• afişteki havaya kaldırılmış bir biçimde güneşin ortasında duran çocuk, çocuktan çok tavuğa benziyor. bir de annem filme bugün gitmiş, çok film izleyen biri olmamasına rağmen filmden çok anlamlı kareleri yakalayabilmiş. bu da filmin anlaşılır olduğunu bana sezdirdi. zaten mahsun'un da soyut sinemaya kayacağını düşünmemiştik neyse ki. ben izlemedim ama annemin yorumları ve eleştirileri kulağa anlamlı geliyordu. mesaj içerikliydi dedi. ben de ''anne çok istiyosan ben sana mesaj atardım... vurohahaheea!'' gibi bişi yaptım.. neden böyle bir şey yaptığımı anlamadım. annem de anlamamış olucak ki homurdanıp odadan çıktı. işte o an güneşi gördüm...*
  • sessiz izlerseniz sizi rahatsız eden bütün ali sürmeli replikleri ve genel trt 4 ders içeriğinden kurtarabileceğiniz bir emektir. bütün samimiyet sorgulamalarını bir yana bırakırsak mahsun filmde oynadığı adam olarak kalsın. saçı, sakalı, konuşması, bakışları ve genel olarak tepkileri bu filmin kahramanı olarak kalsın. bu haliyle gerçek ve çok kendi gibi duruyor ilk kez ben kendisinden hiç rahatsız olmadım bilakis. rabbime sordum filmdeki mahsun dedi çok geç kalınan herşeyi dürtmeyi, konuşmayı, deşmeyi, ortalığa sermeyi, geriye dönüp evrilmemiş hallerimizle yüzleşmeyi, hala devam eden tutarsızlıklarımızı görmeyi erek edinmiş hiçbir şeyle dalga geçmemeyi ilke edindim. bambaşka bir filme niyet etmişken onun erken gidişiyle byle bir sürpriz oldu. geceyi deneyselliğe adadık ya rica ettim sessiz izledik filmi. değişik bir deneyim tabi. didaktik metinlerin hepsinden kurtulduk. öyle sahneler var ki şu anda izlediğimiz bir taslak gibi duruyor. yani öyle feci sahneler var ki mesela çamaşr makinesinde bebek yıkama gibi bu kadar ağır bir hikayeyi amerikan tarzı gülmece gibi hafifletiyor. bunlar bazı inanılmaz güzel sahnelerin ortaya çıkması için bilhassa seçilmiş gibi duruyor. kolanın üzerine soğuk içiniz yazılır amerikada kedisini fırnda kurutan tazminat davası açıyormuş diye sklıkla anlatılan hikayeler vardır ya o cinsten bir amerikan saçmalığı. mesela oğlunu teşhis ederken altan erkekli, çocuklarını yuvaya gönderirken mahsun hiç oynamamışlar sanki. o minderin üzerinde ama dedenin yanında irkilen bebekle hepsi toplanıp kalbime hücum ediyor. biz hep haritanın varlıklı şeherlerinde yaşadık. annemizle büyüdük. babamdan kalan kelimeler de yasak olmadı derdimi anlatırken. kardeşim mahsun için bunları söylediğimi duysa küçük kıyamet alametleri diye afallar.

    bu mezbelelik öyle işlemeli ki memleketin çocuklarının her birinin yüreğine istinyede balık yemekten bir farkı olmalı dağdakileri anlamanın boşalan köydekileri anlamanın. balık istifi gibi yanyana yatanların yaşını merak etmeli insan.
    bu kadar geniş bir ailede kürtçe'nin bu kadar az kullanlması da filmin sanal taraflarndan biri. filmin sonundaki kadonun öldürülmeden önceki soyunma sahnesi bana göre türk film tarihinde orijinalliği ile yerini alacaktır. başkasını bilmem ama bendeki etkisi büyüktür. ama abinin yanına gidişi, son sahnede protez ayağı takılan oğulla annenin karşılaşması ve arka plandaki müzik size derhal arabesk filminin vurgusunu hatırlatacaktır.

    edit: ptez bacakla ilk yrüyüş deneyiminden elbette çok etkilendim ama biçimsel olarak ve kurgu olarak daha başka birşey bekliyorum.
  • hakkında yorum yapabilmek için en azından bir 12 saat düşünmek istediğim bu film için. çünkü salonda çok ağladım. benden beklenmeyecek sahnelerde bile...

