• her mahallede, evlerin altına pıtrak gibi üçer beşer açılan, üzerinde bir sürü tuş bulunan tasarım yoksunu dikdörtgenimsi vestel teybin, arabesk şarkıların, ufak dandirik kırmızı su ısıtıcısının, otuz beş yaş üstü babacan patronun, mini mini ortacı, çalışkan overlokçusunun, genelde dikiş işlerinin verildiği mangal yürekli, hayatın sillesini yemiş anaç ev hanımının, ergenliğe adımını yeni atmış duygu yüklü koca adamların * ve ufak kardeşlerinin, yüzünde her daim 'ben böyle hayatın mına koyim' hüznü barındıran yirmi altılık genç kızlarının demirbaş listesini oluşturduğu kompleks mekan. yaz aylarında her sosyal yapıdan canlının simbiyoz yaşam sürdüğü ortak payda. doksanlarda altın devrini yaşamış, 2001 krizinden sonra ise tek tük kalmışlardır.

    ayrıca (bkz: konfeksiyon atolyesinden gelen sesler)
  • icerisinde ayakcilarin, ustalarin, juki, brother marka diki$ makinesi techizatinin, hala ya$ayabiliyorsa cansev gibi eski makinelerin de yer aldigi mekanlar..

    kenarda ko$ede yigili montlar ve donemine gore $ortlar, mavi$ okul onkukleri, elyaflar, kuma$lar..

    overlok makinesi veya makineleri, tabi ki overlokcu, atolyenin ebatiyla orantili utu makineleri, eger i$letme birazcik olsun buyukse bir son utucu de rahatca bulunabilir.
  • bu atolyelerde, saglamligi ispatlami$ seksenlerin sonu doksanlarin ba$i bir teyip, bir kasetcalar bulunur.. gun icinde kral fm, imbat fm calar bol bol.. eger hatun cogunlugu varsa daha populer muzik yapan radyo kanallari dola$ir..

    ayakcilar adi ustunde ayakta, ellerinde cevrilen cepler; ya da makasla ayiklanan yaka kenarlari..

    havada bol kuma$tan kalkmi$ toz, 80'lerin heavy metal'i tadinda distortion ses ureten diki$ makineleri.. aradan siyrilan overlok'a ozgu o ses..
  • ba$ka i$letmelerde zor bulunabilecek turden bir i$aretleme ta$i (daha resmi adi olabilir, unuttum) duvarda cevre imalatcilardan birinin bastirdigi iki sene oncesine ait takvim..

    masadan masaya cep telefonu muhabbeti ya da haftasonu oynanan okeye kritik yapan cali$anlar..
  • ko$ede dikili duran el arabasi, raflarda bekleyen diki$ iplikleri, orme lastikler..

    konfeksiyon atelyesinde su, ortak bardaktan icilir. (yani pratikte $i$eyi kafaya dikmekten farki yoktur) normal zamanda cay muessese dahilinde imal edilirken yogun zamanlarda caycidan soylenir.
  • genelde bodrum katlari (yeni nesil emlakci terimiyle bahce kati) kendilerine mekan edinmis, kucuk tekstil imalathaneleridirler. kumas, makine yagi, toz, utu buhari ve tuvalet kokularinin karisimindan olusmus kendilerine has bir kokulari vardir.

    genelde sabah 8:00'de baslayan mesai ile birlikte kral fm veya benzeri arabesk(kimi zaman kivircik ali tarzi halk muzigimsinin de dinlendigi olur) yayini yogunluklu bir radyo kanali acilarak aksam 19:00'daki mesai bitimine kadar acik tutulur.

