• bir varmış, bir yokmuş. bir zamanlar, sevimli, küçücük bir köyde yoksul bir köylü yaşarmış. bu köylünün bir tavuğu varmış. köylü bu tavuğu çok severmiş. tavuk da ona her gün bir yumurta yaparmış. ama bu yumurtaların ilginç bir özelliği varmış. yumurtalar altındanmış. köylü her gün kümesten aldığı altın yumurtayı şehre götürür, kuyumcuda satarmış.

    yoksul köylü giderek zenginleşmeye başlamış. zenginleştikçe huyu değişiyormuş. artık para kazanmak için çalışmak zorunda kalmıyormuş. çalışmadan, yorulmadan para geldiği içinde paranın değerini bilmiyormuş. gereksiz yere para harcamaya, ihtiyacı olmayan şeyler almaya başlamış. lüks içinde yaşamaya alıştığından bir süre sonra para yetersiz gelmeye başlamış.

    artık daha fazla parası olsun istiyormuş. kümese gittiğinde, tavuğu eskisi kadar sevip okşamıyor, ona verdiği altın yumurtalar için minnet duymuyormuş. zamanla tavuğun karnında bir hazine sakladığına inanmaya başlamış. eğer tavuğun karnını keserse bu hazineye ulaşacağını, ömrü boyunca krallar gibi yaşayacağını düşünüyormuş.

    aç gözlü köylü, bir sabah elinde bıçakla kümese girmiş.tavuk köylünün kötü niyetini anlayıp kaçmaya başlamış. ama köylü hazineye ulaşmayı kafasına koymuş. yakaladığı gibi kesmiş tavuğu. acele ile karnını açmış, merakla içine bakmış, bir de ne görsün? tavuğun karnında ne altın var, ne de hazine. aç gözlülük yaptığı ancak o zaman aklına gelmiş. ama artık iş işten geçmiş.
  • bir varmış bir yokmuş. bundan çoook eski zamanlarda, girmemesi gerekenlerin bulamadığı gizli bir ülke varmış. bu ülkede yolunda gitmeyen, birbiriyle uyumsuz hiçbir şey yokmuş, öyle ki adeta bir cennet gibiymiş. burası, ülkenin 4 bir yanından başlayan, ortasına doğru sayısız kola ayrılan gümüş renkli ırmakların aktığı, dağlarında ve ovalarında sayısız çeşit meyve ve yemişlerin bittiği, güneşin tepesinden eksik olmadığı, havasının insanı her daim tatlı bir çakırkeyif bıraktığı, dünyanın en güzel müziklerinin oradaki 1001 çeşit kuşların cıvıldamalarıyla dinlendiği bir ülkeymiş.

    bu ülkede hiç hastalık olmazmış çünkü sadece bu ülkeye özel şifalı bir ağaç varmış ve kendini kötü hisseden veya hastalananlar o ağacın gölgesinde birkaç dakika uyuduğunda hemen şifa bulurmuş. o ağaç adeta sihirliymiş. altında oturanlara ninni okur, onları hemencecik uyutuverirmiş. şifanın süresi de çok kısaymış, altında saatlerce uyuyup kalan hiç olmaz, ağaç şifasını verdikten sonra dalları ve yapraklarıyla altında yatanı uyandırırmış. uyananlar sanki yüz yıldır uyuyormuş gibi dinç ve sağlıklı bir şekilde uyanırlarmış.

    bu ülkedeki ırmaklar da çok şifalıymış ve ilk günden beri aynı hızla ve berraklıkta akarmış. suyun şifası açık yaralanmalara karşı kullanılırmış. bir yerden düşüp kazara yaralanan biri varsa hemen yarasını bu suda temizler, ormandaki başka bir ağacın reçinesiyle gölgesi şifalı olan ağacın yapraklarından da bir karışım yaparak yaralanmış bölgesine sürerse, yara ne kadar derin olursa olsun hemen ertesi gün eskisinden daha iyi hale gelirmiş. burada hastalıklar genellikle baş ağrısı veya yaralanmalar şeklindeymiş. baş ağrıları da özellikle ayın ortalarında çok yaşlılarda veya çocuklarda olurmuş. bunun sebebini de dolunaya bağlamışlar. dolunay olduğunda, değişen yerçekimi kuvveti ve manyetik enerjilerin insanlar üzerinde etkisi olduğuna inanıyorlarmış. yaralanmalar ise yalnızca kazara yaşanan durumlardan meydana geliyormuş, insanlar arasında birbirini yaralama diye bir durum söz konusu bile değilmiş. çünkü burada herkes barış ve mutluluk içinde yaşar; kavga, kötülük, fitnelik nedir bilmezmiş.

    bu ülkede yaşayanlar son derece gelişmiş bilimsel bazı yöntemleri bilir ve kullanırlarmış. yeryüzüne ne kadar saygı gösteriyorlarsa gökyüzüne de o kadar hakimlermiş. gökyüzünü incelemek için ellerinde herhangi bir teknolojik cihaz veya benzer bir şey yokmuş. bu insanların gücü tamamen zihinlerinden geliyormuş. bu ülkenin insanları güneş ve ay hareketlerinin dünya ve insanlar üzerindeki etkilerini bilirler ve işlerini doğanın çeşitli kanunlarına göre sıralarlarmış. planlar her zaman doğaya uygun şekilde yapılır ve benzeri hiç görülmemiş bir düzenle yaşamlarını sürdürürlermiş. bu ülkedeki insanlar çok uzun yıllar yaşarlarmış, ortalama ömrü 700 ila 800 yıl kadarmış. insanların bildikleri bilimsel bilgiler dışında kullandıkları başka türlü yöntemler de varmış. bu insanlar bazı majisel güçlere de sahipmiş ve aynı zamanda bu insanların doğanın kanununu bozmadan ve başka hiçbir canlıya zarar vermeden kullandıkları büyüler varmış. böylelikle doğanın kendilerine verdiklerinin yanında, başka türlü ihtiyaçları için de bu büyüleri kullanırlarmış. bu ülkenin adı altın ülke’ymiş.