    --- spoiler ---

    örneğin erkek çocuğun doğumunda öyle çok ağladım ki, gören de gerçekten bebeğin cinsiyeti erkek diye ağladım sanacak. o beş tane güzeller güzeli kız için ağladım ben. filmin başından beri serhat'ı hiç sevmemiştim zaten. belki de çamaşır makinasında yaşamı son bulduğunda, "erkek çocuk diye delirenin sonu bu olur" demiş bile olabilirtim. bilmiyorum ama, çok ağlıyordum çünkü. filmde bir yerden sonra kapıp koyveriyorsunuz. anlamlı anlamsız herşeye ağlıyorsunuz. kaç vakittir içimde biriktirdiğim tüm derdimi, kederimi, hüznümü bırakıp ağladım. film boyunca. bambaşka bir rahatlama hissi sundu film bana bu yönüyle.
    ama ya o kadri'nin çilesi neydi öyle. o son tiradın amacı neydi? emmeli gümeli muamele dedirterek mahsun bir eşcinselin öldürülmesini meşrulaştırmaya mı çalışmış ne? çünkü film sonrası herkesin tek bir yorumu vardı. "ya ne gerek vardı ki öyle kaşınmaya, abisi zaten affetmişti onu, vurmayacaktı..." yani eşcinsel olmak affedilmesi gereken birşey, affedende büyüklük var. ama suçlu olan taraf açık açık "ben buyum" diyorsa, vur gitsin artık, değil mi mahsun??
    ama dere kenarında teröristlerin bedeni sıralıyken altan erkekli'nin oyunculuğu şapka çıkartıyor. dikkatlerden kaçan bir nokta ise, komutanın "altan erkekli'nin bu halini farkedip, rahatça ağlayabilmesi için, "bu da ahmet asker" deyişidir. o bir nevi, "ağlayabilirsin"in işaretidir bence. ve zaten ağladı da altan erkekli, arkasında da oğlu. benim için şehitlerin bayrak sarılı tabutlara konmuş olmasının ardından berat'ın cenazesinin bir kamyonetin altında üstü açık götürülmesi de dokunaklı bir sahne idi. bir babanın, bir annenin dramı için. hani filmin sonunda da diyor ya, bu ülkede hep analar ağlıyor.
    ay bir de ahmet asker demişken, askerin hamile karısına öyle mi haber verilir? ayakta duruyor kadın, sağlık görevlisi mal mal bakıyor. sonra da "aaa, bayıldı" dercesine panikliyorlar.
    shçek'in komedi filmi tadında gösterilmesine değinmiyorum bile. nerde malatya bakımevi, nerde mahsun'un kızlarının yurdu.

    filmin komik unsurları da vardı elbet. özellikle de baş kısmında. saç şekline göre cinsiyet tahmini, hep kız doğduğu için hiç erkek ismi düşünmeyişi gibi.

    haaa, bir de;

    - saçına sıçayım...

    --- spoiler ---
  • hayvan hakları ve küresel ısınma hariç ,nerdeyse bütün konulara değinmeye çalışmış filmdir, ancak olmamıstır.
  • --- spoiler ---

    filmin sonunda kado sozlukten alıntı yapmıştır : tanriya sorulacak tek soru - beni neden kadın yaratmadın?!?

    --- spoiler ---
  • 30 yıldır göz önünde duran bir sorunu, alçak bir sesle dile getiren filmdir. kimseyi kırmadan, üzmeden 'bakın bunlar yaşandı' demiştir.

    filmin içinde küçük hikayeler, mesaj kaygıları, hızla geçen sahneler, teknik anlamda başarısız noktalar bulunabilir. ancak izledikten sonra küçücük şeylerin ne kadar değerli olduğunu fark ediyorsunuz.
  • toplumsal konularda film yapmak ve bu tür filmleri toplumun olabildiğince geniş bir kesimine sunmak önemli. belki son dönem türk sinemasında eksikliği de hissedilen bir şey. ama bu alandaki her "iş"in içeriğinden bağımsız olarak önemsenmesi, büyük büyük laflarla takdir edilmesi de başlı başına bir haksızlık. güneşi gördüm daha vizyona girmeden, sırf hikayesinden dolayı böyle bir haksızlıkla gündeme geldi. haksızlık çünkü, özellikle film hakkında yapılan haberlerde, bu mesele ile ilgili sanki hiç film yapılmamış, hiç kimse bu mesele üzerine söz söylemeye cesaret edememiş gibi bir hava yaratıldı. mahsun kırmızıgül bir anda cesur bir yönetmen ilan edildi. film söylenmemişi söyleyecek, sorulmamışı soracak, meseleye farklı bir bakış açısı getirecek, tartışmalara sebep olacak gibi lanse edildi. keşke böyle de olsaydı, ama olmadı.

