• haneke, bir önceki filmi amour'un başkahramanı georges'u happy end'de yeniden konumlandırıyor ve film yönetmenin tartışmalı filmi piyanist'e de göndermeler içeriyor. mutlu son ibaresi hollywood karşıtı bir aile draması olmasının yanında filmin pesimist ironisini de ele veriyor. haneke kısacası bize yeniden 'huzursuz seyirler' diliyor. zaten ondan başka bir şey ummak ham hayal olurdu.

    instagram da dahil olmak üzere hemen herkesin tırnak içinde mutlu olduğu postmodern sanal zamanlarda film bir ergenin cep telefonunun aile fertlerinden birinin görüntüsünü canlı yayında afişe etmesiyle başlıyor. lavaboda uyku öncesi son hazırlıklarını yapan bir kadının görüntüsüdür bu. herhalde bundan daha iyi bir girizgah olamazdı. artık mahremiyet diye bir şey kalmamış, aile kurumu yozlaşmış, üyeler arasında güven unsuru zedelenmiş, ihanet başlı başına bir mesele halini almıştır.

    diğer yandan aile fertlerinin diğer üyelerini de tanırız:karısını aldatan bir koca, intihara eğilimli bir büyükbaba, onun izinden giden bir kız torun, burjuva ritüellerini hiçleyen bir başka arızalı torun...bütün mutluluk tabloları zorakidir ve ikiyüzlü bir ailenin kısaca can çekişmesidir bu.

    rol yapmaya dönük rutin ilişkiler parçalanmaya mahkûmdur ama hemen herkes iyi bir shakespeare oyuncusu gibi rol yapmaya, mutlu görünmeye, iyi bir insan modeli olduğunu ortaya koymaya devam eder. bu birlik ve beraberlik şiarı ise afrikalıların sahneye sökün etmesiyle kesintiye uğrar ama bu bile asimilasyonun bir başka örneği olarak kalacaktır. film bu yanıyla haneke'nin muhteşem cache (saklı) filmini anımsatır.

    ailenin sahibi olduğu şirketin sorumsuzlukları avrupa birliği ülkelerinin sömürgelerdeki adilikleriyle tamamlanır. bu yüzden az evvel bahsettiğim sahne bu bakımdan oldukça eleştireldir. ailenin hizmetçileri de yabancı uyrukludur. film bu anlamda liberal avrupa uygarlığının ırkçı-sömürgeci doğasını afişe eder. aile ise bu uygarlığın mikrokozmosudur sadece. ne de olsa faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar. dejenerasyon da öyle,sömürü de öyle, ikiyüzlülük de öyle.

    huzursuz seyirler.
  • film, ailenin en küçük bireyi olan eve'nin kamerasıyla çektiği sekans ile başlayıp gene kamerasından çektiği bir sekansla bitiyor.

    evet filmin ana konusu dünyadaki mülteci sorunu değil gibi görünebilir. arka planda da kalmış denilebilir. ancak filmde mülteci sorununa birçok gönderme var.

    --- spoiler ---

    eve'nin annesinin intiharıyla birlikte evinden ayrılıp, zengin, varlıklı ama bir o kadar da ikiyüzlü olan babasının yanına gelmesi ve bu süreçte yaşadığı zorluklar aslında mültecilerin yurtlarını terkederek zengin ve refah durumu iyi avrupa ülkelere gelmelerini resmediyor.

    piere, georges'in yaş gününde faslı hizmetçilerini herkese nasıl kölemiz diyerek alkışlatmaya çalışıyorsa, eve'de benzer bir şekilde filmde aile üyelerine takdim ediliyor ve alkışlatılıyor. hatta georges "bizimle mi kalacaksın?" gibi bir takım soruları tekrar tekrar sorarak eve'yi tıpkı mültecilere yöneltilen sorularla baskı altına alıyor.

    diğer bir nüansta canına kıymak isteyen ve kimseden yardım bulamayan georges'in bunun için yolda gördüğü "siyahi" insanlardan yardım istemesidir. siyahi insanlar her zaman öteki olarak görülmüştür ve ne ironiktir ki o sırada yoldan geçen başka bir beyaz insan onu sözüm ona "kurtarıyor."

    --- spoiler ---

    filmdeki diğer bir güzel şeyde tabiki filmde kullanılan çekim açıları. piere'in dayak yediği ya da georges'in siyahi insanlarla konuştuğu gibi birçok sekansta haneke yakın çekim yerine uzak, geniş açıyı tercih ediyor ve bu sekanslarda konuşmaları izleyicinin kendi hayal dünyasına bırakıyor.

    evet bu filminde haneke'nin birçok farklı konuyu bir arada işlediği söylenebilir ki öyle. ancak mülteci sorununu da bu şekilde ince nüanslarla aktarabilecek sayılı yönetmenlerden biridir haneke. çekim tekniği ile, oyunculuklarıyla, diyaloglarıyla filmin beklentilerimi fazlasıyla karşıaldığını söyleyebilirim.
  • michael haneke'nin 2017 yilinda vizyona girmesi beklenen dram turundeki filmidir.

