atomları bulunduran dev bir yığındır. bu iki atom yığını karşılaşmadan önce ve karşılaşma gerçekleşene kadar atomlar birbirlerini çekerler (ya da belki de karanlık madde sebebiyle, karanlık madde bu cisimleri birbirine iter, bilemiyoruz, halen araştırılıyor; ancak göreceli bir "çekme" olayı olduğu kesin). ancak atomları yeterince birbirine yaklaştığında, yani "çarpma" işi gerçekleştiğinde, aslında çarpma atomik boyutta tek bir noktada olmaz; dev bir hacimde olur. bu hacimde atomlar birbiri içerisine girerler ve topun bir kısmı ile yer "bir" olur. bu birlik sırasında, atomun içerisinde, çekirdek etrafında dolanan elektronlar birbirlerine çok yaklaştıklarında, hızlı bir itme kuvveti oluşur ve elektronla kuvvetle birbirlerini iterler. işte bir noktada, atomlar arası çekim kuvveti, elektronların birbirini itme kuvvetine yenik düşer ve top geriye doğru fırlar. yani bir topun sekmesi olayı bile, o kadar doğrudan bir olay değildir. tıpkı yukarıdaki etki-tepki olayı gibi.

    görüldüğü gibi, atomik düzeyde bir insanın bir etkiye verdiği tepki ile, bir topun yerden sekmesi, temel olarak birbiriyle aynıdır ve ikisi de oldukça karmaşık gibi görünen; ancak basit ilkelerle açıklanabilir. ve ikisinde de, doğaüstü bir "ruh" ya da "can" aranmaz.

    2) üreme: yukarıdaki anlatım anlaşıldıysa, zaten diğer hepsini modellemek oldukça kolay olacaktır. dolayısıyla bunları çok daha kısa olarak geçmeye çalışacağız.

    üreme (bu durumda eşeyli üremeyi ele alalım ama eşeysiz üreme de benzerdir), bilindiği üzere genetik materyalin aktarıldığı üreme hücrelerinin (sperm ve yumurta gibi) birleşmesi sonucu gerçekleşen olayın adıdır. bu olay sonucunda, bu olaya katılan iki bireyin özelliklerinin harmanlandığı bir ürün ortaya çıkar. peki bu olay, "cansız" basamaklarla açıklanamaz mı? elbette açıklanabilir.

    "hücre" dediğimiz yapı, içerisinde sayısız kimyasal tepkimenin döndüğü bir fabrika gibidir. bu tepkimeler sonucunda birçok ürün ve değişim meydana gelir. ve hücre, canlılığın temel yapı birimi olarak görülmektedir. ancak nasıl ki, içerisinde ne kadar karmaşık işler dönüyor olursa olsun bir fabrikaya "canlı" demiyorsak (sırf karmaşıklığından ötürü), hücreye de herhangi bir maddeden üstünmüş ya da farklıymış gibi yaklaşmak çok modern bir davranış olmayacaktır. çünkü hücreyi hücre yapan bütün tepkimeler, tıpkı bir demirin yanması gibi "cansız" tepkimelerdir ve tek bir tepkime dahi yoktur ki, demirin yanmasından farklı bir şekilde gerçekleşsin. eğer öyleyse, hücrenin "canlılığı" nerede başlar? hiçbir yerde. dediğimiz gibi bu "canlılık" iddiası, tamamen insan uydurması bir iddia, bir yakıştırma, bir kategorizasyondur.

    işte bu hücreler, belli kimyasal tepkimelerin etkisi altında bölünmektedirler. bu bölünme işlemi de tamamen biyokimya kontrollü bir olaydır. hücre belli bir büyüklüğe eriştiyse eşeysiz olarak üreyerek çoğalmak adına mitozla, eğer bir üreme organındaki hücrelerdense, belli hormonların etkisi altında eşeyli olarak üremek amacıyla mayozla bölünürler. bu iki bölünme arasındaki tek fark, içeriğindeki kimyasal faz farklarıdır. sonuçta, eşeyli üreme sonucu üretilen üreme hücresi, örneğin sperm, tamamen kimya kontrollü bir şekilde, yumurtanın salgıladığı kimyasallara doğru fiziksel kuvvetlerin etkisiyle "çekilir" ve yine tamamen kimyasal tepkimelerle, spermin akrozomu eriyerek içerisindeki genleri yumurta içerisine aktarır, yani "kaynaşma" gerçekleşir. yani üremenin de tek bir noktası bile kimya-üstü bir şekilde ya da herhangi bir özel biçimde gerçekleşmez.

    3) büyüme ve gelişme: buraya tekrar değinmeyeceğiz. yukarıda açıkladığımız gibi, hücrenin mitoz bölünmesi ile hücre içerisine dışarıdan alınan maddelerle büyüyen hücre, sayıca çoğalır. bu hücrelerin bir yığın olarak birikmesi sonucu büyüme ve gelişme meydana gelir. bu iki olay, genler ile kontrol edilmektedir. bu genlerin okunması ve bu okunma sonucu oluşan proteinlerin iş görmesi de, yine tamamen biyokimyasal bir olaydır. hiçbir özel durum bulunmaz.

    4) iç dengeyi koruma (homeostasis): bu durumun da aslında etki-tepki olayı ile çalışma prensibi tamamen aynıdır. etki-tepki olayı genel olarak belirli bir özellik (örneğin refleks) bazında ilen, iç dengeyi koruma genel olarak bir organizma bazındaki yapıya işaret eder. temel olarak bir varlığın, dış etkilerin etkisine karşı, aktif olarak iç bütünlüğünü korumaya çalışmasına denir. burada önemli bir nokta var ve modern "canlı" tanımının yapılabilmesi için bu madde önem arz ediyor. buraya tekrar geleceğiz dolayısıyla. ancak şimdiden akılda tutulması gereken, iç dengenin sağlanabilmesinin de tek yolunun cansız kimyasal faaliyetler olduğunu bilmektir.

    5) belli bir organizasyona sahip olma: bu kavram da günümüzde modern tanımlar yapmak için kullanılmaktadır; ancak tek başına, bu şekliyle hiçbir anlam ifade etmez. yukarıdaki ve genel geçer olarak kabul edilen; ancak hatalı olan tanımın sorunu da, bu maddeleri birbirine etkin olarak bağlamaması ve maddeleri doğru seçmemesidir. az sonra, yukarıdaki 4. madde ile birlikte buna tekrar döneceğiz. ancak şimdiden akılda tutulması gereken, belli bir organizasyona sahip olunabilmesinin tek yolunun cansız kimyasal faaliyetler olduğunu bilmektir.

    6) metabolik faaliyetler gerçekleştirme: bu özellik de hiçbir belirleyiciliği olmayan, son derece sıradan, cansız tepkimeler silsilesidir. örneğin "sindirim" dediğimiz olay, son derece basit olarak, besin dediğimiz kimyasal maddelerin (örneğin nişastanın), çeşitli kimyasal enzimlerin etkisi altında daha küçük yapıtaşlarına (örneğin glukoza) bölünmesi ve bu şekilde hücre içerisine alınmasıdır. veya "solunum" dediğimiz olay, tıpkı demirin yanması gibi, sindirim yoluyla elde edilen glukozların okijen ile yakılması demektir. kimya açısından hiçbir özel tarafı bulunmaz.

    7) adapte olabilmek: bunu canlılık kriterleri arasına eklemek bile ciddi bir tartışma konusudur. zira belli bir seçilim unsuru olduğu müddetçe, her varlık ister istemez "adapte olmak" zorundadır. bir kaya parçası, günümüzde olduğu konumu korurken, benzer bir kaya parçasının bütünlüğünü koruyamayarak parçalanması, onun ortama "adapte olmadığı" fikrini akla getirmektedir. benzer şekilde, günümüz canlılarının hepsi, bulundukları ortama belli bir oranda adapte olabildikleri için vardırlar; diğerleri ise tıpkı kaya gibi parçalanmış ve bütünlüklerini yitirmişlerdir. bu açıdan, adapte olmanın canlılık ile pek bir ilgisi olmamakla birlikte, bu maddede açıkladıklarımız tüm varlıkların evrim'e tabi olduğu fikrine temel oluşturmaktadır. ancak konumuz bu olmadığı için burada girmeyeceğiz.

    dolayısıyla, yukarıdaki maddelere baktığımızda gördüğümüz, on yıllardır ve yüz yıllardır hep "canlı" olarak tanımladığımız varlıkları, bu şekilde tanımlamamızın sebebi olan maddelerin hiçbirinin tekil olarak canlılık ile bir alakası yoktur. peki, eğer özelliklerin kendilerinin canlılık ile alakası yoksa, nasıl bunlara sahip olan varlıklar, diğer varlıklardan farklı olabilmektedirler?

    modern canlı-cansız tanımı: kimyasal evrim

    işte bu noktada, bir gerçeği görmemiz şarttır. etrafımızdaki bazı varlıklar, diğerlerine göre oldukça aktiftirler ve bütünlüklerini diğerlerine göre çok daha başarılı olarak koruyabilirler. peki bu, canlı-cansız farkı için yeterli midir?

    hayır! modern tanımlamada bile canlı ile cansızın özünde birbiriyle tamamen aynı olduğu gerçeği yatmaktadır. dolayısıyla hangi tanım yapılırsa yapılsın, bu gerçek akıldan çıkarılmamalıdır. canlı ve cansızlar arasında, hiçbir fark bulunmaz.

    ancak yine de, en başından beri belirttiğimiz gibi, gerek anlatım kolaylığı, gerekse de etrafımızdaki varlıkların kategorizasyonu için bir tanım gerekmektedir. ancak tekrar edelim, canlı ile cansızı ayıran bir tanımın var olması çok da bir anlam ifade etmez. son olarak buraya geri döneceğiz ama varlıklar arasında, belli bir özellik haricinde hiçbir fark yoktur.

    peki modern bir canlılık tanımı nasıl yapılmalıdır?

    bunun için, en başından beri insanların yaptığı gibi etrafımıza bakmak gereklidir. etrafımızda, bazı varlıkların bütünlüklerini aktif olarak koruyabildikleri ve belirli, daha doğrusu düzenli bir organizasyonları olduğunu görürüz. bunun haricinde, bu yapılar dahilindeki hiçbir özelliğin (tepki verme, metabolizmaya sahip olma, vs.) yukarıda tanımladığımız gibi diğer herhangi bir cansız olaydan farksız olduğunu görürüz.

    yani, bir takım varlık grubu, etraflarında meydana gelen değişimlere aktif olarak karşı koyabilmektedirler. işte bu varlıklar daha yakından incelendiklerinde, temelde cansızlardan farklı olmakla birlikte, aşağıdaki iki özelliğe sahip oldukları görülür:

    1) organizasyon: bu kavrama birçok farklı açıdan yaklaşmak mümkündür. ancak bu noktada bizim ilgilendiğimiz organizasyon tipi, bütünlüğünü belli bir düzeye kadar koruyabilen ve dış etkilere karşı belli bir düzeye kadar dağılmayan bir yapının bulunmasıdır. evren'deki her varlık, gerekli şiddetteki etkinin altında atomlarına ve hatta daha fazlasına ayrılacaktır. ki bu gerçek de bize her varlığın özünde aynı olduğunu ve canlı ile cansız ayrımının doğada bulunmadığını göstermektedir.