    tam tersine filmle birlikte görüldü ki, mahsun kırmızıgül başından sonuna "hassas bir denge" gözetmiş, hem senaryoda hem yönetimde neredeyse bütün çabasını bu dengeyi korumak için sarf etmiş. bu durum, cesaretin ötesinde filmin gerçekliğini ve samimiyetini zedelemiş. belki iyi niyetle yaklaşılmıştır. belki bu hassas denge tamamen hikayeyi taraf olmaktan, tarafları yargılamaktan uzak, insani bir bakışla işleme amacını taşıyordur, bilemiyorum. ama sonuç maalesef öyle olmamış. herkesin iyi, herkesin haklı olduğu, kötülüğün, kötü adamların olmadığı bir dünya olmuş filmin dünyası. bu da gerçek değil. daha doğrusu gerçek mahsun kırmızıgül'ün bu hayal dünyasıyla örtüşecek gibi değil. güneşi gördüm'ü seyredince insan bu sorunun varlığına hayret eder ancak. madem durum bu, madem bu işler böyle, neden otuz yıldır bu "kardeş kavgası" var? neden bu acılar yaşanmış, neden yaşanmaya devam ediyor? bu dram, bu sinema perdesinde görmeye bile dayanılamayan trajedi niye?..

    gerçek hikayelerden yola çıkıp gerçek olmayan bir film yapmış mahsun kırmızıgül. yeni bir söz söylemediği gibi, var olanı da kendince hafifleterek, "yumuşatarak" seyirciye vermiş. sadece güçlü olan, etkileyiciliği, "yaralayıcılığı" tartışmasız olan hikayeye güvenmiş. bu hikayelerin ağırlığı, anlatım diliyle beraber filmin dramatik yapısını güçlendirmiş. çok daha fazla değer ifade edebilecekken güneşi gördüm, ağlatan, sadece ağlatan bir film olmuş.

    senaryonun doluluğu, birçok hikaye barındırması da bu amaca yönelik gibi geliyor. başlı başına incelenebilecek ve apayrı bir film olacak hikayeler derinleşmeden ve asıl üzerinde film yapılmayı gerektirecek yanı atlanarak, sadece o dokunaklı yanı alınarak "kullanılmış." bir yerden sonra bu dokunaklı sahnelerin bile yorduğu ve etkileyiciliğini yitirdiğini söylemek mümkün.

    öte yandan bu "çok hikaye"nin aktarılması için kaçınılmaz olan iyi bir kurgunun varlığından bahsetmek zor. dağınık bir seyir izliyor film. gidiş gelişler, sürekli ekran karartmalı geçişler, teknik yetersizlikler, bütünde acemiliği hissedilen bir sinema dili de dikkat çekiyor. oyunculuklar, mahsun kırmızıgül'ün oyunculuğu da dahil olmak üzere genel olarak iyi ve oyunculuk fazlasıyla yer alan klişler gibi bazı eksiklikleri de bir noktaya kadar kapatıyor.