    ülkenin insanları huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşamlarına devam ederken, dünyanın başka bir ucundaki uygarlıklardan demir krallığı bu ülkeyi keşfetmiş. demir krallığı’ndaki durum hiç de altın ülke’deki gibi değilmiş. burada da ırmaklar, ormanlar, şifalı ağaçlar varmış ama o kadar hor kullanılmış ki ırmakların yolları kuruyarak durgun birer göle dönüşmüş. gölün yüzeyinde pis ve kalın bir zehir tabakası oluşmuş. gölün dibinde yaşayan hiçbir canlı kalmamış. ağaçlar sorgusuzca kesilmiş ve ormanlar birer birer yok edilmiş. yok edilen ağaçların yerlerine ileri teknolojilerin kullanılacağı demirden devasa yapılar inşa edilmiş. hastalıklar kol geziyormuş ve tedavileri ise çeşitli zehirlerin birleşiminden yapılmış renkli boncuklar vasıtasıyla oluyormuş. bu boncukları yutanın bir hastalığı iyileşiyor ama o anda kendinde olmayan başka bir hastalığa tutuluyormuş. ayrıca demir ülkesi’nin insanlarının hepsinde nedenini bilmedikleri bir mutsuzluk hastalığı da varmış. hemen hemen herkeste bir tatminsizlik, memnun olmama ve mutsuzluk hakimmiş ve bu hisler her geçen gün çoğalıyormuş. bu mutsuzluklarını gidermek için yine kendilerinin ürettikleri ve aslında ihtiyaçları olmayan çeşitli eşya ve maddeleri sorgusuzca tüketiyorlar ama bir türlü gerçek huzuru yakalayamıyorlarmış. demir krallığı en gelişmiş ve ileri bir medeniyet olarak kendilerini diğer uygarlık ve krallıklardan üstün görmesine rağmen giderek artan iç huzursuzluklarına bir çare bulamıyormuş. demir kralı da altın ülkesi’ndekiler gibi birçok majik uygulamalara sahipmiş ve büyücülük yeteneklerini çok ileri seviyelere taşımış. bu büyücülük yeteneklerini her zaman daha ileri medeniyet seviyesine ulaşmak için kullanıyor ve kara maji uygulamalarından hiç çekinmiyormuş.

    demir kralı her zaman yaptığı gibi, bir gün yine çevresinde olup bitenleri görmek ve diğerleri üzerinde hakimiyet kurabilmek için sihirli küresine odaklanmış. daha evvelden kesik kesik birer imaj olarak gördüğü altın ülke’yi görmek istiyormuş. altın ülke’yi hiçbir zaman sürekli olarak göremiyor, takip edemiyor ama içinden bir his demir kralı’nı böyle bir ülkenin var olup olamayacağıyla ilgili yiyip bitiriyormuş. altın ülke’yi göremiyormuş çünkü bu ülke yalnızca onu hak edenler tarafından görülebilirmiş. başka bir bilinç seviyesindeki varlıkların altın ülke’ye girememesi için bu ülke özel olarak koruma altındaymış. kendini kara maji konusunda oldukça geliştiren demir kralı, sihirli küresine odaklandığı o gün sonunda altın ülke’yi birkaç dakika boyunca izleyebilmiş. sonra birden görüntü kesilmiş. artık demir kralı böyle bir ülkenin varlığından emin olmuş ve içini önüne geçilemez bir heyecan kaplamış. hemen bu ülkeyi bulması ve oraya gitmesi gerektiğini düşünmüş. ancak o ülkenin nerede olduğuna ve oraya nasıl ulaşacağına dair hiçbir fikri yokmuş. kaldı ki birkaç saniyelik görüntüyü izlemesi bile aylar hatta yıllar alan bu ülkeyi bulmak hiç de kolay olmayacakmış. demir kralı apaçık bir şekilde o ülkenin korunduğunun ve oraya normal şartlarda ulaşamayacağının farkındaymış. oraya ulaşabilmesi için zaman kaybetmeden bir plan yapması gerekiyormuş. bunun üzerine hemen krallıktaki diğer büyücüleri ve bilim adamlarını toplamış ve onlara durumu anlatarak yapabilecekleri en mükemmel ve işler planı yapmalarını, aksi halde hepsini zindana tıkacağını söylemiş. bunun üzerine telaşlanan büyücüler ve bilim adamları hemen başlamışlar düşünmeye ama işin içinden bir türlü çıkamıyorlarmış. bilim adamları, hemen dünya çapında en detaylı aramayı yapabilecek insansız bir hava aracı yapabileceklerini söylemiş. bunun üzerine büyücüler bilim adamlarına karşı çıkarak bu ülkenin gizlendiğini ve bilimsel yöntemlerle bulunamayacağını söyleyerek onlara uzaktan ileri derece büyü yapmaları gerektiğini söylemiş. bilim adamları da bu fikre, altın ülke’nin de büyü özellikleri olduğunu ve tek başına büyü ile başa çıkamayacaklarını söyleyerek karşı çıkmış. uzun toplantılar sonucunda büyücülerle bilim adamları, her iki yöntemi de eşit düzeyde kullanacakları başka bir yöntem bulmaları gerektiği konusunda hemfikir olmuşlar. aradan birkaç hafta geçmiş olmasına rağmen hala ortaya en mükemmel fikri çıkartamayan bilim adamları ve büyücüleri kral yeniden toplamış. operasyon konusunda ne durumda olduklarını sormuş, aldığı cevap karşısında çok hiddetlenmiş. kral onlara, 1 hafta içinde iyi bir fikirle gelmezlerse hepsini zindana tıkacağını söylemiş. toplantıdan çıkan bilim adamları ve büyücüler tir tir titriyorlarmış ve yeniden işin başına koyulmuşlar. birkaç günün sonunda ortaya nihayet bir fikir çıkmış ve o heyecanla hemen krala gitmişler. çıkan fikri anlattıklarında kral bu fikirden çok memnun kalmış ve hemen hepsine işe koyulmalarını emretmiş. ayrıca bu fikir için hepsine birer sandık demir para vermiş, iş bittikten sonra da birer sandık vereceğini söyleyerek büyücü ve bilim adamlarını ihya etmiş.