    2) aktivite: bahsedilen, belli bir düzeye kadar stabil olan organizasyon içerisinde, temel olarak iki amaca (hayatta kalmak -varlığını sürdürmek- ve üremek -çoğalmak-) hizmet edecek çeşitli aktivitelerin düzenli olarak sürdürülmesi demektir. bu aktiviteler, tamamen biyokimya temelli ve teknik olarak "cansız" olmakla birlikte, bizlerin yapacağı "canlı" tanımının belirlenebilmesi için, organizasyon ile birlikte olmazsa olmazdır.

    burada anlaşılması gereken en önemli nokta, yukarıdaki iki olgunun mutlaka bir arada bulunması gerektiğidir. eğer bu olguların ikisi de bir arada bulunmuyorsa, o varlığı, bizim "canlı" diyeceğimiz kategoriye koymak doğru olmayacaktır.

    biraz analiz yaparak örnekler üzerinden gidelim:

    kaya: dev bir kaya parçası düşünün. bu kaya parçasının belirli bir organizasyonu bulunmaktadır ve bu organizasyon, belli bir düzeydeki kuvvetler haricinde oldukça sabit ve değişmezdir. yani kolay kolay kırılmaz, dağılmaz, parçalanmaz. bu özelliği ile kaya, canlılığın "organizasyon" kriterini sağlamaktadır. ancak bu organizasyonu dahilinde hiçbir aktivite bulunmaz. varlığını aktif olarak sürdürmesine olanak sağlayacak hiçbir olay bünyesinde gerçekleşmez. bu açıdan kaya, net bir şekilde, cansız bir varlıktır.

    sinek: öte yandan ufacık bir sinek, belli bir organizasyona sahiptir ve belli bir düzeye kadar kuvvetlere dayanabilmektedir. bu açıdan, organizasyonu kolay kolay bozulmaz ve aradığımız kriteri sağlar. aynı zamanda, organizasyonu dahilinde sürekli olarak hayatta kalma ve üremeye yönelik bir aktivite gerçekleşmektedir. bu aktivite gerek beyninden kaynaklı olsun, gerek kas hücrelerinden kaynaklı olsun, bir şekilde, tamamen cansız tepkimelerle yürütülmesine rağmen, en nihayetinde hayatta kalam ve üremeye yöneliktir. dolayısıyla sinek, iki kriterimize de uyarak canlı bir varlık olduğunu göstermektedir.

    virüs: virüsler, çok uzun süreden beridir canlı mı yoksa cansız mı olduğu tartışılmakta olan; ancak çok büyük oranda "cansız" olduğu kabul edilen yapılardır. bizim yaptığımız tanım dahilinde, zaten canlı olamayacağı kolaylıkla anlaşılabilmektedir. çünkü virüslerin, belli bir konak hücre haricinde varlıklarını sürdürürken belli bir organizasyonları daima bulunur. bir kılıf içerisinde, geçici olarak işe yaramayan bir genetik madde, sürekli olarak bir oraya bir buraya savrulur. genellikle kristalize (ve net bir şekilde cansız) olarak bulunan bu yapı içerisinde herhangi bir aktivite olmadığı için (virüsler bir konak olmadan herhangi bir faaliyet gerçekleştiremezler), virüs konak dışarısındayken cansızdır. peki ya konak içerisindeyken? bu defa da, virüsün kılıfı, hücrenin dış çeperine yapışır ve genetik madde hücrenin içerisine akar. bu genetik madde (virüsü temsil etmektedir), her ne kadar artık aktiviteye sahiptirse de, bu defa da kendisine ait bir organizasyonu bulunmamamaktadır. dolayısıyla virüs, hücre içerisinde de cansızdır. işte buradan da anlaşılabileceği gibi virüsler, "canlı olmaya çok yakın olmalarına rağmen henüz olamamış, cansız" varlıklardır.

    tabii, tüm bu kategorizasyonu yaparken tekrar tekrar uyarmakta fayda görüyoruz: doğada, aslında bu ayrım yoktur! bu tanımlamayı insan türü olarak biz, birbirimizle iletişim kurabilmek ve doğadaki varlıkları kategorize edebilmek için var etmekteyiz. dolayısıyla özünde bakıldığında bir virüs de, bir insan da cansızdır! eğer ki bir gün bir kömür parçası, kategorizasyon yapabilecek düzeye ulaşacak olsaydı (bu, hipotetik bir açıklamadır), emin olun ki kategorizasyon için kullandığı öncelikler, bizimkilerden tamamen farklı olacaktır. muhtemelen elmas ve grafit ayrıcalıklı olacak, diğer yapılar ikinci planda tutulacaktır. bizim kategorizasyonumuzda da canlılar ön plana alınmakta, cansızlar ikincil planda tutulmaktadır.

    peki neden böyle bir ayrım görüyoruz? işte burada karşımıza kimyasal evrim kavramı çıkıyor.

    kimyasal evrim, evrimsel biyoloji'nin bilimin ve yaşamın her alanına dahil olmasıyla birlikte, bilim insanlarının ortaya attıkları son derece gerçekçi bir görüştür. bu görüşe göre, cansız varlıklar da evrim geçirmektedir ve farklı etkilerin altında, farklı varlık grupları oluşabilmektedir. işte tek bir varlık tipinden (maddeden ve enerjiden; unutmayın ki ikisi aslında tektir, e=mc2), günümüzde gördüğümüz "canlı" ve "cansız" olarak adlandırdığımız yapıların oluşabilmesinin sebebi, en başta, örneğin dünya'nın oluşumu sonrasında bu varlıkların geçirdiği farklı kimyasal evrimlerdir.

    bu açıdan bakıldığında, vücudumuzda bulunan karbon ile kömür içerisinde bulunan karbon birbiriyle tamamen aynıdır. peki neden bizdeki karbondan ötürü biz "canlı" olurken, kömür "canlı" olamamaktadır? bunu açıklamanın bir yolu yoktur, çünkü aslında arada bir fark da yoktur.

    fakat aynı karbona sahip varlıkların, birbirinden bu kadar farklı özelliklere sahip olabilmesinin sebebi, karbonun en başlarda, dünya'nın oluşumundan sonraki 600 milyon yıl içerisinde, farklı alanlarda, farklı şekillerde değişmiş olmasındandır. örneğin, sonraki yazılarımızda izah edeceğimiz koaservatların (en ilkin hücre yapısı) bünyesindeki karbon, günümüze kadar gelecek hayat molekülleri'nin temelini oluştururken, toprağın altında biriken karbon önce kömürü ve sonrasında elması oluşturmuştur. karbon aslında aynı karbondur; ancak ürün, çok uzun değişimler sonucunda, tamamen farklı olmaktadır. işte kimyasal evrim, bu farklılığı açıklayabilmektedir.

    sonuç

    sonuç olarak, canlılık ve cansızlık sadece tanımlardan ibaret olan, iki varlık tipidir. bu iki varlık tipi, tıpkı tüm canlıların ortak bir atası olması gibi, tüm varlıkların ortak atası olan ve genellikle (ve doğrulukla) "cansız" olarak düşünülen maddeden evrimleşmiş iki varlık tipidir. özünde, ikisi de aynı cansız varlıktan, maddeden (ya da enerjiden) oluşmaktadır. sadece, aşırı uzun süreli farklılaşma, onlar arasındaki bu derin farkları doğurmaktadır. günümüzde, insanın sıradışı (!) olduğunu "düşünmemizi" sağlayan "düşünce" bile, tamamen cansız, elektro-biyokimyasal olaylar zinciri ile kolaylıkla açıklanabilmektedir.

    doğada, hiçbir varlığın doğa üstü bir özelliğine rastlanmamıştır ve şimdiye kadar ortaya atılan tüm doğa üstü iddialar, bilimsel gerçeklerle düzeltilmiş ve etkisiz kılınmıştır. canlılık ve cansızlık da, her ne kadar günlük hayatta sıklıkla aksini kullansak da, birbiriyle tamamen aynı yapıya sahip, sadece özelleşme ve değişme konusunda farklılaşmış olan varlık tipleridir.

    evrim ağacı
  • (bkz: #26876956)

    hayat molekülleri” nedir? temelleri, oluşumları, görevleri ve canlılık konusundaki etkileri nelerdir?

    hayat molekülleri, ya da diğer bir ismiyle organik moleküller en azından bizim bildiğimiz ve tanımladığımız anlamıyla canlılığın var olabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için gereken kimyasal moleküllerdir. temel olarak nükleotitler, lipitler, proteinler ve karbonhidratlar "hayat molekülleri"dir. bu moleküllerin hepsinin genel formları üç aşağı beş yukarı benzer olsa da, işlevleri kimyasal ve fiziksel özelliklerinden dolayı birbirlerinden tamamen farklıdır. ve bu farklı özelliklerin toplamı, bugün bizlerin "canlı" olarak isimlendirdiği varlık formlarını meydana getirir. daha doğrusu, canlılık için gereken aktivite ve organizasyon şartlarının istikrarlı bir şekilde sağlanabilmesi için bu kimyasallardan oluşan bir yapı ve bu yapının uzun süreli deneme-yanılma ve eleme-seçme mekanizmalarından geçmesi gerekmektedir. dolayısıyla, şimdilik bildiğimiz kadarıyla, bu moleküllerden oluşmayan bir varlığın canlılığın ilkelerini bir arada bulundurması pek mümkün değildir. bunda, bu moleküllerin istikrarlı yapısının (tepkimeler, radyoaktivite, vb. kimyasal özellikler bakımından) çok büyük önemi olduğunu unutmamak gerekmektedir.

    bizi "canlı" kılan moleküllerden hangisinin ilk olarak oluştuğunu kestirmek çok güç. zira yapılacak tahminler, spekülasyondan öteye gitmeyecektir; bu oluşumlar çoğunlukla rastlantısaldır ve tamamen çevre koşullarına bağlı olarak gerçekleşirler. ancak bu konuda yapılacak en iyi tahmin, hepsinin birbirine yakın zamanlarda oluşmuş olduğudur. özellikle kalıtım materyali görevini üstlenen nükleotitler, enerji ve yapıtaşı olma konusunda önemli görevi olan karbonhidratlar, düzenleyici ve istikrarı sağlayıcı yapılarından ötürü proteinler ve esneklik, koruma ve barındırma gibi özelliklerinden ötürü yağlar, bir arada bulundukları ve çok uzun eleme mekanizmalarından geçtikleri sürece canlılığın oluşmasını ummamak garip olacaktır. biz, hangi molekülün önce oluştuğunun günümüzde net olarak bilinmemesinden ötürü, herhangi bir sıra takip etmeden, her birine tek tek değineceğiz.