    başrollerinde amour'dan tanıdığımız jean-louis trintignantve isabelle huppert olacakmis.
    calais'den avrupa'ya goc eden bir aileyi ve goc krizinin perde arkasini konu alacakmis. kaynak

    dort gozle beklemekteyiz.

    fragman, detaylı bilgi ve analiz için link
  • "(...) toplum kendi düzeni devam etsin diye, düzenin rasyonalitesi üzerine söz söyleyenleri, tıpkı van gogh'a yaptığı gibi deli olarak ilan edip, söylenenleri boşa çıkarmanın rasyonel yollarını da bulur. yine de bağırmaya devam eden, "çürümüş" düzenin işleyişi hakkında söz söyleyenler hep vardır. andrey tarkovski'nin "nostaljisi'ni" (1983) hatırlatmak gerekir. kendini yakmaya hazır bir adam, bu eylemden hemen önce seyirciye, bizlere, dünyaya döner ve "siz sağlıklı olanlar! sağlığınız ne anlama gelir? insanoğlunun bütün gözleri, içine daldığımız çukura bakıyor... dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler, sözüm ona sağlıklı olanlardır... deli bir adam size utanmanızı söylüyorsa ne biçim bir dünyadır burası" diye bitirdiği uzun bir nutuk çeker. bütün bunlar bir anlamda aydınlanmanın ve baş tacı ettiği rasyonalitenin yol açtığı hayal kırıklıkları üzerine söylenen sözlerdir ve yeni de değildir (...)"

    michel haneke'nin filmleri, barış kılınç; 2014.

    edit: sanatsal bağlamda, insanı, dünyadan umudu kesmek noktasına, friedrich dürrenmatt da getirebilir (tuhaf bir ifade oldu ama olsun):
    (bkz: friedrich dürrenmatt/@invulnerable).

    edit2: "(...) eğer dünya yaşanılamayacak kadar tiksindiriciyse, bu dünyada yaşamak ve zevk alabilmek insana taşınması zor bir yük gibi gelebilir. haneke filmografisi yaşamları trajik olmasına rağmen trajedilerini eski yunan mitlerindeki kahramanlar gibi yaşayamayan sıradan hem de fazlasıyla sıradan insanların hikayesini anlatmak ister; tüketici kapitalizmin dayattığı "keyfine bak" buyruğuna karşı geldiklerinde bu sıradan insanlar, taşıyamadıkları yaşam yükü altında ezilirler: yedinci kıta, tesadüfi bir kronolojinin 71 parçası, kurdun günü, bilinmeyen kod, aşk. ya da hiçbir yük ve sorumluluk kabul etmediklerinde, evrenin şeytanları olarak davranmaya başlarlar: benny'nin videosu, ölümcül oyunlar, saklı, beyaz bant, piyano öğretmeni. (...)"

    haneke'den hakikat çığlıkları, nilgün tutal cheviron; haneke huzursuz seyirler diler adlı kitaptan; 2014.

    happy end, her iki gruba da girebilecek kahramanlarla dolu.
  • michael haneke adlı sinema dahisinin cannes 2017'de yarışmış son filmi. ödül alamamasına şaşırmıyorum çünkü birincisi rakipleri çok iyiydi*** ikincisiyse filmin yürütücü, merkez motoru çok fazla karaktere dağıtıldığı için izleyenin kafasında bütünselliği sağlamak da bir nebze zor olmuş. ilerleyen paragraflarda bunun nedenlerine de değineceğim fakat çok kısaca söyleyebilirim ki, haneke bu filmiyle seyircinin karşısına bilindik kuralların tekrarı ile değil, o kuralları yıkarak çıkmış. peki nedir bunlar?

    haneke izleyenlerin önceden de bileceği üzere bir kere filmde müzik yok. gerçeğin sahiciliğini tüm şiddetiyle ensenizde hissediyorsunuz ve bir yerden sonra drama ile komedi unsurları da iç içe geçiyor. zaten olması gereken de budur. ikincisi haneke telefon ekranının görüntüsünü vererek çok radikal bir giriş yapıyor filme. bakınız bu cesaret işidir, öyle her yönetmenin girişebileceği bir iş değildir. yatay eksende izlenen sinema deneyimini dikey alana taşıyarak seyircinin bilincini de zorla, cebren ve hile ile reaktif moda alıyor. burada olan şey hakkında düşünmek zorundasın, öylece izleyip geçemezsin diyor. üçüncüsü ve en önemlisi ise haneke çok zor bir tekniği içsel mekanizması olarak filme yediriyor. nedir bu mekanizma?