    aylar süren çalışmalardan sonra fikir artık uygulanabilir hale evrilmiş. bilim adamları ve büyücüler bir insan üretmek için çalışmışlar. sonunda saf duygular taşıyan, henüz kirlenmemiş, içinde kötülük beslemeyen ama derisinin altında milyonlarca çip taşıyan bir insan yaratmışlar. yarı robot yarı insan gibiymiş. gerçek manada içinde kötülük taşımayacak ancak bulunduğu her yeri ve o yerin özelliklerini, koordinatlarını, konuştuğu insanların bilgilerini o çipler vasıtasıyla demir krallığı’na iletecekmiş. gerçek anlamda kötü biri olmadığı için de altın ülke’nin insanları tarafından reddedilemeyecek, altın insanların duru görü yetenekleri de bu robot üzerinde işleyemeyecekmiş. böylelikle altın ülke, içeriden fethedilecekmiş.
    sonunda ürettikleri robot insanı altın ülke’yi bulması için yollamışlar. bir yandan büyücüler de çalışıyor, altın ülke’nin bu insanı bulup aralarına alması için büyüler yapıyorlarmış. robot insan zaten robotik özellikleri de bünyesinde barındırdığı için açlığa, susuzluğa, yorgunluğa ve tehlikelere karşı dayanıklıymış. aradan yaklaşık 1 ay geçtikten sonra robot adam altın ülke’ye ulaşmış. altın ülkeliler, onu saf ve temiz olduğu için hemen aralarına kabul etmişler. gel zaman git zaman altın ülke’nin 873 yaşındaki en yaşlı bilgesinin içinde bir süredir anlamlandıramadığı bir huzursuzluk oluşmuş. yaşlı bilge bu durumu çevresindekilere anlattığında, yaşının ilerlemiş olabileceğinden dolayı böyle olduğunu düşünerek yaşlı bilgeyi sürekli şifalı ağacın gölgesine götürüyorlarmış ama yaşlı bilgenin huzursuzluğu yine de geçmiyormuş.
    bu sırada demir krallığı, altın ülke ve insanları hakkında oldukça bilgiler toplamış ancak bir türlü koordinatları ele geçiremiyorlarmış. bu durum demir kralı’nın canını çok sıkıyormuş. o ülkeyi görünür kılmanın yollarını aramaya başlamış.
    altın ülke’de her şey eskisi gibi devam ederken yaşlı bilgenin huzursuzluğu hiç azalmamış, aksine yaşlı bilge ile birlikte yeni doğan bebeklerde de daha evvel görülmemiş huysuzluklar ortaya çıkmış. şifalı ağacın altı eskisine oranla daha fazla dolmaya başlamış. bu durumu çözebilmek için altın ülke’nin insanları gökyüzünü incelemeye başlamışlar. gökyüzündeki bir değişikliğin ülkelerindeki bu huzursuzluğa sebep olabileceğini düşünmüşler ancak her şey yolunda görünüyormuş.