    şimdi, bu noktada, “canlılık” tanımına yeniden göz atmakta fayda var. kimyada “organik moleküller”, canlıları cansızlardan ayırmak için kullanılırlar (bu da bir diğer kategorizasyon metodudur). canlılarda, inorganik moleküller de elbette bulunmaktadır ancak canlı vücudunun büyük bir kısmı organik moleküllerden oluşmaktadır. yani organik moleküllerin bulunması, bir varlığın “canlı” olarak adlandırılması, en azından canlılık barındırmış ya da barındırıyor olduğunu düşünmek için iyi bir sebeptir (ancak çoğu zaman yeterli değildir, yine de iyi bir işarettir). peki “organik moleküller” hangi atomlardan oluşur? karbon (c), hidrojen (h), oksijen (o), nitrojen (n), fosfor (p) ve sülfür (s). yani bir canlıya "canlılık" özelliğini katan molekülleri oluşturan atomlar, tam da bekleneceği gibi periyodik cetvel üzerinde bulunan sıradan atomlardır. bu da bize canlılığın cansızlıktan bir farkı olmadığını yeniden göstermektedir.

    oldukça kesin olan bir gerçek vardır: evrim çoğu zaman basitten karmaşığa doğru gerçekleşmektedir; çünkü fizik temelli enerji yasaları istikrarlı bir ilerleme için bunu zorunlu kılar. bunun temel sebebi, evrim'in yeni bir materyal "yaratamaması" (yoktan var edememesi ); ortada halihazırda var olan materyali değiştirerek kullanması gerekliliğidir. dünya üzerinde bulunabilecek en basit yapıtaşları, atomaltı parçacıkları göz ardı edecek olursak, atomlardır. bu atomlar, fizik yasaları etkisi altında, farklı çevresel koşullarda, farklı şekillerde bir araya gelerek atomlardan daha karmaşık olan molekülleri oluştururlar. daha sonra bu moleküller, yine farklı şekillerde birleşerek, daha büyük ve envai çeşit "dev" molekülü (büyüklük son derece göreceli bir kavramdır) oluşturabilirler. bunlar, çevre şartları altında bir nevi "sınava" tabi tutulur, ki biz buna basitçe doğal seçilim demekteyiz. en uygun yapıda, ortama en dayanıklı ve en istikrarlı olanlar parçalanmadan kalırlar. diğerleri ise dengesiz oldukları için, diğer molekül ve atomların etkisiyle, radyasyon-ısı-ışık gibi fiziksel faktörlerden ötürü parçalanırlar ve dağılırlar. işte bu şekilde, her seferinde bir adım olmak üzere, sadece atomlardan yola çıkarak, önce karmaşık yapıdaki kimyasal moleküller, sonrasında ise 4 milyar yıl gibi devasa bir zaman dilimi içerisinde içerisinde trilyonlarca hücreyi bir arada bulundurabilen karmaşık yapılara doğru bir evrim gerçekleşmiştir.

    dolayısıyla bir protein molekülü, yağ molekülü, nükleotit molekülü, vb. oluşmadan önce, bunları oluşturan yapıtaşları oluşmalıdır ki bunlar daha küçük, daha basit yapıda moleküllerdir. biri daha da derinlere inerek molekülleri oluşturan yapılara bakarsa, beklendiği gibi atomları görecektir. daha da derinlerde atomaltı parçacıklar yatar; ancak bu konu bizi şu anda ilgilendirmiyor. bilmemiz gereken nokta, atomların bir araya gelmesiyle envai çeşit molekülün oluşabildiği ve bu moleküllerden "hayat molekülleri" olarak isimlendirilen bir grubun bazı varlık formlarının "canlılık özellikleri" olarak verdiğimiz özelliklere sahip olmalarını sağladıklarıdır.

    gelin şimdi, lafı daha fazla uzatmadan, sizlerle bu “hayat moleküllerinin” yapılarına bakalım. aşağıda, canlılarda en çok kullanılan iki karbonhidratın (şekerin) kimyasal yapısını görüyoruz:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…1417936_n.jpg

    glukoz (glucose) ve fruktoz (fructose, meyve şekeri) canlılar için en hayati öneme sahip şekerlerdir. “monosakkarit”tirler (basit/tek şeker) ve canlıların yapısında bulunabilen birçok kompleks şeker molekülünün (nişasta, glukojen, kitin, selüloz, vb.) temelini oluştururlar. bunların hepsi canlılık dahilinde yapıtaşı olarak ve daha önemlisi, enerji kaynağı olarak kullanılmaktadırlar. enerji üretemeyen bir canlının, hayatta kalmak ve üremek için bir aktivite sürdürmesi ve organizasyonunu aktif olarak koruması beklenemez. dolayısıyla enerji, canlılık için hayati bir kavramdır. canlılar için bu kadar önemli olan bu molekülleri incelediğimizde, belki de umduğumuzun aksine, pek de sıradışı bir yapı görmüyoruz: 6 adet karbon atomu (c), 12 adet hidrojen (h) atomu, 6 adet de oksijen (o) atomu bir araya gelerek canlıları "canlı" kılan moleküllerden biri olan şekerleri üretebiliyor.

    bu şeker molekülleri, farklı sıra ve biçimlerde bir araya gelerek, daha büyük bileşikleri oluşturabilirler. örneğin yukarıdaki glukoz ve fruktoz bir araya gelerek, sukroz isimli bir diğer şekeri oluşturabilirler:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…0610649_n.jpg

    işte bu şeker molekülleri, daha farklı şekillerde birbirlerine bağlanarak, devasa şeker bileşiklerini oluşturabilirler. örneğin aşağıda sadece glukozların bir araya gelmesinden oluşan bir glukojen bileşiğini görüyorsunuz:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…7515967_n.jpg

    görselin üst kısmında bağların nasıl kurulduğu gösteriliyor. alt kısımda ise, kapalı bir çizim örneği verilmiş glukojen için.

    bu bileşikler, canlıların yapıtaşı olan hücrelerin pek çok farklı bölgesinde kullanılabilirler. örneğin enerji üretmek üzere oksijen ile tepkimeye sokulabilirler, bir diğer "hayat molekülü" olan proteinlerle birleşerek hücre zarının yapısına katılabilirler, vs. örneğin glukoz, hayvanların çoğunun temel enerji kaynağıdır ve hayvanlarda glukoz karaciğerde yukarıda verdiğimiz glukojen şeklinde depolanır. ancak aynı glukoz, farklı bir bağ yapısı kurarak bitkilerin güçlü hücre duvarını oluşturan selülozu oluşturabilirler. ya da bir diğer biçimde kimyasal bağ kurarak, böceklerin dış kabuklarında bulunan sert kitin yapısını oluşturabilirler. kısaca her şey kimyasal bağlar ve bunların tipleri ile ilgilidir. aynı temel bileşikler (ya da "hayat molekülleri"), farklı kimyasal bağların etkisi altında farklı yapılara katılabilirler. zaten hücrelere bakacak olursanız, "hayat molekülleri"nin farklı bileşimlerinden başka bir şey olmadıklarını göreceksiniz. kısaca farklı bağlar, farklı ürünler demektir. bu kadar farklı olasılığın, farklı şekillerde yapıya katılması ve milyarlarca yıldır süren evrim etkisiyle günümüzdeki canlılık çeşitliliğine ulaşırız.

    şimdi de canlılar için genellikle “kritik önemdeki molekül” sayılan proteinlere bakalım. proteinler, aminoasit denen daha ufak moleküllerin uç uca, üst üste, yan yana eklenmesi sonucu oluşan bir atom kompleksidir. aşağıda günümüze kadar süren evrimsel süreçte oluşmuş 20 temel aminoasidi ve bunların kimyasal yapısını görmektesiniz:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…4099063_n.jpg

    görülebileceği üzere, bir aminoasidin de yapısında diğer moleküllerden farklı bir özellik yoktur. tek gördüğümüz, karbonlar, oksijenler, hidrojenler ve azot. bu arada, orada “r”("radikal" kelimesinin ilk harfidir) ile gösterilen yer, değişken bir gruptur. oraya da değişik atomlar bağlanarak, değişik aminoasitleri oluştururlar. bu aminoasitler, farklı şekillerde uç uca birleşerek sonsuz sayıda protein oluşturabilirler. çünkü yukarıdaki 20 aminoasitten 3-4 tanesi bir araya gelerek bir proteini oluşturabilecekleri gibi, aynı 20 aminoasitten yüzlercesi bir araya gelerek dev proteinleri de oluşturabilirler. bu da sonsuz sayıda kombinasyon demektir.