    ------------arnheim'cı sinema anlayışı------------

    geleneksel anlayışa göre insan beyninin yaptığı iki farklı işlem vardır. dış dünyadaki bilgileri toparlamak ve bu bilgileri işlemek. bu iki işlem tamamen ayrı kanallara ayrılmıştır ve lineer bir çizgi izlerler. fakat rudolf arnheim'a göre enformasyon toplama süreci statik bir işlem değil aksine algısal bir süreçtir hatta öyledir ki zihin şeyleri ve kavramları belirli bir düzende toplayabildiği için ikinci işlem olan düşünme süreci tutarlı bir şekilde gerçekleştirilebilir. algılama, bir görsel düşünme işlemidir.

    bu anlayışı happy end özelinde düşündüğümüzde ise ortaya şöyle bir şey çıkıyor. ortalama bir filmde ne olur? yönetmen size planlar ile belli şeyleri gösterir, siz onları kafanızda biriktirirsiniz ve uç uca bağladığınızda ortaya anlam çıkar. hatta öyle olur ki, bazı filmlerde bu gösterme işi gerçeğin temsiliyeti noktasına kadar düşer. planda görsel olarak algılanacak hiçbir şey yoktur. mizansen stereotipler üzerine kurulmuştur. bu sinemanın olabilecek en kötü halidir. haneke ise bunun tam tersi bir konum alıyor ve düşünme işlemine geçmeden önce görmeye çalış diyor. bunu da geniş açıda çekilmiş uzun planlarla yapıyor. filmin ilk 20 dk'sında neredeyse hiçbir şey anlaşılmaması tam da bundan. tek planda çekilmiş uzun sahneler var mesela. yaşlı adamın oynadığı georges karakteri gece otoparktan çıkıyor, diğer bir sahnede tekerlekli sandalyesiyle caddede ilerliyor, siyahilerle konuşuyor. iki sevgili messenger üzerinden yazışıyor, ilk başta kim olduklarını anlayamıyoruz. tüm bu muğlaklıkların bir amacı var. diyor ki yönetmen, seyirci olarak hazıra konma. enformasyonu kaşıkla ağzına vermemi bekleme. yargılamadan önce görmeyi öğren. ondan sonra gördüklerini film devam ederken bir bağlama oturt, eksik parçaları sen tamamla.

    tam da bu noktada, yaşlı adamın tekerlekli sandalyesiyle caddede ilerlediği o sahnenin saf zeka ürünü bir sahne olduğunu söyleyebilirim. adam caddede ilerliyor. sonra bir siyahi grubuyla konuşuyor. ne konuştuklarını biz duyamıyoruz. sokağın karşı tarafında duran üçüncü bir göz gibi izliyoruz sadece. siyahiler adamla konuşurken tedirginleşiyor. sonra yanlarına orta yaşlarda başka bir adam daha geliyor. yaşlı adam onlara saatini gösteriyor. burada neler oluyor? bakınız, enformasyonun ağzına kaşıkla çalınmasını bekleyen ortalama seyirci için bu sahne bir azaptır. haneke tam da bunu yapıyor. seyirciyi rahatsız ediyor. fakat tamamen faydacı nedenlerle. görmeye zorluyor onu. teknolojik ilerleme ile imgeye boğulduğumuz ve algılarımızın sönümlendiği bu çağda, görmeye. ilerleyen berber sahnesinde parçaları birleştirerek anlıyoruz ki yaşlı adam siyahi gruba saatini teklif ederek onu öldürmelerini istemiş, ya da bir silah istemiş. sinemanın güzelliği ve nasıl bir güç olduğu tam olarak böyle yönetmenlerin elinde ortaya çıkıyor işte.

    ------------arnheim'cı sinema anlayışı------------

    filmin yapısal kısmı üzerine bu kadar konuşmak şimdilik yeter diye düşünüyorum. biraz da içeriğe girelim. filmin derdi ne? bize ne anlatmaya çalışıyor? öncelikle sık tekrarlanan bir yanlış kanıyı düzeltmek istiyorum. film göçmen sorununa değinmiş ama yeterince işleyememiş diyenler olmuş. filmin göçmen sorununu anlatmak gibi bir derdi yok, bu orada sadece bir motif. asıl vurgulanmak istenen ve film boyunca etrafında dönülen konu birincisi burjuvanın dış dünyaya karşı duyarsızlığı, ikincisi ise artık zamana yenik düşerek kendi içinde dağılmak üzere oluşu. filmin temel izleği budur.

    küçük kızın snapchat görüntülerinden sonra, film şantiye'de duvarın yıkılmasıyla başlıyor. ve olay örgüsü film boyunca bu olayın etrafında gelişiyor. -duvarın yıkılması sembolik olarak burjuvanın çöküşü olarak da yorumlanabilir- önce isabelle huppert'in oynadığı anne karakterinin arabasında telefonla pierre ile konuştuğunu görüyoruz. ilerleyen sahnede ise anne avukat sevgilisi lawrance ile konuşuyor. bu esnada lawrance yemek yiyip televizyon izliyor. burası önemli çünkü haneke, zyvagintsev'in nelyubov filminde yaptığına benzer bir biçimde televizyonun yarattığı duyarsızlaşmaya karşı bir eleştiri getiriyor. sondan üçüncü paragrafta bu haber-anlam ilişkisinden bahsettim;
    (bkz: #71382910)