    1 saatlik oglen arasi, kucuk atolyelerde evlerde, buyuklerinde ise isyerinde yemek yenmesiyle degerlendirilir. bunun disinda oglen arasinin boldugu mesai suresinin bolunmus her parcasinin ortasinda yarimsar saatlik cay arasi verilir. konfeksiyon kizlari ile konfeksiyon delikanlilari arasindaki sehvetli asklar bu aralarda filizlenir.
  • yasal uyarı: bu bir iç döküntüsüdür.

    kimi zaman eve uzak yoldan yürüdüğüm zamanlarda bodrum katı tekstil atölyesi olan yerlerden geçiyorum. güneşli'de yapıların bodrum katları çoğunlukla konfeksiyona ayrılır. gece yürürken bile içeriden ütü yapan insanların eşlik ettiği arabesk parçalar sokağa taşar sessizce.

    ben henüz onbir oniki yaşlarındayken, nedendir bilmiyorum tekstil fabrikasında çalışmak, konfeksiyona gitmek yaz tatillerinde kuzenlerim arasında bir modaya dönüşmüştü. “bak şu şu kadar kazanıyormuş, şuna erzak kolisi bile vermişler” gibi söylenceler dolaşırdı akrabalar ve komşular arasında.

    bunların gerçekten yaşamak adına önemli şeyler olduğunu bilmiyordum o zamanlar. bir kadın vardı, ne kadar çok insan toplarsa o kadar komisyon kazanıyordu. gündelik çalışan genç ve ucuz işçi. ortacılar, paketlemeciler, temizlemeciler. tüm kuzenlerim çalışmaya gidiyordu, ben sokakta tüm gün oynadıktan sonra onların geliş saatlerine yakın oturup onları bekliyor ve geldiklerinde konfeksiyon dedikodusu dinliyordum. benden dört beş yaş büyük olmalarına karşılık, sanki hepsi çok büyüklermiş gibi hissediyordum.

    içlerinde en meşhur olanı intem gibi bir yerdi sanıyorum o zamanlar. öyle ki, kafamda tıpkı bir kitapta okuduğum bir yerin düş hali gibi bir yeri bile var intem'in. çocukken ne meraklıymışız büyümeye, büyük insan gibi yaşamaya, para kazanmaya, yaşamaya çalışmaya. fakat şimdilerde, çocukken hayal ürünü gibi gelen o şeylerin gerçek dünyadaki karşılığını görüyor ve bundan büyük bir hüzün duyuyorum.

    ne zaman bir konfeksiyon atölyesinin önünden geçsem ömrünü orada geçiren insanların hayatlarını düşlüyorum. sonra diğer insanların da hayatlarının bundan pek farklı olmadığını görüyorum. sonra hayatında bunlara hiç tanık olmamış insanlarla birlikte oturduğum loş ışıklı masada kapitalizm ya da liberalizm güzellemesi dinliyorum.

    bu sınıflararası uçuruma her gün düşüyorum. ve tüm bunlar kamburuma yük olmaktan başka hiçbir şey yapmıyor. ölümden beter yaşamlardiye bir kitap okuyorum şu sıralar. o da tüm bu tanıdık anları yeniden gün yüzüne çıkarıyor. bir zamanlar örgütlü olan insanların dahi hapse girip çıkıp sonrasında kendilerini nasıl uzaklaştırdığına bile değiniyor. içlerinde hala devrimin geleceğine inananlar da var. ama genel olarak bakıldığında, her bir yaşanmışlık gerçekten ölümden beter dedirtiyor insana. biri ölüyor, arkasından kurtuldu deniyor.

    hala devrimin konuşulduğu, sosyalist bir yaşamın mümkün olduğuna inanılan masalara da oturmuyor değilim. hatta bunların sayısının daha fazla olduğu bir bağlama sahip arkadaş çevrem. fakat ben kendi içimde neyi düşünüyorum. aradaki bu derin uçurumun hangi kıyısındayım bilmiyorum.

    gündelik hayatımız bu kadar ideolojilere bağımlıyken, her davranışımızın teorik bir karşılığı varken, nasıl gerçek bir yaşamın peşinde olabileceğim bilmiyorum.

    bir başkasının yaşamını görmek, onun farkına bile varmadığı yaşamının yorgunluğunu görmek bile beni bu yaşamdan dışarı itiyor. bu yüzden diğer insanlardaki bu yaşama isteğini hiçbir zaman anlayamıyorum.