    örneğin aşağıda bir g-proteini görüyorsunuz:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…7365070_n.jpg

    bu protein yapısında yüzlerce aminoasit, farklı sıra ve sayılarda kullanılmaktadır. bu sıraların ve sayıların değişmesi, farklı özelliklerde proteinlerin üretilmesi, bu da farklı protein moleküllerinin farklı işlevlere sahip olabilmesi demektir. proteinler, temel olarak her yerde kullanılabilen, çok önemli, son derece istikrarlı (stable) moleküllerdir. en önemli görevleri arasında enzimleri oluşturmak ve diğer tepkimelerin hızlarını kat be kat arttırmak bulunur. bu konuya ileride tekrar döneceğiz.

    poteinlerin de sıradan kimyasal yapılar olduğunu anladıysak, şimdi bir de lipit (yağ) moleküllerinin yapıtaşlarına bakalım. lipitlerin diğerlerinden farklı olarak iki tip yapıtaşı vardır: gliserol ve yağ asitleri. gliserolün yapısı aşağıdadır:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…0344237_n.jpg

    görüldüğü gibi bu da, artık tahmin edebileceğiniz gibi, son derece sıradan bir moleküldür. yağ asitlerinin yapısı da şöyledir:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…9054895_n.jpg

    bunların ikisinin birleşimi, yağ moleküllerini oluşturmaktadır:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…8056136_n.jpg

    yağ molekülleri, canlılık için son derece önem arz etmektedir; buna ayrı bir yer ayıracağız. ancak şimdiden bilinmesi gereken, yağ moleküllerinin yapısından ötürü su içerisinde küresel, çift katmanlı bir zırh oluşturabildikleri gerçeğidir. bu zırh, tamamen fizik yasaları etkisi altında olmaktadır ve oldukça istikrarlıdır. ilk hücresel yapıların bu zırh içerisinde başladığı düşünülmektedir ve bu düşünce, günümüzdeki bütün hücrelerin zar yapılarının yağ temelli olmasıyla desteklenmektedir.

    nükleotitlere burada girmeyeceğiz, bir sonraki yazımıza saklıyoruz; çünkü orada, akla takılabilecek birçok soruya cevaplar vereceğiz ve buraya doldurmak istemiyoruz. ancak temel olarak bilmeniz gereken, nükleotitlerin de diğer moleküllerden bir farkı olmadığı, benzer şekillerde yapıya sahip olduklarıdır. bunlara zaten yeri geldiğinde yeniden gireceğiz. şimdi başka birkaç soruya cevap arayalım:

    bu yapılar nasıl kendiliğinden oluşmuş olabilir?

    sorunun bilimsel cevabı oldukça basittir: kimyasal bağlar. her ne kadar canlılığa özel misyonlar yüklemeye çalışarak, bizi oluşturan yapıların kendiliğinden oluşabildiği gerçeğini ısrarla ve elimizin tersiyle itsek de, ne yazık ki gerçekler, bizim istediklerimiz yönünde olmak zorunda değildirler. ve bilimsel araştırmalar göstermektedir ki, canlılığı (ya da cansızlığı) oluşturan yapılar, kendiliğinden, daha doğrusu evren'in (en azından dünya'nın) bildiğimiz her noktasına etki eden fizik ve kimya yasaları etkisi altında oluşabilmektedirler. dolayısıyla, her ne kadar hayal gücümüzü ve fantezilerimizi tetikliyor olsa da, canlılığı oluşturan yapıların arkasında bir gizem, bir sır aramak hatalı olacaktır; çünkü böyle bir sırra ve hatta bu sırrın gerekliliğine bilimde asla rastlanmamıştır. bunları biraz açalım:

    hepimizin okulda belki de nefret ederek öğrendiğimiz o meşhur bağlar ve onlara dair bilgilerimiz, aslında bir sınavdan yüksek alıp almayacağımızı belirlemekten çok öte işlevlere sahiptirler: canlılığı (ve cansızlığı) oluşturmaktadırlar! kovalent bağlar, iyonik bağlar, hidrojen bağları, van der waals kuvvetleri ve daha nicesi, sürekli olarak, aralıksız yeni moleküllerin oluşmasını sağlamakta ve kimyasal tepkimeleri tetiklemektedir…

    eğer belli atomlardan yeteri miktarda bir kaba koyarsanız ve yeterince beklerseniz, kimyasal yapılarından dolayı bu atomlar arasında bağlar oluşmaya başlayacaktır. hep verdiğimiz örnek olarak demir atomlarından oluşan bir yapıyı, oksijen zengini bir ortama bırakırsanız, bir süre sonra siz hiçbir şey yapmasanız da, tıpkı "sihir" gibi gelse de kendiliğinden, kimyasal tepkimelerin etkisi altında, kimyasal bağların oluşumu ile demir atomları "paslanmaya", daha doğru tabiriyle "oksitlenmeye" başlayacaklardır. bu tepkimede bir doğa üstü aramak, hayal gücüne değil, bilgi eksikliğine işaret edecektir. çünkü arkasında hiçbir gizem bulunmamaktadır.

    bahsettiğimiz tepkime ya da aklınıza gelebilecek herhangi bir diğer kimyasal tepkime, tamamıyla elektron yapılarından kaynaklanır. eğer yörüngelerindeki elektron sayısı gereği bunları “paylaşmaya” meyillilerse (daha doğrusu elektron yapılarından ötürü üzerlerine etkiyen kuvvetler elektron paylaşımını dikte ediyorsa) “kovalent bağlar”; eğer yörüngelerindeki elektronlardan bazıların alıp vermeye meyillilerse (daha doğrusu elektron yapılarından ötürü oluşan kuvvetler, elektronların yörüngelerinden çıkmasını sağlayacak kadar kuvvetli ise) “iyonik bağlar” oluşur. flor (f), oksijen (o) ve azot (n) atomları ile hidrojen (h) atomu arasında, bu atomların elektronegativite (elektron alma isteği, yatkınlığı) sebebiyle hidrojen bağı denen ve hayatın oluşmasında (daha doğrusu bu moleküllerin işlevsel olabilmelerinde) çok önemli rol oynayan bir bağ vardır. öte yandan van der waals bağları ise daha zayıf bağlardır ve basitçe, eksi yükler ile artı yükler arasındaki çekim ve eksi yükler ile eksi yükler veya artı yükler ile artı yükler arasındaki itim kuvvetlerinden doğmaktadırlar. geçici ya da kalıcı olabilecekleri gibi, güçlü bağlar değillerdir.

    bu kimyasal maddeler arasında oluşan bağların kimini koparmak son derece kolayken, kimini koparmak için oldukça fazla enerjiye ihtiyaç duyulur. kimi birbiriyle çok hızlı ve kolay şekilde bağ kurar, kimi ise ne kadar zorlarsanız zorlayın birbirine bağlanmaz. bunlar da, tamamen elementlerin kimyasal ve elektronik yapılarından kaynaklanır. işte bu sebeple, bazı kimyasal bileşikler çok kararlı yapıdayken, bazıları oldukça dengesizdir ve kolayca parçalanabilir. benzer şekilde, dev bir molekülün bir kısmı belli kimyasal tepkimelere açıkken, bir kısmı bir diğer tipe açık olabilir, bir kısmı ise son derece kararlı olduğundan tepkimeye hiç girmeyebilir. işte bu sebeple, oluşabilecek moleküllerin ve bu moleküller arası ilişkilerin sayısının bir sınırı yoktur; sonsuz sayıda olasılık düşünmek mümkündür.

    burada sorun, çoğunlukla büyük moleküllerin oluşabilmesi için gereken tepkimelerin "aktivasyon enerjisi"nin çok yüksek olmasıdır. yani yapıtaşları bir arada bulunsalar bile, kendiliğinden birbirlerine bağlanabilmeleri olanaksıza yakındır ya da en azından çok düşük bir ihtimaldir. ancak belli ki canlılığın başlangıcında bu olabilmiştir. peki nasıl?

    daha sonra ayrıntısıyla açıklayacağımız üzere, canlılığın başladığı dönemlerde, 600 milyon yıllık bir süreçte dünya'nın atmosferik ve çevresel koşulları bugünkünden oldukça farklıydı. her şey çok daha kaotikti ve ısı, ışık, radyasyon gibi etmenler bugünkünden çok daha şiddetli ve farklı etkiyordu. henüz ozon tabakası bile tam olarak oluşmamıştı - ki bir miktar delindiğinde iklimin nasıl değiştiğini görebiliyoruz. işte bu durum, kimyasal tepkimelerin doğasını da değiştirmekteydi. bunun gerçekliğini miller-urey deneyi ile gözleyebildik. normalde yapıtaşları ve gereken atomlar ile moleküller bir arada bulunsa belki de asla oluşmayacak olan aminoasitler, şekerler ve diğer moleküller, ilkin dünya koşullarında çok daha hızlı bir şekilde oluşabilmektedirler. örneğin miller-urey deneyi sayesinde 1-2 hafta gibi kısa sürelerde, bu "hayat molekülleri"nin ilkin basamaklarının oluşabildiğini, proteinleri oluşturan aminoasitlerin büyük bir kısmının kendiliğinden oluşabildiğini gördük. bu, bilimin açıklayıcı gücü adına büyük bir zaferdir.

    ilk başta bu tepkimelerin nasıl hızlandığına, yeri gelince zaten bu yazı dizisi içerisinde değineceğiz; ancak günümüze bakacak olursak, bu tekimeler oldukça kolay bir şekilde gerçekleşmektedir; hem de dünya koşulları tamamen değişmesine rağmen. bu nasıl olmaktadır? günümüzde, çoğunukla protein yapılı olan (ancak kritik bir şekilde, belli tipleri nükleotit yapılı olan; buna daha sonra geleceğiz), enzim isimli kimyasallar bulunmaktadır. bu kimyasallar da diğer moleküller gibi son derece sıradandırlar ve proteinlerin değindiğimiz yapılarına tamamen benzemektedirler. ancak bir özellikleri, onları değerli kılmaktadır: enzimler, ortamda bulunan ve kendileriyle ve birbirleriyle uygun olan moleküllerin kendi aralarındaki tepkimelerini hızlandırırlar. kimi enzim bu tepkimeleri 5 kat, 10 kat, milyon kat, milyar kat hızlandırabilmektedir. dolayısıyla başlangıçta 600 milyon yıllık bir deneme-yanılma ve bekleme süresi sonucunda oluşacak enzimler, bir defa "uzun bekleme" sonucu oluşabildikten sonra, kolaylıkla diğer tepkimeleri hızlandırabileceklerdir ve canlılığın gelişimi eksponansiyel olarak (katlı bir şekilde hızlanarak) artabilecektir. ki canlılığın oluşumu sırasında gördüğümüz durum da budur, buna yine bu yazı dizimiz içerisinde döneceğiz.

    bir molekülün "göreve" sahip olması ne demektir?

    bu moleküller, sonraki yazılarımızda inceleyeceğimiz üzere bazı sözde “görevlere” sahiptirler. aslında, hiçbir molekülün, hiçbir “görevi” yoktur. onlar, fiziksel yasalar dahilinde hareket ederler, değişirler, gelişirler, vs. ancak bunu sağlayan bir bilinçleri ya da amaçları yoktur. yine de bunların "rastlantısal gibi gözüken" bu hareketleri, bizi "canlı" yapar. daha doğrusu bizlerin böyle isimlendirme yapmamıza sebep olur, peki ama neden? aslında cevap, bu sorunun içerisinde gizlidir.

    doğaya, olaylara ve olgulara bakarız ve bu sırada beynimizdeki moleküller çeşitli tepkimelere girerler ve bunun total sonucuna “düşünme” deriz. baktığımız sistem, bazı kimyasalların, bazı diğer kimyasallarla parçalanması ile ilgiliyse ona “sindirim” deriz. bunda görev alan moleküllerden oluşan hücrelere “sindirim hücreleri” deriz. halbuki onlar “sindirme göreviyle” donanmış askerler değillerdir. onlar, sadece fiziksel ve kimyasal yasaların gereksinimlerini yerine getiren bilinçsiz atomlar ve atomlardan oluşan moleküllerdir. ancak bunların bütünü bizi var ettiği için, biz bunları algılarız, algıladığımızı sanarız. halbuki “algılama” dediğimiz bile sadece kimyasal bir etkileşimdir ve tamamen atomlar ve moleküller aracılığıyla olur. bunlara daha başka yazılarımızda zaten değineceğiz.