    televizyonda işçilerin greviyle ilgili bir haber dönüyor. burjuva medyası bu haberi greve rağmen shell'in üretimle ilgili bir sıkıntısı yok şeklinde verirken, lawrance ise tüm olup bitene karşı tek tuşla televizyonun sesini kısıyor.*ve anne ile aşk dolu bir konuşma yapıyor. haneke bu içerdeki arzu-dışardaki acı zıtlığını trajikomik bir şekilde seyirciye aktarıyor. dünyada, politik alanda ne olursa olsun, bireyin bundan uzaklaşması tek bir tuşa bakıyor. telefonu kapatmasının ardından ise evlilik programı izler gibi duyarsızca izlemeye devam ediyor televizyonu.

    yine benzer bir televizyon göndermesine filmin sonlarında rastlanıyor. küçük kız yani eva dedesinin odasına gidiyor. burada biraz konuşuyorlar. ikisi de birbirine sırlarını açıklıyor. yaşlı adamın sırrından anlayacağımız üzere film amour'un devamı. daha sonra yaşlı adam bir kuşun diğerini avladığını gördüğü bir anısından bahsediyor. televizyonda bunlar normal geliyor fakat canlı bir şekilde görmek oldukça sarsıcı gibi bir cümle kullanıyor. burada kuş-televizyon metaforu üzerinden burjuvanın duyarsızlığına karşı bir eleştiri yapılıyor yine ve hayatı televizyon ekranından izler gibi korunaklı alanlarından izlediklerini itiraf ediyor yaşlı adam.

    filmde laurent ailesinin neredeyse her karakterinin bir sorunu var. küçük kız ilaçları içip intihar etmeye çalışıyor. yaşlı adam defalarca intihar etmeye çalışıyor, her defasında başarısızlığa uğruyor. thomas çellistle karısını aldatıyor. çellistin ise ruhsal sorunları var. thomas'ın karısı olan annais aşırı silik bir karakter, kendisini ailede kocasının otoritesiyle var etmeye çalışıyor. pierre ise hayattan beklentisiz, haneke'nin ruhundan bir parça alıp burjuva ahlakıyla dalgasını geçiyor. ailede tek ayakta duruyor görünen karakter anne, o da en sonunda şirketi ipotek ettirip kenara çekiliyor. kısaca burada şunu demek istiyor haneke, o dışarıdan aristokrasi kılıfına bürünmüş şaşalı ve gururlu burjuvamız içten içe çöküyor. özellikle yeni nesilde;**bu çöküş daha da hızlanıyor ve daha belirginleşiyor. içinde bulunulan postmodern çağda 30'ların 40'ların anlayışıyla o soylu burjuva imgesini yaratmak ve bu çabanın ardından koşmak git gide zorlaşıyor. zaten son yemek sahnesinde de görüleceği üzere, artık o soylu unvan için yaşayan son neferler olarak yaşlılar kalmış. özetle herkesin kamusal alana teknoloji sayesinde rahatça girip çıktığı ve tüketim kültürü etrafında şekillenen benlik inşasında, içten içe sürdürülen o aristokratik nostalji artık son günlerini yaşıyor ve ailenin bu değişimin yarattığı gerilimi en yoğun yaşayan üyesi olan pierrein elinde alay unsuru haline getiriliyor.
    bkz: karaoke sahnesi- ardındaki dayanakları yıkılan burjuvanın nihilizme varması.
    bkz: pierre'nin evin hizmetçisini soylu biri gibi takdim etmesi.
    bkz: pierre'nin yemek davetine siyahi göçmenleri getirip onları takdim etmesi.

    tabi burada karakterlerin burjuva ahlakını ve köle ahlakını nasıl içselleştirdiklerine bakmakta da fayda var.

    --------------------burjuva ahlakı ve köle ahlakı-----------------------

    bu iki ahlak biçiminden bahsedeceğim lakin bunların temellerini uzun uzadıya anlatmaya yeterli vaktim yok. nietzsche okuyanlar bu iki tip ahlakı ve filmde nasıl cisimleştiklerini daha iyi anlayacaktır. okumamış olanların ise kafalarında belli bir intiba uyanacaktır.

    köle ahlakı ile başlayacak olursak eğer bu ahlakın filmde vücut bulduğu en önemli karakter evin işlerine bakan rashid karakteridir. daha filmin başlarında, ilk sahnelerden birinde karısı yaşlı adamın kahvaltısını hazırlamaktadır. rashid kahvaltıda bir eksik olduğunu farkeder ve karısını incir reçelini koymayı unuttuğu için hafifçe azarlar. ondan sonra ise şöyle der; "incir reçeli, beyefendinin en sevdiği yiyecektir". rashid bencil olmama ve kıt isteklilik üzerine kurulu olan köle ahlakını tam anlamıyla içselleştirmiştir. ötekinin arzusuna duyduğu sadakat kendi arzusunun çok çok önüne geçmiştir. yine kızının köpek tarafından ısırıldığı sahnede thomas ve anne küçük kızı görmek için evlerine geldiğinde rashid 'çok bir şey yok' diyip geçiştirir. esasında bir şey vardır fakat rashid efendilerine çok fazla masraf çıkartmak istemez ve onların arzularına boyun eğer. rashid kendisi için değil efendilerinin arzusu için yaşamaktadır.