    aynı günlerde, demir kralı artık bu işin çok uzadığını düşünerek derhal büyücülere talimat vermiş. büyücülerden, gönderdikleri robot insana uzaktan büyü yapmalarını istemiş. bu büyü ile robot insan altın ülke’de içten içe fesatlığı yayarsa, oradaki herkes yavaş yavaş kirlenecek ve ülke görünür hale gelecekmiş. büyücüler robotu büyülemek için çalışmalara başlamış.
    artık altın ülke’de yolunda gitmeyen şeyler olmaya başlamış. ağaçlardaki meyveler haddinden fazla toplanıyor, insanlar depolama ve stoklama ihtiyacı duyuyorlarmış. yiyecekleri iyi ve kötü şeklinde ayrıştırarak iyileri kendilerine saklıyor, kötüleri dağıtıyorlarmış. hal böyle olunca önce husumetler, sonra kavgalar çıkmaya başlamış ve bir gün altın ülke insanlarından biri diğerine saldırarak onu yaralamış. yarasını iyileştirmek için ırmağa koşan adam, ırmağın faydasını görememiş. reçine ve şifalı ağacın yaprağı da artık işe yaramıyormuş. yara gittikçe enfeksiyon kapmaya ve kötüleşmeye başlamış. böyle bir şeyin olacağını uzun zamandır hisseden yaşlı bilge, sonunda gerçeklerle yüzleşince tüm vücudunu dayanılmaz bir ağrı kaplamış. bu sırada yaralanan adam yarasını iyileştiremeyince iyice kinle dolmuş ve kendisini yaralayan adama karşı fenalık olması için ona büyü yapmış.

    ülkedeki ilk kara maji de ortaya çıkınca yaşlı bilge son nefeslerini alıyormuş. ölmeden önce ağzından şu sözler dökülmüş:

    “insan artık kirlendi, bizler birer melek iken şimdi dönüştüğümüz canavara bakın. dünyanın sonunu işte bu fenalıklar getirecek. artık hepiniz demire dönüşeceksiniz, değersiz ve soğuk birer demire. huzur yüzyıllar boyunca sürecek olan bu kötülükle birlikte yok oldu. görün ey insanlar, her şey düşünceden ibaret. güzel düşünmeyi bıraktığınız an kirlendiniz. bu da sizin ebediyen çekecek olduğunuz cezanızdır. altından vazgeçtiğiniz demirin soğukluğunda cayır cayır yanacaksınız. tanrı sizi terk etmedi ancak siz tanrınızı terk ettiniz”

    ve yaşlı bilge son nefesini almış, aldığı nefesi veremeden ölmüş. içinde halen o nefesi tutan ölü bir bedenin varlığı hiç kimsenin dikkatini çekmemiş.

    bu sırada altın ülke’de fenalıklar iyiden iyiye ayyuka çıkmış. artık güneş bile ülkenin üzerine sislerin ardından bakıyormuş. ırmaklar şifasını kaybettikten sonra kurumaya başlamış. ağaçların üzerindeki eşsiz cıvıltılara sahip kuşlar patır patır yerlere dökülmeye başlamışlar, bazıları da başka diyarlara göç etmişler. yabani ve vahşi hayvanlar ortaya çıkmaya başlamış. insanlar artık hem birbirleriyle hem de vahşi canavarlarla savaşıyorlarmış.

    tüm bunlar olurken, demir kralı ülkeyi rahatlıkla sinema izler gibi izleyebiliyormuş, hatta ülkenin koordinatları da artık belliymiş. istese kısa bir sürede oraya varabilirmiş. ancak kral gördükleri karşısında dehşete kapılmış ve donmuş bir vaziyette olan biteni izliyormuş. aklından “ben burası için mi bu kadar uğraştım! vahşi insanlar ve hayvanların bulunduğu bu orman nasıl oldu da gözüme başka türlü göründü?” diye içinden geçen milyonlarca soruya cevap bulmakta zorlanıyormuş. bu düşünceler kralı sonunda hasta etmiş ve yatağa düşürmüş. içinde daha önce hiç bu kadar fena bir huzursuzluk hissetmemiş. başındaki oğulları ve kızları kral babaları için gözyaşları döküyor ama bir taraftan da fethetmek için onca uğraştığı o ülkeyi neden topraklarına katmadıklarını merak ederek babalarına kızıyorlarmış. kral son nefeslerini alıp verirken ağzından şu sözler dökülmüş:

    “ben ölüyorum. kapkara bir duman bana doğru yaklaşıyor, siz de görüyor musunuz? ah evlatlarım, o kadar pişmanım ki ama artık zamanım yok. son nefesimde öğrendiğim şeyleri umarım sizler yaşarken öğrenebilirsiniz… bunun için size ben yardım edemem. tüm kudret kendi içinizdedir. içinize kulak verin ve onu anlamaya çalışın. güç ve iktidar hırsı kulakları tıkayan bir uğultudan farksızdır. düşünün, sadece en iyiye, en doğruya ulaşmak için düşünün… unutmayın ki alınmış ama henüz verilmemiş bir nefes var, bu sizin umut ışığınız olsun ve nefesin verileceği o gün için çalışın. biz tanrımızı terk ettik, şimdi ona nasıl cevap vereceğim?” derken gözünden bir yaş süzülmüş ve son nefesini vermiş.
  • bir varmış bir yokmuş..sanılan gibi bi masal değil baştan uyarıyım:)genç kadın üvey 2 kız kardeşiyle yaşarmış.annesinden çekmediği eziyet falan kalmamış değil.gayette üvey diye bildiği kendi öz annesiymiş;)sarayda prens için parti verilecekmiş.hazırlanıp gitmişler.ama zaten esas kızımızın annesi zamanında kralla birlikteymiş.anladınız:)) ama tabi esas kız kralın çocuğu falan değil.dizi çekmiyoruz burda:)orda bi durun.tee o zamanlarda da evlilik dışı çocuk doğurmak hoş karşılanmıyomuş. kaç yüzyıl geçti üzerinden hala..esas kız partiye adımını attığında dikkatler ona kesilmiş.herkes başına üşüşmüş.kızımız bir kahkaha atmış bizim prens iptal:)prens hemen kızımızı dansa kaldırmış.ortamı diğerlerine bırakcak değil heralde:)dans sırasında çok eğlenmiş.sevmeye bile başlamış prensi.prens tabi ki olayı sadece dansta bırakmamış.götürmüş gizli bahçesine.öyle 18+şeyler beklemeyin yok;)sohbetlerine devam etmişler. birbirlerini tanımaya çalışmışlar günlerce bahçede.zaman 1 saat gibi geçmiş.herkes merak içinde onları aramış.tabi bide bizim kızın sırrı ortaya dökülmüş.meğer o başka bi dünyada prensesmiş;)tabi ki şu klişe yaşanmamış;biz başka dünyaların insanlarıyız:)))bu olmadan da zaten yeterince klişeyi yapmışlar. mesela evlenmeyelim biz..böyle de çok mutlu değil miyiz;)tabi demiş diğeri de ne işimiz var zaten hazır da değilim istemiyorum da:))yav siz masalsınız böyle örnek olunur mu diyememiş kimse..günler sonra aileleri için ortaya çıkmışlar.aileler zaten ikna olmak için hazırlarmış :)o bahçeye yaşam alanlarını inşa etmişler.yaşamışlar mutlu ölene kadar dememi beklemiyosunuz sanırım :)) yani evet mutlu yaşamışlar da herşeyin bigün sonunun geleceğini bilerek.ve gelmiş..sonu.mutluluğun. huzurun.sevginin.sonuçta sonsuza kadar birlikteliği düşünmeyen iki varlığın bi yerde ayrılması gerektiği bilinciyle ayrılmışlar. tekrar görüşmek ümidiyle.sonra ne mi olmuş?:))prens ıssız adam,prenseste külkedisi;)ıssız adam adı üstünde ıssız.nerde napıyo kimse bilmiyo.birçok rivayet var onla ilgili.mesela denizde balık oldu diyen var.muhtemelen deniz kızlarıyla takılıyodur;))bir kedinin midesinde diyen de var.külkedisi ise anlamış ne çok sevdiğini.tabi ki duygusal tarafı külkedisi yapcam ıssız adam olmasını beklemiyodunuz heralde ;))
  • benden masal denemesi, deneme 1:

    ---
    bir varmış, bir yokmuş
    bir dağın tepesinde, yemyeşil bayırların, renk renk çiçeklerin arasında, güneşin sıkıca kucakladığı bir kız yaşarmış. kız bu tepede yalnız başına küçük bir kulübede büyümüş. rüzgarın ve toprağın dilinden konuşurmuş ve zaman mevsimlerce akarmış. ailesi ise o doğada var olan tüm canlılar yani, keçiler, köpekler, tavuklar, kuşlar,ağaçlar ve çiçeklermiş. annesi doğa, babası gökyüzü olan bu kızın, en büyük yeteneği, gördüğü, duyduğu, dokunduğu, tattığı her şeyi toplamakmış.
    bir gün çok güzel bir pembe görmüş gökyüzünde.sarılmış biraz pembeye ve göğsünde tutup sevmiş ama toplayıp eve götürmeye kıyamamış. oysa yatağının başına ne de yakışırmış.
    sonraki gün çiçeklerle sohbet etmeye gittiğinde, hava yumuşacıkmış, biraz sırtını yaslamış baharın capcanlı, sımsıcak ve kucaklayan havasına. alıp götürmek istemiş havayı ama çiçeklere kıyamamış. havayı onlar da sevmiş, ellerinden almak ayıp olurmuş. oysa ne de güzel yastık olurmuş bu havadan.
    eve dönerken, karıncalarla yürümüş. yankılı vadiden dolanmaya karar vermişler. bu vadi aldığı tüm sesleri yansıtır, olduğu gibi iade edermiş. rüzgarın dili en çok bu vadide duyulurmuş. kız karıncalarla vadiden geçerken, birden bugüne kadar hiç duymadığı bir ses duymuş.
    rüzgarca seslenmiş babasına;
    ‘’baba, bu sesi tanır mısın?’’
    ‘’tanırım kızım.’’ demiş babası.
    bu sefer kız sormuş;
    ‘’neyin sesidir peki bu?’’
    ‘’gerçekliğin sesidir bu, akerdiyon derler buna’’
    kız buna akerdiyon diyenlerin kim olduğunu merak etmeden edemese de, bu merakı sonraya bırakmış. sesin güzelliğini kaçırmak istememiş. küçük kız hayatında ilk defa bir şeyi gerçekten de toplayıp evine götürmek istemiş. sonuçta hiçbir şeyin sesini alacak değilmiş, sadece yankısını toplayacakmış. kız dikkatlice akerdiyon sesini dinlemiş, ses bitince her şeyi nazikçe toplayıp eve götürmüş. karıncalar seslerin bazılarını taşımasında yardım etmişler. eve varınca akerdiyon sesini güzelce asmış ve melodisi kulübeyi sarmış. gerçekliğin sesinden büyülenen küçük kız, gel zaman git zaman vaktinin çoğunu yankılı vadide geçirmeye başlamış. çıkan her sesi dikkatlice dinlemiş, tüm sesleri evine taşımış ve onları evin çeşitli yerlerine koymuş. bir gün uykusunda uyurken, gördüğü rüyaya uyanmış, kalkayım derken seslere takılmış ve düşmüş. fark etmiş ki getirdiği sesler artık eve sığmıyormuş.
    kız yine de yankılı vadide ses toplamaktan vazgeçmemiş.
    vadide, gün batarken bir ses duymuş. bu ses daha önce duyduğu, nedense tüylerini ürperten bir sesmiş.
    annesine toprakça sormuş.
    ‘’anneciğim, bu sesi tanıyor musun?’’
    ‘’tanıyorum kızım.’’ demiş annesi.
    ‘’bu ses ne diyor anne?’’ demiş bu sefer kız.
    ‘’yalancısın diyor.’’ demiş doğa.
    kız bu sesi de evine götürmüş. koyacak yeri kalmadığı için, sesi suyun üzerine çizmiş. sonraki gün ‘’yalnızsın’’, ‘’yanlışsın’’ gibi sesleri de yatağının üzerine bırakmış. onlarla sıkışarak uyumuş. mevsimlece vakit geçmiş ki, kız seslerden eve giremez hale gelmiş. sesleri atmaya kıyamadığı için, annesinin hediye ettiği koca yaprağa binip, tepeden uçmuş gitmiş, evini seslere hediye edip, yepyeni bir yolculuğa çıkmış ve bu yolculukta karşılaştığı her bir şey o kadar güzelmiş ki, bir daha hiçbir şeyi toplamasına gerek kalmamış. bu yolda bazen ıslanmış küçük kız, bazen üşümüş, bazen poleni patlamış çiçekler gibi kızarmış, bazen de keyfi öyle bir tıkırındaymış ki, her şey yolunda gitmiş. küçük kız, güzel şeyleri, kötü şeyleri oldukları yerlerde bırakmış ve kendisi de onların arasından gezerek, gidebildiği yere kadar giderek onları ziyaret etmeye devam etmiş. sonunda ne annesi gibi toprak, ne babası gibi gökyüzü olsa da, küçük kız geçirdiği bu yolculuktan gerçekten de keyif almış.
    mutlu son
  • zamanlardan bir zaman... kayıp ve uzak diyarlarda büyük bir krallık vardı...