    ancak burada bilmemiz gereken, moleküllerin görevleri olduğu yanılgısını biz yaratırız; aslında hiçbir molekül bir "görev" yerine getirmez; sadece, fizik ve kimya yasaları etkisi altında yapmak zorunda olduğu olayı yapar: kimyasal tepkimeye girer, itilir, çekilir, parçalanır, birleşir ve benzeri. bunlar, bir molekülün görevi değildir. bir atomlar yığını olarak, zaten başka yapabileceği bir şey yoktur. ancak bir molekül yığınına, dışarıdan müdahale ile belli atomları ve molekülleri eklerseniz (ya da yapısından çıkarırsanız), yaptığı "iş"in tamamen değiştiğini göreceksiniz. çünkü bu ekleme-çıkarma işi, onun kimyasını ve fiziğini değiştirmiş; bu da üzerindeki yasaların farklı işlemesine sebep olmuştur. dolayısıyla kimyasalların "görev"ini onların yapısı belirler. ve bu yapı, doğaüstü bir güç tarafından, bilim dışı bir şekilde değil; yukarıda açıkladığımız şekillerde temel fizik ve kimya yasalarının etkisi altında belirlenmektedir; değişime açıktır ve sürekli olarak değişmektedir de.

    kısacası, tüm bu olaylara sebep olanlar, canlıları "canlı", cansızları "cansız" kılanlar fizik ve kimya yasalarıdır. bu yasaları da evren'in var oluş biçimi belirler. belki başka bir evren oluşsaydı bu yasalar oluşmayabilirdi. o zaman da "o evren"in yasaları dahilinde bazı varlıklar gelişecekti veya belki de"o evrenler"de, bizim kendi evrenimiz içerisinde kullanabildiğimiz sıfatlarla tanımlayamayacağımız kadar farklı "varlıklar" gelişecekti. belki "canlı" kavramı "o evren"de geçerli olmamakla birlikte, belki de hiçbir şey en başından var olamayacaktı. bu tamamen evreni başlatan patlama ve bu başlangıçtan doğan parametreler ile ilgilidir. bunlar, alanımızın çok dışında olduğu için şu anda girmeyeceğimiz; ancak canlılığa bakış açımızı kökeninden değiştirebilecek önemli fizik gerçekleridir.

    evrim ağacı
  • (bkz: #26876956)
    (bkz: #26877133)

    nükleotitler, genler, dna, kromozom ve diğer genetik yapıların özellikleri ve işleyişi

    atom, bir maddeyi meydana getiren nano-boyuttaki temel parçacıkların adıdır. temel olarak, periyodik cetvelde element olarak gösterilen bağımsız madde parçacıklarının her biri olarak düşünülebilir. her bir elementten evren'de bildiğimiz hiçbir sayıyla kıyaslayamayacağımız fazlalıkta atom bulunmaktadır. sadece dünya'da bile akıl almaz sayıda atom bulunmaktadır. basitçe şöyle düşünelim: insan vücudunda trilyonlarca hücre bulunur. her bir hücrenin içerisinde yüzbinlerce organel ve yapı bulunur. her bir organel ve yapı, trilyonlarca kimyasalın birleşiminden oluşur. ve her bir kimyasal çoğunlukla milyarlarca, trilyonlarca atomdan oluşur. dünya'da 7 milyara yakın insan bulunur. ve insanlar, sadece dünya üzerinde bilinen biyokütlenin çok çok küçük bir kısmına sahiptirler. örneğin sadece ekili bitkilerin biyokütlesi, insanlardan 20 kat fazladır. sadece evcil hayvanların biyokütlesi insanların 7 katıdır. sayıları birbiriyle çarpıp toplayınca elde edebileceğiniz değerlerin devasalığını düşünmeyi size bırakıyoruz.

    veya evrende bulunan atom sayısı, her zaman fizikçileri cezbetmiştir. yapılan hesaplamalar, sadece gözlenebilen evren içerisindeki atom sayısının 4x10 üzeri 79 ila 4x10 üzeri 81 arasında olduğunu düşündürmektedir. fiziksel olarak yapılan hesaplamaların gösterdiği üzere, gerçek evrenin gerçek büyüklüğünün, gözlenebilir evren'in büyüklüğünden 10 üzeri 23 kat fazla olduğunu belirtmek isteriz. unutmayın ki 10 üzeri 23, 1'in yanına 23 tane sıfır koymak, 10 üzeri 81 ise 1'in yanına 81 tane sıfır koymak demektir. "katrilyon" sayısının 1'in yanına 12 sıfır koyarak oluştuğunu söylersek, bahsettiğimiz sayıların ne denli büyük olduğu anlaşılabilecektir.

    tüm bunları anlatma sebebimiz, evren içerisindeki, hatta sadece dünya içerisindeki atomların inanılmaz sayısıdır. bu sayıdaki atomun sürekli etkileşimi düşünüldüğünde, birçok bileşiğin yeteri kadar zaman verildiğinde kendiliğinden ve envai çeşitte oluşabileceğini düşünmek son derece kolay ve mantıklıdır. ancak insanların çoğu hayata dümdüz baktıkları için, bu sayıların anlamlarını kendi istedikleri gibi çarpıtmaya meyillidirler. sonuç olarak biliniz ki atomların sayısı, birçok kimyasalın oluşabileceği kadar fazladır. tabii bu oluşumda yıldız patlamaları ya da yüksek radyasyon gibi hızlandırıcı unsurların da etkisi unutulmamalıdır.

    her bir atomun, kendine has fiziksel ve kimyasal özellikleri vardır. bu özellikler doğrultusunda normalde kimya dahilinde aynı elementlere ait atomların bir araya gelerek oluşturdukları daha büyük parçalara molekül denmektedir. eğer farklı elementlere ait atomlar bir araya gelerek daha büyük bir yapı oluşturuyorlarsa buna kimya'da bileşik denir. ne var ki biz bu detaylara girmemek adına, "bileşik" ile "molekül" sözcüklerini eş anlamlı olarak kullanacağız ve hepsine birden "molekül" diyeceğiz. fakat yine de siz ikisi arasındaki farkı aklınızda tutunuz.

    ayrıca tüm bu atom ve molekül açıkalmalarını yapmamızın bir diğer sebebi, daha önce de net bir şekilde açıkladığımız üzere, "canlılığın" "cansızlıktan" başlaması oldukça anlaşılır ve mantıklı olduğunu görebilmenizdir. çünkü aralarında bir fark zaten en başından, atomik düzeyden itibaren bulunmamaktadır. her varlık, daha önce açıkladığımız kimyasal evrim etkisi altında farklı yönlere doğru değişerek, farklı özellikler kazanabilmektedirler. bu özelliklerin bir kısmı belirli moleküllere yapılara özelken, bazı özellikleri tüm moleküller paylaşmaktadırlar. örneğin karbon, yüksek basınç altında dünya'nın en sert malzemesi olan elmasa dönüşür. bunu hangi canlı, varlığını koruyarak yapabilir? hiçbiri. peki neden canlılık bu kadar göz önünde, ön plandayken, karbon elementi bu özelliğinden ötürü el üstünde tutulmamaktadır? hangisinin daha "önemli" olduğuna nasıl karar vereceğiz? işte, aslında hiçbiri önemli değildir. önem sırası, insanlar tarafından rastgele belirlenir ve esasında doğa açısından geçersizdir. kategorizasyonu insanlar yaptığı için, kendilerini ve kendilerine benzer olan varlık gruplarını el üstünde tutarlar, diğerlerini ise yüzyıllardır göz ardı ederler. bu sebeple, çok eksi yıllarda yapılan "canlılık sınıflandırmaları" hep cansızları canlıların alt basamaklarına itmiştir. halbuki doğada böyle bir hiyerarşi yoktur!

    işte canlılık ile cansızlık arasında bir fark olmadığını anlayabilen biri, geri kalan pek çok şeyi kolaylıkla kavrayabilecektir. bunların başında da, canlıları "canlı" yapan moleküller, bunların yapıları ve görevleri gelmektedir. dediğimiz gibi canlıları ayırt eden en önemli özellik, hayatta kalmak ve üremek amacıyla organizasyonları dahilinde aktivite gerçekleştirebilmeleridir. üreme, basitçe organizasyonun sayıca çoğalabilmesi ve kendilerindeki bilgiyi yavrularına aktarabilmesi olarak tanımlanır. işte tüm bu organizasyon içi aktiviteler ve üremenin aşamaları, genetik materyal olan nükleotitler ve bunların oluşturduğu daha büyük kimyasallarla düzenlenmekte ve kontrol edilmektedir.

    bu olay, insanı var olduğundan beri etkilemektedir ve birikerek günümüze gelen bu "büyüleyicilik", günümüz insanlarının genetik materyallere ve genel olarak hücreleri meydana getiren kimyasal moleküllere olduğundan fazla anlam yüklemesine sebep olmaktadır. kişiler dna'nın "mükemmel" bir molekül olduğunu sanmakta, dna tarafından üretilen enzimlerin "ulaşılamaz" bir iş yaptıklarını düşünmekte, hücrenin içinin "gerçek olamayacak kadar karmaşık" olduğunu iddia etmektedirler. bunlar, bir yere kadar doğru olsa da, bilimsel olarak açıklanamayacak kadar "mükemmel", "ulaşılamaz" ya da "karmaşık" olan hiçbir yapıya doğada rastlanmaz. zaten bilim, doğayı anlama sanatıdır ve doğada izah edilemeyecek bir şey bulmayı beklemek anlamsızdır.