    burjuva ahlakına ya da diğer bir deyişle efendi ahlakına gelecek olursak, bu ahlakın en yoğun biçimde vücut bulduğu karakter anne karakteridir. laurent ailesinin diğer üyelerine nazaran daha otoriterdir. işleri ve sorumlulukları kontrolüne alır, şirketi yönetir. ve karşı taraf eğer eşiti değilse, kibarlığın içine sinmiş bir buyurganlıkla konuşur. rashid ve anne'nin ikili konuşmalarına dikkat edilirse bu rahatlıkla görülecektir. köpeğin ısırdığı rashid'in kızını görmek için elinde bir paket çikolatayla *gelir. ve deyim yerindeyse küçük kıza bir rüşvet verir. ardından gitmek üzere kalkar ve "neyse ki bir şey yokmuş" der. bunun üzerine kızın annesi "evet bütün gün ağladı" şeklinde bir cevap verir ki o tokat izlerken benim yüzümde patladı desem yeridir. efendi, kölesine karşı herhangi bir empati geliştirmemektedir. tek derdi oluşabilecek hukuki sıkıntılara karşı önlemini almaktır. yine benzer bir durum duvarın yıkılmasında yaralanan işçi ile laurent ailesinin avukatla görüştükleri sahnede görülür. bu sefer avukat burjuva ahlakını sahiplenmiş ve efendilerin temsiliyeti görevini üstlenmiştir. önce laurent ailesinin vermek zorunda olmamasına rağmen oluşabilecek zararlar için 35 bin euro teklif ettiğini söyler, daha sonra ise "pierre'nin yumruklanmasını savcı henüz bilmiyor. bunu öğrenip öğrenmemesi size bağlı aman ha" diyip tazminat davası açmamaları için şantajla konuşmasını bitirir. burada 35 binlik meblağ çikolata paketi gibi kölenin suratına fırlatılmaktadır.

    efendi ahlakının bir başka belirtisi ise thomas'ın* görüş saati dışında hastanedeki eski karısını ziyaret etmek için toplumsal statüsünü ve hiyerarşik ayrıcalığını kullanmasıdır. başkası için kapalı olan kapılar thomas için açılır ve hastayı ziyaret ederler. tabi bu sahne sinematografik açıdan da önem taşıyor. diğer yönetmenlerin close-up ve ters açı ile sündüre sündüre verdiği dram sahnelerini haneke geniş açıda tek bir plan ile verir. thomas ve eve'nin odaya girip çıkmaları 30 sn dahi sürmez. gerçek sarsıcıdır.

    --------------------burjuva ahlakı ve köle ahlakı-----------------------

    filmin sonu gerçekten de mutlu sonla bitiyor. mutlu olmayı en yüksek yaşam gayesi haline getirmiş ve peynirin peşinden koşar gibi başka hiçbir şeyi düşünmeksizin oradan oraya koşup mutluluğu arayan postmodern insana, mizahi bir selam çakma ile bitiriyor filmini. sanırım yazının genelinden de anlaşılacağı üzere film hakkındaki olumsuz görüşlere katılmam pek mümkün değil. ne yazık ki bir şeyi anlamadığımız zaman onu direkt olarak kötü olmakla suçluyoruz, eksikliği hiç kendimizde aramıyoruz. bu film sanat sinemasında dahi ana akım dışı kalabilecek bir filmdir. yarım ağızla izlenecek bir film değildir. "ondan da bahsetmiş, bundan da mehehe" denilebilecek bir film hiç değildir. üzerine oturduğu bir ana bağlam vardır, kullandığı bir takım mekanizmalar vardır. "haneke düşüşte :(" tadındaki üç cümlelik yorumlar tam da haneke'nin eleştirdiği birey tipinin bir tezahürüdür.

    "siz bakıyorsunuz, ama görmüyorsunuz."

    filmin teknik değerlendirmesine gelecek olursak eğer, haneke her zamanki gibi minimalist sinema anlayışını devam ettirmiş. gerekmedikçe planı değiştirmiyor. sahneler mümkün mertebe geniş açı ve görüntü yönetimi de çok başarılı. başta da belirttiğim gibi dikey telefon görüntülerini ki bu oldukça devrimci bir iş, filmin içine yedirmiş. birkaç sahnede barizce aksı kırıyor ki bunun da bilinçli olduğunu düşünüyorum. filmin mekansal kullanımı çok iyi. özellikle sahil sahnesini, eve'nin büfeden içecek aldığı yerleri çok beğendim. çok doğaldı.
    iki tane kız bir şeyler alıp geçiyor, ordan hop başka birileri geliyor. özetle haneke yine sadece haneke'nin çekebileceği bir film çıkarmış ortaya. cesaret işi olan bir film. içinde anlaşılmama tehlikesi barındıran fakat aslında her noktaya layıkıyla nüfuz eden ve seyircinin üstüne üstüne giden bir film. patlamaya hazır bir bomba gibi.