    sonuç olarak çok izlenecek bir film güneşi gördüm. belki ele aldığı konulara duyarsız olan bir kitleyi de çekecek, belki tam da bu üslubuyla onları düşünmeye, yaşananlara yeniden bakmaya yöneltecek. filme bir misyon yüklemek, çığır açmış gibi bir yaklaşım göstermekten bağımsız olarak iyi yanlarından birisi bu. bir diğeri mahsun kırmızıgül'ün bir yönetmen olarak saygınlığını biraz daha artırmak. kendisi bu filmle ilgili röportajında böyle bir şey söylemiş çünkü: "bana saygı duyacaklar" demiş. umalım kendisi de eksiklerini, yetersizliklerini görerek daha iyi filmler yapar. ben kendisini hiç sevmememe rağmen böyle bir saygı gösterebiliyorum en azından. isteği var sonuçta, mahsun kırmızıgül'ün. iştahı var, çabası var. bu işi yapacak. iyi yapsın.
  • her şey annemin gecenin bir köründe arayıp "ben güneşi gördüm'e gitmek istiyorum" demesiyle başladı. "o, mahsun kırmızıgül filmi diil mi be" diye tepki gösterecek oldum ama tepkim annnemin "evet ama kendini çok geliştirmiş, onun için yeni yılmaz güney diyorlar" sözleri ile savruşturuldu. "peki madem "diyip kaderime razı oldum. vizyona yeni girmiş bir türk filmine haftasonu bilet bulmaya çabaladığımız o uzunca sürede ben kafamda yılmaz güney ve mahsun kırmızıgül'ün kişiliklerini aynı karede resmetmeye uğraşıyordum. bundan yıllar yıllar önce haftalık haber dergilerinden birinde gördüğüm bir fotoğraf belirdi gözümde. sünnet kıyafetinden bozma bir kral kostümüyle, tıfıl bir mahsun, boğaza karşı durmuş "alem buysa kral benim" diyordu. zihnimin photoshoplarında yılmaz güney'in kafasını çirkin kral affetmez posterinden kesip azıcık sola yatırdım. plastikten olduğu apaçık o tacın altına montajlamaya çalıştım. sanki biraz küçük geldi o taç. yılmaz güney taştı o karenin her yerinden. hayır, henüz bu eşlemeye hiç de hazır değildim.

    film ilerleyen sahnelerde daha nicelerini göreceğimiz bir ağır çekim koşma sekansıyla başladı. gülümseten birkaç sahne, bolca dağ manzarası ve "izleyici anlamaz şimdi" kaygısıyla kör göze parmağım bir anlatımla geçip gitti ilk yarı. teknik anlamda beklentilerimin çok üzerindeydi. yine de belli ki "dur, şimdi iş açmayalım başımıza" diyerek söylemek istenenler tam dile getirememiş. yöre halkını dağlara süren sebep çok önplana çıkartılamamış. karakterler biraz fazla idealize edilmiş. yine de burnunun dibinde patlayan bombaların gürültüsüyle ağlayan çocukları, onları sakinleştirmeye çabalayan çaresiz ana babaları görmek, bunun sadece bir film karesi değil yıllardır, binlerce kişinin yaşadığı bir çile olduğunu bilmek yürekleri burkmaya yetiyor. bir oğlu kışlada bir oğlu dağda olanların hayal kahramanı olmadığı hatırlandıkça insanın"bir şeyler yapın ulan artık, bir çözüm bulun şu işe" diye bağırası geliyor.
    kim kimin nesi pek anlayamadığım alienin istanbul'a gelişiyle film ne yazık ki biraz ivme kaybetti. belli ki anlatmak istediği çok şey var mahsun'un ama yaşın kaç başın kaç aslanım dur hele. madem bu işe gönül verdin çekersin daha üç beş film. elindeki sayfanın boyutu belli. sen böyle her şeyi anlatacağım diye küçük küçük yazıp sığdırmaya çalıştıkça birbirlerine giriyor, okunmuyor yazın. gözün gördüğünü dilin söylediği norveç sahneleri de, travesti kardeşin dramı da fazlaydı bu filme. bir üçlemeye yetecek malzemeyi tabldot tepsisine doldurunca karışıyor hepsi birbirine.
    ikinci yarıyı rahat izleyemeyişimin diğer bir nedeni göstere göstere gelen demir bebek vakasıydı. o lanet çamaşır makinesinin ilk göründüğü karede annemim kulağına eğilip "bekir yıldız'a bir selam çakmak üzereyiz sanırım" dedim o da aynı fikirdeydi. filmin ilerleyen dakikaları bu kaçınılmaz olayı beklemekle, o da olup bitince "ee şimdi nereye bağlayacak" demekle geçti. yine de beklentilerimin üzerinde, ayırdığım zamana ve paraya kayıp gözüyle bakmayacağım güzellikte bir filmdi.