    şimdi, başlıkta da belirttiğimiz molekülleri tanıtmaya ve incelemeye başlayalım, böylece ne demek istediğimizi kolaylıkla anlayacaksınız. madem dna'ya değindik, öncelikle herkesin popüler olarak bildiği bu kimyasal madde ile tanışalım:

    dna dediğimiz moleküller zincirinin uzun adı; deoksiribo nükleik asit’tir. kimya konusunda bilgisiz olan biri ilk bakışta anlayamayabilecek olsa da ve bu ismin çok gizemli ve özel bir anlama geldiğini sanacak olsa da, dna son derece sıradan, kimyasal bir moleküldür. kimya bilimi dahilinde bütün moleküller bu şekilde uzun, tanımlayıcı ve bir miktar da "artistik" sayılabilecek isimler alırlar. örneğin sıradan bir kimyasal olan bir diğer maddenin adını verelim: trifluoromethanesulfonate. hele ki eğer dna'nın adını karmaşık buluyorsanız, bir de her gün yudumladığınız kahvenizin içerisinde bulunan "kafein"in kimyasal adını deneyin: 3,7-dihydro-1,3,7-trimethyl-1h-purine-2,6-dione!

    yani dna, ne özel bir isimdir, ne de özel bir artısı vardır. dna’yı belki de "özel" kılan tek şey, her kimyasal maddenin kendine ait bir özelliği olduğu gibi, dna’nın da kendine ait bir özelliği olması ve bu özelliğin, bizim ilgimizi çeken bir şekilde, kalıtım alanında "görev alması"dır (bir önceki yazımızdaki "görev" tanımını hatırlayınız). yani örneğin gözlerinizin ıslak kalmasını sağlayan gözyaşınızın da kimyasal bir formülü bulunur. tek fark, gözyaşınızın gözlerinizi korumak ve duygularınızı belli etmek gibi görevleri varken, dna’nın bir sonraki kuşağa aktaracağınız bilgileri taşıma görevi olmasıdır. dna’yı spot ışıklarının karşısına koyan bu kalıtımsal özelliğidir; ne daha azı, ne daha fazlası. aslında düşünüldüğünde, bunun da "özel" olmadığı görülecektir. çünkü zaten "kalıtım" dediğimiz olay da, biyokimyasal bir tepkime sonucunda, bir molekülün kendisini eşlemesi ve çoğalması demektir. bunun da herhangi bir özel yanı bulunmamaktadır.

    aşağıda, temsili ve en sık karşılaşabileceğiniz dna çizimini görüyoruz. gördüğünüz gibi dna, ikili bir sarmaldan oluşur. yani iki farklı doğru, birbiri etrafında kıvrılarak heliks bir yapıya bürünür:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…7808440_n.jpg

    bu yapı, tamamen fizik ve kimya yasaları etkisi altında bu şekilde olmaktadır. nasıl ki, daha önce de kısaca değindiğimiz gibi yağlar, su içerisinde mecburen küresel bir yapı oluşturuyorlarsa, bu yapıdaki kimyasal da mecburen heliks (sarmal) yapısı oluşturmaktadır. dolayısıyla şekil açısından da dna'nın diğer moleküllerden bir farkı yoktur.

    bu çizim her ne kadar genel yapı hakkında bilgi verse de ve bu şekilde çizilmesi çizerler için oldukça kolay olsa da, molekülleri sanki özel ya da başka varlıklardan farklıymış gibi göstermesinden ötürü, biz bu "kapalı çizim" yöntemini tercih etmiyoruz. bir aşağıdaki resmi incelerseniz, farkı anlayacaksınız. aşağıdaki çizimde, dna’nın gerçek yapısı görülmektedir. dna da, evren içerisindeki diğer bütün varlıklar gibi, yalnızca ve yalnızca sıradan atomlardan ve bunların farklı kombinasyonları olan moleküllerden oluşur. bu atomlar temel olarak karbon (c), hidrojen (h), azot (n), fosfat (p), oksijen (o) ve benzeridir ve her bir atom, aşağıda farklı renklerle gösterilmişlerdir:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…6971182_n.jpg

    görüyorsunuz… dna, sadece arka arkaya, birbirlerine zayıf veya kuvvetli kimyasal bağlar ile bağlanmış atomlardan ibarettir.

    peki dna, en küçük kalıtsal yapıtaşımız mıdır? elbette hayır, dna zinciri de daha küçük parçalara bölünebilir. bu daha küçük parçalara “nükleotit” denir (ki nükleotitler, daha önce de söylediğimiz gibi "hayat molekülleri" arasında yer alır) ve bu moleküller, dna sarmalını bir merdivene benzetecek olursak, merdivenin basamaklarını oluşturur. nükleotitler, kalıtım bilimi için oldukça önemlidirler. çünkü temel olarak, bilgiyi "taşıyan" parçalar nükleotitlerdir. nükleotitlerin farklı dizilimi, farklı anlamlar ifade eder. dolayısıyla nükleotitleri, eğitim hayatımızda da ezberlettikleri gibi "harfler" olarak düşünebiliriz. bu harfler, farklı şekillerde dizilerek, farklı kelimeler, farklı anlamlar ifade ederler.

    tıpkı bizim günümüzde kullandığımız son derece kompleks bilgisayar yazılım dilleri gibi, genetik olarak hücrelerimiz de bir şifreleme kullanırlar. bu şifreleme dilindeki harf sayısı, günümüz modern dillerine göre çok çok az olmakla birlikte, bu az sayıda harfin kodlayabileceği komut sayısı sınırsızdır.

    bunu bilgisayar üzerinden örnek vererek anlatabiliriz: bilgisayar programcıları, bilgisayarları programlamak için c, c++, basic, vb. diller kullanırlar. bu diller, ingilizce’ye oldukça benzerler, çünkü bu programlama dillerini yazan programcılar tarafından, günlük konuşma diline oldukça yakın olacak şekilde ayarlanmışlardır. ilk bilgisayar yazılımları, kesinlikle böyle basit bir dil kullanmamaktaydı ve mühendisler tek tek "1" ve "0"ları kullanarak programlama yapmaktaydılar. sonrasında, "bilgisayarların evrimi" sırasında yeni programlar yazıldı. bu programlar, "programı programlamaya" yarıyordu. temel olarak yaptıkları şuydu: ingilizceye benzer kelimeleri kullanabileceğiniz bir arayüz sağlamak. programcı, bu arayüze kolay kelimeleri yazmaktadır; arka planda ise program bunu yine "1"ler ve "0"lara çevirip işlemciye gönderir.

    örneğin klavyede yazdığınız bir kelimenin ekranda çıkabilmesinin tek nedeni, bastığınız her bir tuşun bilgisayara elektriksel sinyal olarak bir “komut” göndermesi ve bilgisayarın monitörde bulunan küçük, ışık saçan led’lerden birini, uygun renkte yakmasından ibarettir. bilgisayar ekranını güçlü bir büyüteçle incelerseniz, ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. klavyenizden giden elektrik sinyalleri, öncelikle bilgisayarınızın işlemcisinde değerlendirilirler (içerisindeki kod dahilinde) ve işlemci, ekrana yapması gereken işi bildirir. tüm bunlar, programcıların işlemciye bahsettiğimiz dilleri kullanarak yazdıkları programların, yani "bilgisayarların genetik materyali" dahilinde olmaktadır.

    işte nükleotitlerin farklı dizilimleri sonucu oluşan "anlamlı bütünler" ise (bunlara "gen" diyeceğiz), farklı işlemleri yapmak için özelleşmiş kodlar gibidir. buna az sonra geleceğiz, öncelikle bir noktayı aydınlatalım:

    tabii ki bilgisayarlar, insanlar tarafından "tasarlanan" makinalar olduğu için, canlılığı betimlemekte kullanmak çok da doğru değildir. zira canlılık, insan zekası tarafından son 50-60 yılda var edilen bilgisayarın aksine, yaklaşık 600 milyon yıl boyunca, akıl almaz sayıda denemeler sonucunda, adım adım evrimleşerek, elenerek, seçilerek oluşmuştur. "hurdalıktaki boeing" benzetmesine ya da "işte, bilgisayarın da bir yaratıcısı var, canlılığın da olmalı!" iddiasına bir diğer yazımızda zaten değineceğiz, o yüzden aklınızdan geçiyorsa bir miktar sabretmenizi rica edeceğiz. zaten bu yazımızda da bunlara az sonra, kısaca değineceğiz.

    bilgisayarda olduğuna benzer bir şekilde, canlılar da da 4 harften oluşan bir dil kullanır ve her bir harf, bir nükleotit tipini temsil eder. bu harfler, “a” (adenin), “t” (timin), “c” (sitozin) ve “g” (guanin)'dir. elbette ki aslında gerçekte hiçbir kimyasal üzerinde böyle harfler bulunmamaktadır. bu isimleri onlara biz, sonradan verdik. zira bu bahsedilen harfler, yalnızca kimyasal bazı yapılardır ve bir önceki yazıda açıkladığımız gibi, aslında önceden belirlenmiş bir "görev"leri bulunmaz.

    bilgisayar benzetmesinin kötü bir benzetme olmasının bir nedeni de şudur: canlılara "bilgisayar" olarak baktığınızda, bir grup mühendisin oturup tasarladıkları bir makina olarak düşünürsünüz ve bu sizi yanlış düşüncelere iter. çünkü bilgisayarları oluşturan parçalar canlılık özellikleri taşımazlar ve dolayısıyla canlıların etkilendiği unsurlardan aynı şekilde etkilenmezler. ve çünkü bilgisayarlar biyolojik bir evrim geçirmemişler, mühendisler tarafından tasarlanmışlardır. bu açıklama bile tam olarak doğru değildir, çünkü evrim aslında her yerdedir: aslında "teknolojinin evrimi" olarak düşünüldüğünde, binlerce yıllık bir geçmiş sonucunda, minik adımlarla bugün "bilgisayar" dediğimiz makinalara ulaştığımızı görürsünüz. hiçbir ürün, basit adımlar atmadan, olduğu son şekliyle var olamaz. canlılık da bu şekildedir. canlılar, bu yazı dizimizde anlatacağımız başlangıçtan, milyarlarca yıllık seçilim ve değişim sonucunda günümüzdeki halini almışlardır.

    düşüncelerinize kulak verelim: "şimdi telleri, dirençleri, transistörleri koysak, milyarlarca yılda bir bilgisayar oluşabilir mi?" diye soracaksınız. dediğimiz gibi, bunu diğer yazılarımızda ayrıntısıyla inceleyeceğiz. ancak unutmayınız ki, direnç, transistör vb. varlıklar bizim "canlı" dediğimiz organizmaların oluşmasını sağlayan kimyasal yapıya sahip değillerdir. dolayısıyla "üreyemezler" ve kendilerindeki bilgiyi yavrularına "aktaramazlar". bu bilgiyi aktarabilecekleri bir yapıları (yazımızın ana konusu olan "nükleotitleri") bulunmaz. bu sebeple daha sonra açıklayacağımız evrim mekanizmaları'nın hiçbiri işleyemez. işte tam olarak bu sebeple, evrim geçirmezler ve asla bir bilgisayar oluşturmazlar. ancak eğer ki bu şartları sağlayabilecek kimyasal yapıları olsaydı, üzerlerinde seçilim işleyecekti ve belki de, şu anda düşününce komik gelse de, hiç beklemediğiniz mekanizmalar üretebileceklerdi. ancak cansızları kullanarak, canlılığı betimlemek, cansızların tanımsal olarak "canlılık" özelliklerini taşımadıkları için doğru değildir. eğer yukarıdaki açıklamalarımız doğrultusunda canlılık ve cansızlık doğru tanımlanırsa, düzgün betimlemelere ulaşmak daha mümkün olacaktır.