    kralın soytarısı martin isimli bir gençti. martin kahverengi dalgalı saçlı, hafif çekik ve yeşil gözlü, beyaz tenli, orta boylu, sevimli bir delikanlıydı. sarayın eğlencesi, mutluluğu ondan sorulurdu. krala ve kraliçeye layığıyla hizmet eder, onların isteklerini yerine getirmekten, görevini yapmaktan gurur duyardı.

    kralın kızı prenses iv. isabel, martin'e gönlünü kaptırmıştı. siyah küt saçlı, kısa boylu, tavşan dişli, kocaman ela gözleri olan çok tatlı bir prensesti isabel. sürekli peşinde dolanıyordu martin'in. martin, görevi ve krala olan bağlılığı gereği bu ilgiye karşılık vermiyor, ciddiyetini hiç bozmuyordu. martin nereye isabel oraya... ama sonuç yok...

    isabel, martin'in hiç pas vermemesinin nedenini tam çözemiyordu. "acaba beni hiç mi beğenmiyor?" diye üzülmeye başlamıştı. serin bir ilkbahar akşamı, günbatımını seyretmek için sarayın kulesine tırmandığında martin'in de orada olduğunu gördü. bu beklenmedik tesadüfe çok sevindi. kendini göstermeden saklandı hemen. martin'i izlemeye başladı. martin, sarayda düzenlediği eğlencelerde ona yardım eden yetenekli ve güzel gösteri güvercinleriyle ilgileniyor, onlara yem veriyor, onlarla konuşuyordu fısır fısır. isabel, fısıltıyı net duymak için çaktırmadan biraz daha yaklaştı. artık duyabiliyordu martin'in kelimelerini. martin, dizine konmuş olan paçalı beyaz güvercine avucundaki yemleri uzattı ve şunları söyledi; "isabel'in bana olan ilgisini görebiliyorum, o kadar tatlı ki... onu ben de çok seviyorum ama krala olan bağlılığım ve saygım gereği hiçbir şey yapamam panço..."
    paçalı güvercin panço, martin'in elindeki yemleri biraz daha gagaladıktan sonra sıkılıp uçtu. arkadaşları da onunla beraber havalandılar. martin de arkalarından şöyle bir baktı ve kuleden inmek üzere merdivenlere yöneldi. isabel saklandığı yerde bekledi, artık çok mutlu ve çok heyecanlıydı. martin'in de kendisini sevdiğinden emin olmuştu. yaşasınn... asın bayrakları...

    ne var ki kader de boş durmuyor, ağlarını örüyordu. isabel'in dadısı çoktan prensesin soytarıya gönlünü kaptırdığı haberini kraliçeye yetiştirmişti. kraliçe, aslında farkında olduğu ama geçici olduğunu düşündüğü bu aşk macerasının dile düşmesine hayli bozuldu. kızının mutluluğunu önemsiyor olsa da mantıklı karar vermek zorundaydı. eşine gidip durumu anlattı. soytarı martin'in kızını ayarttığını düşünen kral öfkelendi. kızını üzmeden martin'i saraydan postalamak için bir yol düşündü.