    genel puanım: 8.1
  • -spoiler-

    büyükbabanın, ölmesine yardım etmeleri için siyahi göçmenlerden yardım istemesi. fransız bir beyazla birkaç siyahinin konuştuğunu gören ve mutlaka ters giden bir şey olmalı diye düşünen başka bir beyaz fransız vatandaşının merakla konuşmaya müdahil olmaya çalışmasının ardından büyükbaba tarafından hemen kovulması. ne müthiş bir sahneydi. filmin tüm özeti bu sahneydi sanırım. burjuva bir beyazın, ölüm gibi pis bir işe ancak ikinci sınıf siyahilerin bulaşmak isteyebileceğini düşünmesi ve bu işe bir beyazı asla sokmak istemeyişi. aslında yardım istediğiniz insanları bir yandan da garip bir yöntemle küçük ve aşağı görmeniz. böyle rahatsız edici bir sahneyi anca haneke çekebilirdi zaten.

    işin tuhaf tarafı ise büyükbabaya sonunda yardım eden kişinin malikaneye bir göçmen gibi dışarıdan gelen on üç yaşındaki torunun olması.

    -spoiler-
  • filmi izledikten sonra bir huzursuzluk hali çöktü üzerime. sanki eksik kalan bir şeyler vardı. izlediğim diğer haneke filmleri gibi açık bir gerginlik değil sinsi bir huzursuzluk yaşarken buldum kendimi. aslında önceki filmlerinden tanıdık temalar da vardı, sevdiğim bir yönetmendi ama eksik kalan bir şeyler vardı. asıl beni huzursuz eden kaynağı bulmam ve filmi takdir etmem biraz zaman aldı. o yüzden, beğenmedim demeden ve sert eleştirilere girişmeden önce kendinize biraz zaman tanımanızı öneririm.

    -- spoiler ---

    filmde işlenen genel temalar aklıma haneke'nin eski filmlerini sık sık getirdi. azınlık ve sınıf çatışmaları filmde kör göze parmak niteliğinde iki sahnede işlenmiş. birincisi, dede georges'in doğum günü partisinde pierre'nin evin hizmetlisi jamila'yı, "jamila bizim faslı kölemiz. gerçek bir inci..." sözleriyle anlatması. ikincisi ise, finaldeki yemeğe getirdiği siyahi göçmenleri bu sefer çok daha şiddetli bir gerçeklikle ve başlarından geçen olaylarla tanıtması aklıma yönetmenin eski filmlerinden kent üçlemesinin* son filmi 71 fragments of a chronology of chancegetirdi. bir diğer tanıdık tema ise, görüntü kaydı fetişizmi diyebileceğimiz teknoloji kullanımı. film mahrem bir alanda*hazırlanan* bir kadının izinsiz bir şekilde görüntülü olarak kaydedilmesiyle başlıyor. bu başlangıç kent üçlemesinin ikinci filmi olan benny's video'ya gönderme niteliğindeydi. karakterlerin benzerliği ve dede georges'in eşini boğarak öldürdüğünü anlatması filmde işlenen parçalanmak üzere olan bir ailenin pamuk ipliğine bağlı hali, yaşlanmanın acizliği, karakterlerin intihara meyilli halleri ise yönetmenin bir önceki sakin ama sarsıcı filmi amour (2012)'u gülümseyerek hatırlamama neden oldu. hatta bu ortak temaların ve göndermelerin tek bir film altında toplanışı bana çok ilginç geldi. hatta, yönetmenin yaşını da düşününce acaba haneke'nin son filmi mi? ya da ansızın gelebilecek ölüme yönelik bir derleyip toparlama gibi varoluşsal bir çaba mı? diye bile düşünmeye başladım.

    --- spoiler ---

    filmi izledikten sonraki eksiklik hissimi tamamlayan, benim için filmi daha anlamlı hale getiren ise eve karakteri oldu.