    meraklısına notlar:
    altan erkekli'nin oyunculuğu filmi sırtlayıp norveçlere kadar götürmeye yetecek kadar iyiydi. mahsun yönetmen olarak baktığımızda, dağ tepe manzarası fetişini yenip hikaye anlatımını geliştirdiğinde gayet başarılı olabilecek gibi. oyunculuğu da çok sırıtmıyor ama gerdan kırma, kafayı sağa sola yatırma hastalığına bir çözüm bulunmalı. kendisi bir yılmaz güney değil belki ama adını duyduğumda artık gözümün önüne "kızlar kızlar gelem mi? yanağınızdan öpem mi?" diyen komiden çok daha farklı bir şey geliyor.

    cemal toktaş kanımca son derece sağlam bir oyunculuk ortaya koymuş. bu arada, izlemediği bir film hakkında, bu kadar uzun bir yazıyı okumaz diye umduğum kız arkadaşımınkinden bile düzgün bacakları varmış. keşke son sahnedeki türkçesi de bacakları kadar düzgün olmasaydı. peruğu takar takmaz istanbul ağzıyla konuşmasaydı.

    mahsun, mevsim değişmiş ama istanbula gelirken de, memleketine dönerken de aynı tren aynı tünele aynı açıyla giriyor. bir ara istanbul'da çakmağını unuttun almak için geri dönüyosun sandım.

    erol günaydın, köşe yastığı, kamil sönmez, iskele babası rölünde çok başarılılardı.

    sonsöz: filmde birinin peşinden koşmayan ya da koşup birbirine sarılmayan karakter kaldı mı bilmiyorum. bu sahneler ağır çekim olmasaydı film yarım saat önce biter ben de haftasonu trafiğine kalmazdım. bi onu biliyorum.
  • demet evgar aşkım yüzünden gözümü karartıp izlediğim ve mahsun kırmızıgül çekti diye değil, kötü olduğu için sevmediğim film. teknik açıdan ele alacak olursak çekimlerin güzelliği,kısacık kısacık sahnelerden sonra onlarca kere ekranın kararmasıyla gölgede kaldı. sanki film kopuk kopuk yazılmış, ucu zar zor birleştirilmiş parçalardı sadece. ekranın ikide bir kararması seyirciyi filmden koparır, hikayeten soğutur. türk filmlerinin kurgularıyla uğraşanlar ne yazık ki bunu kabullenemiyorlar bir türlü. oyunculuklarda göze batan bir kötülük yoktu ancak senaryonun önlenemez ve bir yere kadar mazur görülebilir bilgilendirme gayesi sayesinde çoğu replik ders kitaplarından fırlamış gibi kaldı. bu da filmin samimiyetini fazlasıyla zedeledi. gelelim filmde işlenen olaylara:

    --- spoiler ---
    filmi iki saate sığdırmak zorunda olmak, çoğunlukla bazı bilgileri seyirciye vermemeyi haklı çıkarabilir. ama sen filmini belli bir sürede tutmak zorunda kalacağını bile bile doğu'da yaşayan bir ailenin çekmesi muhtemel bütün dertleri (aralarında bir eşcinsel olması da dahil) senaryona katarsan, o zaman o kattığın onlarca derdi bir güzel anlatman beklenir. filmin başlarında en büyük sorun dağa çıkan evladın çıkış sebebinin iyice anlatılmamasıydı. zira kendisi ölünce köyde ağıt yakılması, daha çıkış sebebi yüzeysel kalan ve devletin askeri kardeşiyle bile karşı karşıya gelmiş bir "terörist"in arkasından seyirciyi duygulandırma çabaları rahatsızlık yarattı. filmde rahatsız olduğum bir diğer konu ise, başa gelebilecek bütün dertleri izledikten sonra "kurtuluşumuz analardır" deyip işin içinden çıkılması oldu. evet, biraz ders kitabı formatında da olsa bu sorunun hala devam ediyor oluşunun sorumlusu devlet olarak gösterilerek cesurca bir laf edildi; ama yeni bir çözüm önerisi getirmekten de fazlasıyla uzak durularak sadece filmi bitirebilmek adına yurdumuzun en klişe çözüm yolu tekrar ısıtılarak önümüze sunuldu. hadi, anaların bizi ne surette kurtaracağı anlatılsa yine gam yemeyeceğim. bebeğin çamaşır makinesinde ölüşü aletin gözüktüğü ilk sahneden tarafımca ve görünen o ki bir çoklarınca anlaşılmış olmasına rağmen, annenin kendi isteğiyle alınan "şeytan icadı" sayesinde erkek evladını kaybetmesi sonucu yaşayacağı travmadan çok malzeme çıkabilirdi. şehirdeki "öteki" kavramı bunun üzerinden anlamlandırılabilirdi, ama ıskalandı. zaten diğer kızların çocuk esirgeme kurumundan nasıl kolayca çıktıkları, annenin acısını nasıl atlattığı, erkek evlat diye yanıp tutuşup hatta bu uğurda neredeyse karısını kaybetme raddesine gelen adamın düşüncelerinin ne derece değiştiği hiç verilmedi.
    filmin doğu'da yaşananarla ilgili söylemlerine katılıp katılmamak herkesin bu soruna bakış açısına bağlı. ama mahsun kırmızıgül bu sorun dışında hazır elim değmişken halkımın diğer sorunlarına da bir el atayım diyor ki, işte orada çuvallıyor. bir kere erkek çocuk tutkusu ve bu uğurda kuma getirme ihtimali, bir kadının 6 çocuk doğurması filmin başında mizahi unsur olarak kullanılarak işin ciddiyetine zarar veriliyor. annenin hastalığının ciddiyeti, gerçekten ne olduğu, ameliyat sonrası neler yaşadığı ve bunun kaynağının çok çocuk doğurmak olduğu daha altı çizilerek anlatılsa verilmek istenen mesaj seyircinin zihnine daha derin işlenebilirdi.
    gelelim beni sinirden çıldırtan hikayemize. eşcinsel çocuğun hikayesi bu film için tamamen gereksiz ve uzun vadede yapılmak istenene zarar verici bir şekilde yazılmıştı. düşünün, türk halkı bülent ersoy ve huysuz virjin sayesinde travestilere gülmeye alışmışken, onları bu kadar karikatürize bir şekilde perdeye yansıtmak, "onlar da insan, onlar da aramızda insan gibi yaşayabilmeli" mesajına ne kadar hizmet eder? cansu'nun perdede gözüktüğü her sahnede, ki bu kardelen hikayesi anlatılırken de geçerliydi, gülmekten kırılan gerizekalı bir seyirci kitlesi varken eşcinsellik ya da transeksüellik ile ilgili laflar daha edepli ve dikkatlice söylenemez miydi? o gece kulübünde dans edenleri ucubeleştirme çabaları olmadan da hikaye anlatılamaz mıydı? şu ülkede bir kere de "normal" bir eşcinselin hikayesi anlatılarak, toplum ufaktan ısındırılmaya çalışılmayacak mı? hele ki hikayenin kapanışında, kadın olarak varolmanın tek yolunun ölümden geçmesi; ardından da doğu mentalitesine göre kardeşini öldürmek isteyişi eğitimsizliği-kültürsüzlüğünden dolayı anlaşılabilecek olan abinin ağlayarak yere kapaklanması ile verilen mesaj bence tehlikeliydi. film boyu transeksüellerin haline gülmekten kırılan seyirci de, o sahnelerde bir gram duygulanmadı. dolayısıyla mahsun kırmızıgül bu konuda da bir çift laf etmek istiyorduysa, bunu daha dikkatle ve özenle yazacağı 3. filmine saklayıp bu filme bu şekilde zarar vermemeliydi.
    --- spoiler ---

    uzun lafın kısası sorunları anlatıp anlatıp onlar hakkında sadece 2-3 cümle söyleyerek işin içinden sıyrılan bir film güneşi gördüm. evet, cesur. özellik le de mahsun kırmızıgül çektiği için. ve evet, izlenmeli... en azından üzerinde düşünmek için. ancak kesin olan bir şey var ki, 3. film biraz daha az tahmin edilebilir ve teknik olarak (özellikle kurgu açısından) daha iyi olmalı...olacaktır da.
  • bir sonraki dizeyi rahatlıkla tahmin edebildiğimiz arabesk şarkılara benzemiş film. nerede vurucu unsur varsa dayamışlar. film esnasında parmaklarımla saydım; aha deli kız, aha gay de var, aha kardelen, aha doğu-batı, aha avrupa-türkiye, aha kız-erkek, aha cehalet, aha masumiyet... parmak yetmedi. filmsizlikten girdik izledik, yazık oldu iki saatimize.
hesabın var mı? giriş yap