    ertesi sabah martin'i huzuruna çağırdı ve "seni bundan sonra soytarım olarak değil şövalyem olarak görmek isterim. bunun için sana zor bir görev vereceğim, bana altı ay içinde sihirli bir yüzük getir. bu öyle bir yüzük olsun ki... mesela... mutlu bir insanı mutsuz, mutsuz bir insanı da anında mutlu etsin... evet... şimdi gidebilirsin."

    martin kralın huzurundan ve saraydan ayrıldı. yollara düştü. uzaklaştırıldığının farkındaydı elbette. köyünün, ailesinin yanına döndü. çiftçilik yapmaya başladı.

    kral, kafadan attığı bu görevin asla yerine getirilemeyeceğinden, martin'in dönmeyeceğinden emindi. içi huzurla doluydu. kraliçeye de sorunu tatlı dille hallettiğini söyledi.

    günler aylar geçti. prenses isabel, martin'in yokluğunda tüm neşesini kaybetti. saray artık sessizdi. güvercinler kuleye uğramaz olmuştu...

    kral ve kraliçe de bu değişikliğin farkındalardı. ama prensesin bir süre sonra bu gençlik hevesini unutup eski neşesine kavuşacağından eminlerdi.

    uzun zaman sonra... tam altı ay dolmak üzereyken... kral ve kraliçe artık martin'in varlığını bile unutmuşken... muhafızlar, eski soytarı martin'in saraya geldiğini haber verdiler krala. kraliçe ve prensesle beş çayı keyfi yapmakta olan kral biraz bozulsa da fazla çaktırmamaya çalıştı. "hemen gelsin, ne derdi varmış anlayalım!" dedi mağrur bir sesle. prenses isabel ise heyecanlanmıştı.

    martin kapıdan girdi. saygıyla selam verdi, kral ve kraliçeden onlara doğru yaklaşmak için izin istedi. kraliçenin baş hareketiyle onay alınca prensese doğru yaklaştı. önünde diz çöktü ve cebinden çıkardığı gümüş yüzüğü prensesin parmağına taktı. o güne kadar yüzünden düşen bin parça olan isabel o an mutluluktan havalara uçtu. martin'in omzuna doğru tutunup yükselerek ona sıkıca sarıldı. martin, kralın huzurunda olmanın vermiş olduğu tedirginlikle coşamadı tabii. nazik bir hamleyle isabel'in kollarından sıyrıldı.
    krala dönerek şöyle söyledi:
    "size benden istemiş olduğunuz yüzüğü getirdim. babaannemden yadigar gümüş bir nişan yüzüğü... gördüğünüz gibi bu sihirli yüzük; mutsuz bir insanı, yani prenses isabel'i mutlu etti. mutlu bir insanı, yani siz saygıdeğer kralımızı ise yüzünüzden anlaşıldığı üzere mutsuz etti."

    kral bozuldukça bozuldu. kraliçe ise bu cevap karşısında hayranlığını gizleyemedi ve kızının yanına giderek onun mutluluğunu paylaştı.

    kral, sözünde durarak martin'i şövalye ilan etti. kraliçe ise kızının şövalye bir gençle evlenmesine onay verdi.

    onlar ermiş muradına... ben çıkarım bambu dalına...

    ilham kaynağı => debe listesinden #124721746 no'lu entry.
    kaynak => kimin eseri olduğunu ne yazık ki hatırlamadığım, uzun yıllar önce filmini seyrettiğim bir masalın "mutluyu mutsuz, mutsuzu mutlu eden yüzük" temasını kullandım. üstüne bir ton detay uydurdum. pofi panda'yla masal bitti, şimdi ninni zamanı...

    edit: entrilere, yabancı masal ve filmlere konu olan bu hikayenin orijinali feridüddin attar adlı iranlı şaire aitmiş. (bkz: bu da geçer ya hu)
  • masal satar, masal yapar, masalları yakar anlatıcı...
    sen daha küçülmedin dedi geçende bana; sana masal satamam.
    sen daha yaşlanmadın dedi geçende bana; senden masal alamam.

    "sana ancak bildiğim bir masalı yakarım dedi" ve yaktı kırmızılı bir masalı...

    yaktı kırmızılı masalı geçende anlatıcı; dicle'nin sularında yavaş yavaş ilerleyip usul usul yanarken...

    sen masalın ta kendisisin dedi: fırat ile dicle'nin aşkı gibisin,
    biri hırçın diğeri sakin ve usul usul akarken, birleştiklerinde huzur ve dengeyi barındıran bir aşkı yaşarken,
    "sensin" dedi geçende bana anlatıcı: "masal sensin."

    bazen bakışlarınla yazarsın, bazen sözlerinle, bazen aşkınla yazarsın, bazen de kurşuni renklere boyarsın masalları...

    masalları yakan anlatıcı topladı tüm masalları dicle'nin sularından,
    sonra gün yüzüne çıkarıp ağarttı masalları...

    yazılmış ve yakılmış tüm hikayeleri yıllar sonra sandığından çıkarıp tekrar yaktı.