    --- spoiler ---

    eve sanki gözleriyle gerçekler arasına bir yönetmen edasıyla ustaca bir ekran yerleştiriyor. filmin açılış sahnesi bir telefon kamerasından yapılan çekimle başlıyor. sonradan bu kamerayı tutan elin eve'a ait olduğu ve çektiği kişinin ise annesi olduğu anlaşılıyor. kamerayı hamsterı pips'e çevirdiği sahnede yer alan yazılı anlatım ise oldukça ilginç;

    "selam millet, bu benim hamsterım pips, bir buçuk yıldır benimle. aynı hapları yemeğine henüz koydum. annem onu depresyonu için aldı. bakalım ne olacak. artık ona daha fazla katlanamıyorum."

    bir an için bu anlatım bana katlanamadığı canlının hamsterı olduğunu düşündürsede devamında annesinden bahsettiğini, annesini babası ile boşanmaları yüzünden suçladığını ve kendisine eziyet ettiğini düşündüğünü anlatmaya başlıyor. tam da bunları anlatırken hamster ölüyor.
    sonra kamerayı gizlice annesine çeviren eve, annesinin onu dinlemediğini, onunla konuşamadığını anlatmaya devam ediyor. bu esnada mutfakta yemek hazırlayan annesi ayağa kalktığı an sendeliyor. kamerayı annesine tekrar çevirdiğinde uyuyan kadının görüntüsünü anlatışı hamsterı ile benzer nitelikte;

    "birini susturmak ne kadar da kolay! şimdi ambulansı çağıracağım. artık aptal değil ve daha iyi biliyor."

    hamster üzerinde yaptığı deneyi başarıya ulaşan eve asıl katlanamadığı canlıyı, annesini, tereyağından kıl çeker gibi öldürüyor. annesinin ölümünden dolayı kimsenin "aklına masum, küçük bir kız çocuğunu" suçlamak gelmiyor. filmin devamında, bir duvarın yıkılmasıyla laurent ailesine yüzümüzü dönüyoruz ve böylece dikkatler eve'dan biraz uzaklaşıyor. sonra eve'in ailenin büyük oğlu thomas'ın kızı olduğunu öğreniyoruz. böylece, eve kendini laurent ailesinin içinde buluyor. film boyunca genellikle uyumlu bir kız çocuğu gibi davranan eve, toplumsal kurallara uyum sağlama ve kamufle olma konusunda bence oldukça iyi. gerçek benliği yalnızca birkaç konuşma ve video kaydında görünüyor. en çarpıcı olan konuşmalardan ilki, babası ile intihar ettikten sonra hastane odasında yaptığı konuşma;

    e: bilmiyorum.
    t: neden bir şey anlatmadın?
    e: ne?
    t: nasıl ne? mutsuz olduğunu, anneni özlediğini, yalnız olduğunu. bilmiyorum, başka bir şey daha var mı? senin yerinde olamayız.
    e: yani.
    t: ne yanisi?
    e: sen çok uzaklardaydın.
    t: seni çok seviyorum. bana inanmalısın. beceriksizin tekiyim ama seni seviyorum.
    e: anais'den ayrılınca beni yanında götürür müsün?
    t: ne?
    e: beni yanında götürür müsün?
    t: nereden çıktı bu saçmalık neden anais'den ayrılayım?
    e: yetişkin olmama daha dört yıl var. bakımevine gitmem.
    t: ne diyorsun? neden bakımevine gidesin?
    e: tamam.
    t: ne demek tamam? aklını mı kaçırdın? seni seviyorum kimse seni bakımevine koymak istemiyor, nasıl böyle bir şey düşünebiliyorsun?
    e: anais'den ayrılınca beni yanında götürür müsün?
    t: seni hiç bir yere götürmeyeceğim, çünkü anais'den ayrılmayacağım. tamam mı? artık düzgünce konuşabilir miyiz?
    e: telefonda dediklerini duydum. plajda... ve her şeyi okudum.
    t: ne?
    e: e-postalarını okudum.
    t: ne e-postası?
    e: baba, lütfen. kes şu şaklabanlığı. kimseyi sevmediğini biliyorum. annemi sevmedin, anais'i sevmiyorsun, claire'i sevmiyorsun. beni de sevmiyorsun. bununla bir sıkıntım yok. sadece bakımevine gitmek istemiyorum.

    böylece eve'in babasının yaşadığı yasak ilişkiyi gizlice öğrendiğini, on üç yaşında bir kız çocuğundan beklenmeyecek derecede kabullendiğini ve bunu çıkarları için kullandığını birden görüyoruz.

    benim için ikinci ilginç konuşma ise, dede georges ile arasında geçen konuşma. georges'in eşini boğduğunu anlatması üzerine eve'da geçmişine dair bir anısını anlatmaya başlıyor;

    e: bir keresinde okul arkadaşımı zehirlemeyi denedim.
    g: ve?
    e: sonunda...tam olarak zehirlemedim aslında. babam kaybolduğu zaman, annem beni yaz kampına göndermişti. sessiz olmam için lexomil vermişlerdi. günde iki hap almalıydım. hiç istememiştim. orada sevmediğim bir kız vardı. her gün yemeğine ilaçları karıştırırdım. onun her geçen gün gittikçe sessizleşmesini izlemek eğlenceliydi. bir gün olduğu gibi yıkıldı kaldı. onu muayene ettiler ve durumu öğrendiler.
    g: sonra ne oldu peki?
    e: hiçbir şey. kamptan ayrıldım.
    g: ve eve geldin?
    e: evet.
    g: peki. üzülmüş müydün?
    e: çok değil. evet. evet üzülmüştüm. çok geç. kız iyi hissetmiyordu ve bunda onun kabahati hiç yoktu.