    buradan anlaşılması gereken şudur: evrim'i ve canlılığın başlangıcını anlayabilmemiz için, belli bir grup kimyasal ve fiziksel özelliklere sahip molekül gruplarından bahsetmemiz gerekir. aklımıza gelen her atom, molekül ya da yapı, canlılık ile paralellik göstermeyecektir. yoksa tek tip değil, binlerce farklı tipte canlı olurdu, her birinin "canlılık" özellikleri farklı olurdu. ancak var olmuş, var olan ve var olacak her canlının ortak bir atası vardır ve o ata, var olan evren'imizin kuralları dahilinde, var olan dünya'mızın şartları çerçevesinde bizlerin yukarıda saydığımız "canlılık" özelliklerini kazanabilmiş ve aktarabilmişlerdir. her canlının dna'sı benzer yapıdadır, her canlının hücreleri üç aşağı beş yukarı birbirini andıracaktır (hatta her canlının genomu, belli bir miktar diğer herhangi bir canlıyla ortaktır, bu da ortak bir atadan geldiğimizi gösterir). ancak bizi ilgilendiren "canlılık molekülleri", yani canlılığı değerlendirmemiz için kullanabileceğimiz bileşikleri oluşturan moleküller; karbon (c), oksijen (o), hidrojen (h), nitrojen (n), fosfor (p), kükürt (s) ve birkaç diğer atomun farklı bileşimleriyle oluşan sayısız moleküldür. periyodik cetvelde önünüze gelen her atomla, canlılıktan bahsedemezsiniz.

    yani aklımızda şunu tutmamız gerekiyor: dünya üzerindeki cansızlık 4.5 milyar yıl önce dünya'nın oluşumuyla başlamıştır. günümüzdeki canlıların da, cansızların da yapısındaki her şey ama her şey, bu ilk başlangıçta (veya süreç içerisinde) dünya üzerine yerleşmiştir, bir kısmı da sonradan canlılara ya da cansızlara ait tepkimeler aracılığıyla üretilmiştir. bu varlıklardan bir grup, daha önce açıkladığımız ve gelecekteki yazılarımızda açıklayacağımız kimyasal bütünlüğünden oluştukları için, daha doğrusu maddeler bu şekilde birleştiği için bugün "canlılık" olarak tanımladığımız varlık grubuna evrimleşeceklerdir. bir kısmı ise, daha farklı yapıda oldukları için bugün bizim "canlılar" dediğimiz varlıkların özelliklerine sahip olamayacaklardır. burada bir "üstünlük"ten bahsetmek anlamsızdır. sadece iki farklı varlık grubundan bahsetmek gerekir. iki grup da tamamen benzer atom ve moleküllerden oluşmaktadır. sadece bu atom ve moleküllerin dizilimi, içerikleri ve son 4 milyar yılda geçirdikleri kimyasal evrim birbirinden farklıdır.

    tüm bu açıklamalardan sonra, şimdi tekrar konumuza dönelim: peki, dna'daki bilgileri taşıyan yapıtaşları, daha doğrusu "harfler" dediğimiz yapı taşları nelerdir?

    bu harfler, nükleotit denen dna’nın küçük parçalarının, bildiğimiz, kimyasal bir madde olan “baz” kısmında bulunan bir dizilimdir. bu dizilimde karbon, hidrojen, vb. atomlar bulunur. bu atomlar belirli bir şekilde dizilirse, ona adenin (a) deriz. başka bir şekilde dizilirse timin (t) deriz. başka bir şekilde dizilime guanin (g), bir diğerine ise sitozin (c, ing: cytosine) deriz. ancak biz onlara ne dersek diyelim, aslında bunlar sadece sıradan birer baz grubudur. birer kimyasaldır. ancak bu kimyasallar, bizim genetik yapımıza sahiptirler.

    aşağıda, bu kodlayıcı “harflerin” ya da kimyasal moleküllerin yapısını görebilirsiniz. görebileceğiniz üzere sadece sıradan atomların farklı dizilimleri sonucu bu moleküller oluşmaktadır:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…5540204_n.jpg

    ne kadar da birbirlerine benziyorlar değil mi? tek değişen, atomlarının dizilimi. ancak bu dizilimlerin farklı farklı olması, bu moleküllerin farklı kısımlarının aktif hale gelmesine ve farklı moleküllerle, farklı tepkimelere girebilmelerine sebep oluyor. bu farklı tepkimelerin toplamı da, bir varlığı "canlı" ya da "cansız" kılıyor. işte fark burada! ve anlaşılması gereken nokta da bu!

    devam edelim. nükleotitler, işte bu bazlarına göre isimlendirilirler. peki bir nükleotitin yapısı nedir? elbette ki, tıpkı evrendeki diğer tüm maddeler ve varlıklar gibi; atomlardan oluşan sıradan dizilimler. işte bir nükleotit dizilimi:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…7974509_n.jpg

    gördüğünüz gibi, nükleotit denen ve çocuğunuzun neye benzeyeceğine karar veren moleküller, son derece sıradan atom dizilimlerinden fazlası değil! bir fosfat (phosphate) grubu, bir şeker (sugar) grubu ve bir baz (base) grubu! daha fazlası yok.

    nükleotit dediğimiz molekül tipleri, sadece genetik materyalimiz ile sınırlı değil. örneğin size bir diğer nükleotit örneği verelim: adp. yani adenozin difosfat. bu da bir nükleotittir; ancak kimyasal evrim sırasındaki ardı arkası kesilmeyen seçilim sırasında, genetik materyali kodlayacak şekilde özelleşmemiştir. yani cansızlıktan, canlılığı evrimleştirecek olan yapılar içerisinde görevi bu olmamıştır. dolayısıyla günümüzde de bu yapı, herhangi bir genetik bilgi kodlamaz, enerji ile ilgili işlerde görev alır. ancak yapısal olarak oldukça benzerlerdir:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…2747316_n.jpg

    buradan anlaşılması gereken şudur: canlılık, bir "cansızlık çorbası" içerisinde, kimyasalların farklı şekillerde birbirlerine bağlanması, kırılması, birleşmesi, ayrılması sonucunda, 600 milyon yıl süren bir deneme-yanılma ve seçilim süreci sonucunda oluşmuştur. bu süre zarfında pek çok çeşit "canlı-benzeri bileşim" oluşmuş olabilir. ancak bunlardan sadece birkaçı dayanıklı olmuş ve seçilmiştir. işte günümüzdeki her canlının atası olan bu canlıların yapısındaki kimyasal özellikler, günümüzdeki her canlının hücrelerindeki kimyasal özellikleri temsil etmektedir. eğer onlar farklı şekilde hayatta kalabilseydi, günümüz canlı formlarının hücreleri de farklı yapıda olabilecekti. bunlara gelecek yazılarımızda zaten döneceğiz.

    bir diğer görselle devam edelim. nükleotitlerin kimyasal yapılarının basit çizimle gösterimi şu şekildedir:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…1191051_n.jpg

    işte nükleotitler, kimyasal özelliklerinden dolayı bağ kurmak zorunda oldukları diğer nükleotitler ile birleşirler ve bu birleşimin tümü, dna'yı oluşturur. dna sarmal (heliks) yapısının, bu nükleotitlerin de gösterilerek çizilen hali şu şekildedir:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…6818603_n.jpg

    bu dna sarmalının en altında dikdörtgene alınmış kısımda, fosfat-şeker-baz üçlüsünü ve dolayısıyla nükleotitleri görebilirsiniz.

    işte bu dna sarmalı, ökaryotlarda (zarla çevrili organelleri ve çekirdeği bulunan hücrelerde), upuzun bir şekilde hücrenin içerisindeki çekirdekte bulunur . prokaryot (zarla çevrili organelleri bulunmayan ve çekirdeksiz) hücrelerde ise hücrenin içerisinde, genellikle ortada, ancak çekirdek bulunmadığı için daha dağınık bir vaziyette bulunmaktadır. bu upuzun ve karmakarışık dna sarmalı yapısına “kromatin ipliği” ya da “kromatin ağı” denir. bunu da görelim:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…8654038_n.jpg

    yukarıdaki görsel son derece faydalıdır. en solda görülen spagetti tabağına benzeyen yapı, elbette ki bir tabak değildir, içindeki sarı yapı da spagetti değildir. bu sarı yapı, upuzun olan bir dna ağıdır. burada, milyarlarca dna bulunmaktadır. karmakarışık bir ağ şeklinde. mor renkli kap da, hücre çekirdeğidir. gösterilmemiş olsa da, hücre çekirdeği de, hücre sıvısının içerisinde bulunur.

    çıkarılan mavi oku takip ederseniz, dna heliks yapısına kadar geçişi görebilirsiniz. ancak en nihayetinde, hatırlatmak gerekirse, olan tek şey, atomların dizilimidir.

    aslında, bu karmaşık ağın içerisinde belirli bir düzen vardır. bu düzen çok önemlidir, çünkü hücre bölünmesi sırasında genetik bilginin aktarımında bu özel birimler görev alırlar. bu özel birimlerin adı “kromozom”dur. kromozomlar, dna’nın histon proteinleri tarafından sarılarak yoğunlaşması sonucu oluşan genetik birimlerdir. kromozomlar da şu şekilde görülürler:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…8461899_n.jpg

    bu görsel de son derece açıklayıcıdır. görebileceğiniz üzere hücre çekirdeğinin içerisinde özelleşmiş olarak bulunan bu dna yapıları, kromozomlardır. kromozomlardan yola çıkarak bazlara kadar yapılan açılımı, yukarıdaki görseli takip ederek bulabilirsiniz.

    her canlıda, evrimsel süreçleri sırasında edinilmiş farklı sayıda kromozom bulunmaktadır. kromozomlar en büyük dna gruplarıdır. kromozomların toplamında bulunan, bir canlının tüm genetik bilgisine genom adı verilmektedir.

    kısaca nükleotitlerin depolanması işlemi içerisindeki farklı genetik birimlere, farklı isimler verilmektedir. bunlar, şimdilik bizim için çok da önem arz etmiyor; ancak biyoloji'yi anlamak için elbette kritik öneme sahiptirler.

    peki, genler bu adım adım karmaşıklaşan yapının neresindedirler?