    bu sefer okuyucular kendi hayal dünyalarındaki sulara birakabilsinler diye yaktığı tüm masalları azad etti...
  • bir varmış, bir yokmuş. bir zamanlar yaşlı, dürüst bir ayakkabı imalatçısı eşiyle birlikte yaşayıp gidermiş. ancak yaşlı çift o kadar fakirmiş ki adam işini yapabileceği malzemeleri bile zor satın alabiliyormuş.

    bir akşam, sadece bir çift ayakkabıya yetecek kadar malzemesi varmış. ayakkabının derilerini bir güzel yıkamış, diğer malzemeleri de hazırlamış ve sabah, ayakkabıları dikmek üzere uykuya dalmış. sabah olunca bir de ne görsün... ayakkabılar çalışma masasının üzerinde hazır duruyor; üstelik mükemmel bir işçilik ile dikilmişler. adam ayakkabıları incelerken verdiği siparişi almaya gelen müşterisi ayakkabıları o kadar beğenmiş ki yaşlı adama iki katı para ödeyip gitmiş. yaşlı adam kazandığı parayla iki çifte yetecek deri ve malzemeler almış. yine malzemeleri hazır ederek sabah işe koyulmak üzere uykuya dalmış ancak kalktığında tekrar ayakkabıların dikilmiş olarak çalışma masasında bulmuş. siparişi veren müşteriler yine ayakkabıları çok beğenerek adama iki katı para ödeyip gitmişler. adam bu sefer 4 ayakkabıya yetecek kadar malzeme almış ve tekrar malzemeleri geceden hazırlayıp sabah işe koyulmak üzere uykuya dalmış ve yine sabah kalktığında ayakkabıların hazır olduğunu görmüş. bu böyle sürüp gitmiş ve yaşlı adamın ünü yayıldıkça yayılmış, müşterileri artmış ve işleri yoluna girmiş; öyle ki yaşlı insanların artık çok parası olmuş. gel zaman git zaman, ayakkabıları geceden kimin dikip hazırladığını merak eden yaşlı insanlar, bir gece malzemeleri hazırlayıp dolaba saklanmış ve çalışma masasının olduğu yeri gözetlemeye koyulmuşlar. gece yarısı olduğunda üstleri başları yırtık pırtık iki cüce hoplayıp zıplayarak çıkagelmiş ve masanın üzerindeki ayakkabıları dikerek hazırlayıp gitmişler. bu duruma çok içerlenen yaşlı kadın ''onlara borcumuzu ödemeliyiz... üstleri başları perişan halde olmasına rağmen onlar bize yardım etti ve bizi zengin ettiler. ben, onlara güzel giysiler dikeceğim sonra da giysileri çalışma masasına koyacağız.'' demiş, adam da yaşlı kadının bu isteğine onay vermiş. birkaç gün sonra da dikilen elbiseler bitmiş ve yaşlı çift tarafından çalışma masasına cücelerin alması için bırakılmış. tekrar dolaba saklanıp masayı gözetlemeye başlamışlar ve gece yarısı yine cücelerin çıkageldiği görmüşler. cüceler ayakkabı malzemelerinin yerine elbiseleri görünce önce şaşırmışlar; sonra da bıdı bıdı bıdı bıdı bir şeyler söyleyerek, gülerek ve dans ederek mutlu bir şekilde elbiseleri alıp gitmişler. o geceden sonra cüceler asla bir daha gelmemiş ancak yaşlı çift, ömürlerinin sonuna kadar o cüceleri hatırlayıp minnetle yad etmişler.
  • bugün öğleden sonra uzun süredir görüşemediğim bir muhabir arkadaşımla yaklaşık 1 saat dolu dolu telefon görüşmesi yaptık. uzun süredir böyle ferah feza hissetmemiştim...
    oradan buradan sohbet ederken dertlenip bi anda annesinin anlattığı masalsı efsaneyi anlattı bana...

    bir kuş varmış evlilik kuşu derlermiş ona... ihtşamlı... göreni hayran bırakacak kadar... tanrı görev vermiş bu kuşa. bin kez iyiyi kötüye, kötüyü de iyiye öterek sevdir diye... ama bin kez bunu yapınca bir kez iyiye iyiyi, kötüye de kötüyü sevdireceksin demiş...

    bunu bana anlatan arkadaşım yaklaşık 6 senedir eşi ile gel gitli... dertleşirken "cathybe annem bu masalı anlattığındandır bana, ben neden o bir kişiye denk gelemedim, neden? hep bu soru var aklımda" dedi...
    telefonun öteki ucunda olan ben, arkadaşımın 13 yaşındaki kızçesini düşünerek "seykann, kader deyip kabullen demek isterdim, ama aferin diyenimiz yok be dostum" dedim bi anda... nasıl çıktı ağzımdan aklıma gelen bilemiyorum... normalde yatıştırmam lazımdı ... bu lafın sonrasında telefonu biraz daha havadan sudan gündemden konuşup, kahve içmek için birbirimize söz verip kapadık...

    ancak hala aklımda o kuş masalı...
    neden o bir kez doğru ötüşe gelme şansımız olmadı ki... haklısın seykan... bazılarına hiç adil değil hayat ve biz şansı tırnaklarımızla kazıyarak elde eden güruhtanız... okuyorsun biliyorum! selam olsun sana ...
  • dış güçler masalları.
hesabın var mı? giriş yap