    böylece aslında eve'in başkalarına zarar vermeye çok erken yaşlarda başladığını, aslında bundan rahatsız olmadığını sadece beklenen rolü oynayarak rahatsız olmuş gibi davranmaya başladığını görmüş oluyoruz. georges de bunun farkına varmış olacak ki intiharı kendi denemekten, berberden ve zencilerden yardım almaktan vazgeçtiği anda eve'dan yardım istiyor. büyük bir soğuk kanlılıkla, georges'a yardım eden eve'in kamerası dalgalar arasına bıraktığı yaşlı adamı çekmek için tekrar çalışmaya başlıyor. böylece, film boyunca verilen tüm mesajlara ek olarak, henüz 13 yaşında olan ve büyümekte olan bir sosyopatın gelişimini izlemiş oluyoruz.

    --- spoiler ---

    tüm bunların sonunda ise gözümüze ilk çarpanlar, algımıza ilk takılanlar dışında haneke'nin çok katmanlı ve iyi bir yönetmen olduğunu bir kez daha düşünmemek elde değil.

    edit: ufak tefek imla hatalarını düzenledim.
  • fragman, detaylı bilgi ve analiz için link

    filmekiminde ilk seansı ile türk bekleyenlerine dün akşam kavuşmuştur.

    filmi ikinci, hatta üçüncü kez izledikten sonra doğru yorum yapılabilir. ancak on gözlemleri aktarmadan olmayacak.

    film hakkında göze çarpan ilk şey haneke’nin tüm bilgi, tecrübe ve ustalığından sonra artık daha teknik çalıştığı. yani kolaya kaçıp da seyirci ile birebir özdeşleşen filmler yapmıyor. zira filmografisinin tamamını izlemiş biri olarak, seyirciye bu açıdan en uzak ve muğlak filmi olmuş diyebiliriz. teknik konusunu basitçe açmak gerekirse;

    kamera açıları: bu konuda zirveye ulaşmış diyebiliriz. haneke’nin bu konudaki sözlerini hatırlayalım: “sahnenin her anında kamerayı yakın plan tutup her şeyi göstermektense, gerektiği yerlerde (özellikle şiddet sahnelerinde) uzakta kalıp orada konuşulanları ve yaşananların yorumunu seyirciye bırakmak, her zaman seyirci üzerinde daha kuvvetli bir etki bırakır. hatta yönetmenin yakın kamera ile çekebileceği en sert sahneden daha vurucudur kesinlikle.” filmde bunla ilgili birçok sahne var, özellikle dayak sahnesi, kumsal, vs. diğer yandan içine dahil olmamızı istediği ya da uzaktan izlememiz gereken tüm sahnelere başarıyla karar vermiş.

    müzik: yine haneke’nin bakış açısına göre seyirciye yansıtmak istediğiniz duyguları müzik ile dayatmak her zaman kolaya kaçmaktır. ve yeterince iyi olmayan sahnelerin yamasıdır adeta müzik. tabii ki doğru kullanılmadığında diye ekler. özellikle arka planında her daim müzik olan filmlerden bahsediyor burada. filminde de yanlış hatırlamıyorsam sadece 1 sahne var müzikle. jenerikte de müzik yok.

    filmin konusu ile ilgili de şimdilik kısaca değinelim; fransa’daki göçmenlere dokunuyor, burjuvalara, kapitalizme, teknolojiye dokunuyor, insan ilişkilerine ve aile içindeki rollere dokunuyor, ve elbette ki haneke, insan psikolojisine de dokunuyor.

    ps: jean louis trintignant ve ısabelle huppert ile amour’a yaptığı gönderme çok tatlı olmuş.

    dün (29.09.2007 – filmekimi) salonun tamamen dolu olmasına ve uzun kuyruğa rağmen, filmin 10. ve 40. dakikasında çıkanlar oldu. yani, seyirlik bir film, dinlenirim, filmekimi’ne katılmış olurum beklentileri ile gidenler üzülebilirler. çok kolay izlenmiyor, akıcı değil diye şikayet edilmemeli. en basit tabiri ile bir sanat filmi, festival filmi bu. haneke’nin ustalığını filmin her karesinde tatmak isteyenlere daha çok hitap ediyor kısacası. iyi seyirler.

    fragman, detaylı bilgi ve analiz için link
  • sosyal mecralarda hani böyle daldan dala atlanır ya,
    onun facebook profili, diğerinin story'si, bir başkasının tweet'i..

    haneke de dijital dünyaya, bu filmdeki kurgusuyla selam çakmış..

    bu arada fantine harduin'e dikkat..
    natalie portman'ın leon'da oynadığı yaşta,
    umarım kariyeri de öyle parlak olur..
  • almanya'da bir tuvalet kagidi markasi. süpermarkette gülmekten yerlere düsürür, süründürür insani, ilk görüldügünde.
hesabın var mı? giriş yap