• nihan kaya'nın "uçlarını edebiyat, psikoloji ve cinsiyetin çektiği köşeler arasında türk ve batı edebiyatının temel eserlerini, roman, öykü, piyes gibi çeşitli edebiyat dallarını, erkekler üzerine yazan kadın yazarları ve kadınlar üzerine yazan erkek yazarları, freud, jung, lacan, klein, bion, winnicott, rollo may, paul tillich gibi psikanalistleri ve analitik psikoloji uzmanlarını bünyesinde buluşturup harmanlayan" son kitabı. daha birkaç günlük, bebek kitap. şiddet içermeksizin, şiddetle tavsiye olunur.

    http://www.kitapyurdu.com/…590184&fb_source=message
  • romanlarında, bilhassa disparöni’de, yatay (yeryüzünde olan, gündelik, sıradan, derin olmayan; yani toprağın yüzeyinde) hayat ile dikey (yerin altında, geçmiş ile geniş zamanın harmanlandığı, adeta zaman kavramı içermeyen, insanı boğacak kadar derinde olan; yani toprağında altında olan) hayatın kesişmesinden doğan bir kurgu sunuyor nihan kaya okurlarına. kendisi bu kesişimi düşüş olarak adlandırsa da, ben bu olayın ancak büyük bir depremle, toprağın alt ve üst katmanlarının birbirine karışması şeklinde gerçekleşebileceğine inanmayı tercih ediyorum. kitabın başlıklarından kısaca bahsedersek, kitap katherine mansfield’in “bebek evi” adlı öyküsüyle başlıyor ve ardından yazarın psikanalitik çözümlemedeki ustalığını ispat eden bir yazıyla, öykünün psikodinamik bakış açısıyla ele alınışıyla, devam ediyor. öykünün çevirisi nihan kaya’ya ait. öyküdeki yetişkin ve çocuk yaşamlarının çarpışmasından doğan çatışmaları ve toplumun, kendi kültürel narsisizminden kaynaklanan, kendisiyle ‘öteki’leştirdikleri arasındaki farkı ortaya koyarak yine kendi güvenliğini sağlamaya çalışmasını irdelediği bölümle karşılaşıyoruz. yazı, objelerin/subjelerin frued’un iceberginin su altındaki gizli, devasa kütlesine izdüşümlerini açığa çıkardığı yerlerde çarpıcılığını sergilemektedir. mansfield’ın yaşamını anlattığı kısımda ise yazarın hastalığın pençesinde, sebebi belirsiz öfkesiyle yazılarını nasıl beslediğine ve ruhsal iniş çıkışlarına tanık oluyor, ister istemez onun acıklı yaşam öyküsüne hüzünleniyoruz. frankenstein’ın psikanalitik eleştirisinin yapıldığı bölüm, mary shelley’nin yaşamına yapılan toplumsal –eril- müdahaleden yola çıkarak, asıl ‘canavar’ın kim olduğunu; yani asıl ‘canavar’lığın, yalıtılmış olanın insani düzende sıradan bir hayat sürmeyi arzu etmesinin mi, yoksa bu sıradan hayata (sembolik düzene) katlanamayan normal olanın gizli ve yasak olanı ifşa etme çabasının mı olduğunu, bize sorgulatır. “kızını kaybeden freud, neyini kaybeder?” başlığındaysa, psikanalist koltuğuna uzanmış freud’u buluveririz karşımızda; freud’un kendi yaşamının yine kendi yöntemleriyle açıklanışını okuruz. kuramıyla yaşadığı çağın değerlerine başkaldırmış bir entelektüelin, özel hayatında hiç de öyle modernist olmadığına, aile kurallarındaki gelenekselliğine ve tüm bunlar bir yana, nasıl da sevecen bir baba olduğuna tanık oluruz. yazarın, safa’nın ve uşaklıgil’in kadınlarını karşılaştırdığı bölüm, kısa ve öz; fakat, bize önceki bölümlerdeki okuma tadının bir benzerini sunamıyor*. nihan kaya, bizi adeta en kestirme yoldan, iki yazarın da romanlarındaki ana karakterlerin (erkeklerin) etrafında, sınıf farkı gözetmeksizin, ebedi acılar çekmeye mahkum kadınların bulunduğuna götürür. “heathcliff muazzez’i sevseydi” yazısında, karşılaştırmalı edebiyat doktorasını sürdüren yazar, emily bronte’nin ve sabahattin ali’nin, sırasıyla başyapıtları, uğultulu tepeler ve kuyucaklı yusuf arasındaki inanılmaz benzerliğe dikkatimizi çekiyor. okurla samimi ve bir o kadar da tatlı bir sohbet havasında başlayan “gömülü anlam*”da nihan kaya, insanın dış dünyaya açılan çift yönlü kapısının anahtarı olan dilin, ve onu meydana getiren seslerin, kelimelerin türlü kombinasyonlarda bağlantılarından doğan ‘anlamlı’ bütünün üzerinden, sam shephard’ın gömülü çocuk* oyununun karakterleri tarafından inşa edilmiş ürkütücü evrene ışık tutuyor. ve “görüntüler” ile bizi, bir an durup, nefes almayı, yemek yemeyi, ve hatta yaşamayı kesip hayatlarımızı sorgulamaya, başlangıçta “ben bu yalana kendi isteğimle kanıyorum” diyerek adım attığımız, her şeyin ‘mükemmel’ olduğu yalancıktan kulelerimizden aşağıya, gerçeklere, bakmaya itiyor. yazının her yerinden teoriler, kuramlar ve bilim adamlarının fırladığı gerçeğini de göz ardı edemiyoruz. sonraki bölümdeyse, “sanatçı kimdir, sanat nedir, sanatçının vasıfları nelerdir, sanatçı neden ‘bireyci’dir ya da neden bireyci olmalıdır?” gibi sorulara cevap aranıyor. nihan kaya’nın yatay ve dikey hayat bağlamından bahsetmiştik. yine bu fikrini proust’un hayatından bahsederek açıklıyor bizlere. bir proust sever olarak bu bölüme başlarken yazarın sanatına dair daha uzun (kaya’nın deyimiyle daha dikey) soluklu, onun sanatının derinliklerine dalan bir bölüm umduğumu gizleyemeyeceğim. burada proust'un hastalıkları ne kadar arttıysa sanattaki veriminin de o denli arttığından bahsediyor yazar bize. yani yatay hayat (maddi hayat, somut, pratik, gündelik olan) ile bağı kesilen proust, dikey hayatta (manevi, soyut, düşünsel ve derin olan) ilerliyor, durmaksızın yazıyor ve mükemmel eseri, a la recherche du temps perdu*yu yazıyor. eğer bu roman serisini bilmiyorsanız kitap okumamışsınızdır, derhal ilk ciltten başlayın okumaya derim. bu vesileyle roza hakmen'e, okurlarına böyle güzel çeviriler sunduğu için sevgilerimizi göndeririz. tüm bu bölümlerin ardından kendimizi nihan kaya'ya ait nefis gazete yazılarıyla baş başa buluruz. bunca derin konuların çok düzlemli olarak işlendiği kitabın kapağının gereğinden fazla ‘feminen’ durmasıysa, bunun bir duruşun ifadesi mi olduğunu düşündürür bize. bütün bunlara ek olarak, fildişi kuyu, rahat okunan akışkan yazılar içeriyor. üstelik freud’un görüşlerinden haberdar birisi kitabı okurken kaptırıp gidiyor kendini. edit: "gömülü anlam" başlığını "gömülü adam" diye okumak da bir marifettir.
hesabın var mı? giriş yap