    geçenlerde uzun zaman sonra pazara gittim. bütün insanlar o kadar yaşamın içinde ki, tüm ekonomik kaygılara ve tüm dertlere rağmen herkes hala yaşamak istiyor. kadın alt tarafı halka tatlısı alacak, en güzelini “yok şu taraftakinin altındaki” diye tarif ediyor. adam anlamıyor, ama kadın hala istediği tatlıyı almakta ısrarcı. ben rastgele bir tezgahtan salatalık seçiyorum, kadın önce leğenin altındaki fiyat kartonuna bakıp tezgah değiştiriyor.

    herkes yaşamının en ufak anını bile planlı yaşıyor. bu ekonomik kaygılarla da olabilir, daha iyi yaşamak kaygılarıyla da. ama herkesin yaşamda elde etmek istediği bir şey var. ve bu uğurda çabalıyorlar. bir kadın kızının saçına kırk toka takmış, allayıp pullayıp öyle giydirmiş onu. güzelleştirmek için bir çaba sarf etmiş. demek ki geçmişte kimse onun güzel olması için uğraşmamış, kendini güzelleştirmek için çabalamamış hiç.

    öyle ya da böyle, herkesin bir yaşama kaygısı var. bunun üzerine hiç düşünmemiş olsalar bile. her şey o kadar pratik ilerliyor ki, bu gündelik hayatın coşkusunu anlayamıyorum.

    çatımız bok gibi, seramik karolar aşınmış halde. derzleri temizlenemeyecek kadar kirlenmiş. bu çirkinliğe rağmen annem burada tam 38 saksı bitki yetiştirmiş. şehir dışına gitti, ilk söylediği ve istediği şey çatıdaki çiçekleri sulamam oldu.

    çatıya çıktım. başka insanların çatılarını izledim. kimileri martılara artık yemekler koymuş, kimileri çatısına bir ampul takmış. beyaz çamaşırların asılı olduğu çatıda da bir kadın yünlerini sopalıyordu. kim bilir kaç yaşında, ama hala gelecek kış yatacağı yorganın yünlerinin kabarık olmasını önemsiyor.

    ben hep kendimi yaşamayı ve kendim olmayı biliyorum-en azından bunu elde etmeyi önemsiyor ve kendim olmak için yaşıyorum diye avuttum. oysa o basit günde bile anladım ki, bu yaşam karşısında hiçbir bok bildiğim yok. tıpkı konfeksiyon atölyelerinin önünden geçerken anladığım gibi.

    bu yaşam karşısında ne yapabileceğimi bilmiyorum. yaşamın hangi köşesine kendimi konumlandıracağımı bulamıyorum. her gün başka uçurumlardan aşağı bakıyor, fakat aşağıya atlamıyorum.

    bir keresinde bir mektupta arkadaşıma şöyle bir şey yazmışım: bu ülkede sorunlardan kaçabilmek mümkün değil. akademik sorunlardan kaçıyorum, karşıma duygusal sorunlarım çıkıyor, onlardan kaçarken de toplumsal sorunlar yüzüme çarpıyor.

    yine kendi eve dönüş depresyonumu yaşarken, toplumun büyük gerçekliğiyle karşılaştığım bir geceydi. en azından iç döküntülerimi buraya serebiliyorum.
  • mesai bitiminde tum cali$anlar tuvalete giderler, saclarini fiyakali tarayip oturduklari semte gidi$ yolu icin hazirlanirlar..

    (bkz: kadifekale)
    (bkz: cumhuriyet mahallesi)
    (bkz: gultepe)
  • mahalle aralarında bulunanlar makine sesi nedeniyle rahatsızlık vermektedir. türkiye'de hala mahalle aralarında sanayi üretimine izin verildiğini görmek ülkemin geri kalmışlığına işarettir. siz para kazanacaksınız diye bizi rahatsız etme gibi lüksünüz yok.

    (bkz: mahalle arasında tekstil atölyeleri)
  • çocukken kötü notlar aldığımda babamın beni vermekle tehdit ettiği işyerleridir.

    neyse, vermedi, okuduk. şimdi bu kadar okuyup bu kadar çalışmama isyan edip keşke verseydiniz diyorum arada.
hesabın var mı? giriş yap