    genler, nükleotit dizilimlerinin anlam kazandığı bölgelerdir. burada anlam kazanmaktan kasıt, yine bilim-dışı ya da doğaüstü bir "anlam" değildir. canlıların, "canlılık özelliklerini" sürdürebilmeleri için üretmek zorunda oldukları çeşitli kimyasallar vardır (aslında dediğimiz gibi, bu kimyasalların varlığının toplamına "canlılık" denir). genler, bu kimyasalların salgılanma sırasını, biçimini, vb. özelliklerini etkiler ve bu bilgileri depolar. bu da son derece mantıklıdır: ilk canlılar evrimleşmeye başladıktan sonra, bu canlılığı sürdürebilecek kimyasal sentez işlemlerini, bunların sırasını, biçimini ve şeklini saklayan bir diğer molekül biriminin, yani genlerin bulunması, canlılara avantaj sağlayacaktır. kısaca bir kere genler oluştuktan sonra, canlılık kolayca sürdürülebilecetir. “gen” denen yapı, aslında dna’nın sadece belirli bir bölgesidir:

    https://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/…3307584_n.jpg

    görebileceğiniz üzere genler, dna sarmalının belirli kısımlarıdır. bu kısımlar, anlamlı ifadeler halindedirler ve hücre tarafından gerektiğinde algılanır ve kullanılırlar.

    bilgisayar benzetimimize dönecek olursak, bilgisayarların da 1'ler ve 0'lar ile “konuştuğunu” söylemiştik. ancak bu 1'ler ve 0'lar tek başlarına hiçbir anlam ifade etmezler. hatta çoğu zaman, bunların uzun dizilimleri de anlam ifade etmeyebilir. ancak bunların belirli uzunluktaki dizilimleri, anlamlı bir hal alırlar. örnek verecek olursak, bir bilgisayar için 11101010 gibi bir dizilim anlam ifade etmeyebilir. ancak aynı dizilimi içerisinde barındıran fakat biraz daha uzun bir hali, 1110101000011101 dizilimi, anlamlı olabilecektir, örneğin bu bilgi, klavyeden gelen bir komut sonucu ekranda “a” harfinin çıkmasını sağlayabilir. bunu bilgisayalarda, 8-bitlik sistem (az önceki uzun sayıların her bir basamağı 1 bittir), 16-bitlik sistem, 32-bitlik sistem, 64-bitlik sistem, vs. şeklinde isimlendiririz. yani anlam bütünleri, 8'er, 16'şar, 32'şer ya da 64'er kümeler halinde okunmaktadır. örneğin az önce verdiğimiz kısa sayı 8 bitlik bir sayıdır, uzun sayı ise 16 bitlik bir sayıdır. eğer kullanılan bilgisayar veriyi 16 bit olarak okumaktaysa, 8 bitlik bir sayı anlam ifade etmeyebilecektir (ilki anlamsız olabilecektir). ancak ikinci sayı, o bilgisayar için bir anlam ifade edebilir. benzer şekilde, 8 bitlik verileri okumak üzerine özelleşmiş bir bilgisayar için bu iki sayı da anlamlıdır. ilk sayıyı okuyup bir işlemi yapan bu 8 bitlik bilgisayar, ikinci sayıyı okuduğunda önce ilk 8'liyi okuyarak bir öncekiyle aynı işi yapar, sonra ikinci 8'liği okuyarak bir diğer iş yapar. kısaca bilgisayarların kendi birimleri içerisinde ve insanlarla anlaşması bu şekilde olmaktadır.

    nükleotitler için de aynı durum geçerlidir. ancak bidliğimiz bütün canlılarda, istisnasız 3-bitlik okuma sistemi bulunmaktadır (bilgisayarlardaki gibi 8 bit, 16 bit, 32 bit gibi farklı tipleri yoktur). örneğin, tek başına at şeklindekli bir kodun hiçbir anlamı yoktur. ancak kod, atg olduğunda bir anlam ifade edebilmektedir. bu "anlam", "atg" diziliminin karşılık geldiği bir aminoasidin üretilmesidir (tıpkı bilgisayarlarda, klavyeden gelen bilginin ekrana aktarılması gibi). ancak yine de, üretilen bu tek aminoasidin hiçbir işlevi olmayabilir (benzer şekilde, yukarıdaki 8-bit okuyan bilgisayarın yapabildiği iki işlemin teker teker bir anlam ifade etmeyip, ikisi bir arada olduğunda bir anlam ifade etmesi gibi). benzer şekilde, atgttc şeklindeki bir dizilim de iki aminoasit üretmekle birlikte ("atg" ve "ttc" kodlarına karşılık gelenler) halen anlamsız olabilir. ancak ne zaman ki atgttcgtaacgtac gibi bir dizilime ulaşılır, o zaman bu kodun ürettiği aminoasitlerin birleşiminden oluşan protein, belirli bir işleve sahip olabilir ve bu “kelime”, hücre için “bölünmeye başla” komutu anlamına gelebilecektir. elbette bu kodları şu anda açıklamak amacıyla uydurmaktayız, ancak temel olarak konunun özünü vereceğini düşünüyoruz.

    dediğimiz gibi canlılar genetiğinde istisnasız her canlıda "3-bitlik sistem" vardır (ve bu da ortak bir atadan geldiğimize işaret eder) ve her 3 nükleotit (örneğin gca) bir aminoasidi kodlar. bu 3'lü kod sonucunda bir aminoasit üretilir ve bunların birleşimi proteinleri, bunlar enzimleri, enzimler de bizi "canlı" yapan reaksiyonları üretirler veya üretilmesini sağlarlar. tek bir aminosit, yukarıda izah ettiğimiz gibi tek başına belli bir anlam taşımayabilir. ancak aminoasitlerin farklı bileşimleri sayesinde, pek çok işi yapan, sonsuz sayıda protein üretilebilir. işte bu işi sağlayan, genetik açıdan anlamlı ifadelere de “gen” diyoruz.

    genler, sizin boyunuzdan saç renginize, vücudunuzun kıllılığından göz renginize, geçirebileceğiniz hastalıklardan kalıtsal olarak taşıyacağınız hastalıklara kadar her şeyi kod olarak saklarlar. bu kodlar, anlattığımız gibi a, t, c ve g harflerinin belirli dizilimleriyle saklanırlar. bu dizilimlerin "nasıl" olacakları ise, milyarlarca yıldır süren evrimle belirlenmekte ve değişmektedir. yani canlılık, bir başlangıçtan başladıktan sonra, farklı yönlere doğru bizim evrim ağacı olarak isimlendirdiğimiz yapıda türleşirken, her canlının barındırdığı genetik dizilim, çevre şartlarının etkisi altında adım adım değişmiştir. bu değişimler, hücreler içerisinde salgılanan kimyasalların yapısında, miktarında ve çeşidinde farklılıklara sebep olmuştur. bu farklılıklar da, hücrelerin kendilerinin farklı özellikler edinmesine sebep olmaktadır. işte bu farklı özelliklere sahip olanlar arasında, çevreye en uygun olanlar varlıklarını sürdürmeye devam edebilirler; böylece kendilerine bu farklı özellikleri veren genleri ürerken yavrularına aktarabilirler. işte bu şekilde, adım adım bir genetik birikimle türler farklılaşır ve değişirler.

    ki biz de buna evrim diyoruz.

    evrim ağacı
  • #26531133

    tabii ki türlerin nasıl ortaya çıktığını açıklayan evrim teorisinin hayatın başlangıcını açıkladığını iddia etmedim. ancak söylediğim şey evrim teorisine çok da yabancı değildi sanırım. nitekim bu yazdığımın benzerini ve daha esaslısını cosmos adlı kitabında carl sagan da dile getirmiş. az önce okuyunca farkettim ve de sevindim;

    ''hayatın kökeni ve evrimiyle yıldızların kökeni ve evrimi arasında içli dışlı bir ilişki söz konusudur. birincisi: yapımızdaki asıl maddeler olan, hayatı mümkün kılan atomlar çok uzun zaman önce ve çok uzaklardaki kırmızı dev yıldızlarda imal edilmiştir. kozmos'da rastlanan kimyasal element bolluğuyla yıldızlarda imal edilen atomların bolluğu, kırmızı devler ve süpernovaların, madde dökümünün yapıldığı mutfaklar ve potalar oldukları konusunda fazla kuşkuya yer vermiyor. güneş ikinci ya da üçüncü nesil yıldızlardandır. güneş'teki maddenin tümü, çevrenizde gördüğünüz tüm maddeler, yıldızlardaki simya mutfağının birinci ya da ikinci evresiden geçmiş şeylerdir. ikincisi: yerküremizde bazı ağır atom türlerinin bulunuşu, güneş sisteminin oluşmasından kısa zaman önce yakınlarda bir süpernova patlamasına işarettir. ama bunu bir rastlantı sayma olasılığı yoktur; büyük bir olasılıkla süpernova patlamasının neden olduğu basınç dalgası, yıldızlararası gaz ve tozu sıkıştırmış ve güneş sisteminin yoğunlaşmasına neden olmuştur. üçüncüsü: güneş varlığını kazanınca, morötesi ışınları yerküre atmosferine yayılmış, sıcaklığı şimşek çakmasına yol açmış ve bu enerji kaynakları hayatın başlamasını sağlayan karmaşık organik molekülleri kıvılcımlamıştır. dördüncüsü: yeryüzünde yaşam hemen hemen tümden güneş ışığına dayanmaktadır. bitkiler fotonları toplayıp güneş enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürüyorlar. hayvanlar bitkilerin asalakları olarak yaşam sürdürüyorlar. çiftçilik dediğimiz şey, bitkiler aracılığıyla güneş ışığı hasadından ibarettir. hepimiz, hemen hepmiz, güneş enerjisiyle yaşamımızı sürdürüyoruz. bir de şunu söyleyebiliriz: mutasyon dediğimiz kalıtsal değişimler, evrimin hammadesini oluşturur. doğanın yeni hayat şekilleri envanterini düzenlemek için başvurduğu seçimler olan mutasyonlar, kısmen kozmik ışınlar tarafından kıvılcımlanır. kozmik ışınlar, süpernova patlamaları sırasında hemen hemen ışık hızına eşit bir hızla salıverilen yüksek enerjili zerreciklerdir. yeryüzünde hayatın evrimini, kısmen de olsa uzaklardaki dev güneşlerin hayret verici ölümleri düzenler.'' (huff! copy-paste değil alın teri)

    bunlarla birlikte evrendeki maddelerden evrildiğimizi, oluştuğumuzu söylemenin de çok yeni bir şey olmadığını hepimiz biliyoruz. yani ortaya yeni bir şeylerle çıkmak gibi bir iddiam yok, sadece olayı, artık bunaltan ''evrim vardır/yoktur'' dan farklı ve daha az sıkıcı bir boyutta incelemek istedim. olur da bir çocuk okur buraları da, bunların yanında astronomiye, evrene de ilgi duyar biraz.
hesabın var mı? giriş yap