• bu filmi yavaş yavaş incelememiz gerekiyor; çünkü içinde pek çok meseleyi barındırıyor. bunları bilmeden izlemeye çalışırsak filmi sıkıcı bulabiliriz. o yüzden elimden geldiğince filmin derinine inmeye çalışacağım.

    ilk olarak filmin çıkış hikayesiyle başlamak istiyorum. madem film, senaristlerin tarafını tutuyor. ben de mank filminin senaristiyle başlayayım. filmin daha başında jack fincher ismini görünce bu ismin david fincher'ın kardeşi olabileceğini düşünmüştüm; çünkü o an aklıma nolan kardeşler düşüvermişti. christopher nolan'ın kardeşi jonathan nolan da abisi kadar yeteneklidir malumunuz. ama jack fincher konusunda yanılmışım. meğerse david fincher'ın babasıymış. filmin senaryosunu 1990'larda yazmış ve oğlu david senaryoyu, the game (1997) filminden sonra çekmeyi planlıyormuş. hatta filmin baş rolleri için aklında kevin spacey ve jodie foster'ın isimleri varmış. fakat senaryo bir türlü bir filme dönüşememiş. bunun sebebi olarak da david fincher'ın filmi siyah beyaz çekme konusundaki ısrarı gösteriliyor. 2003 yılında baba fincher hayatını kaybediyor ve aradan tam tamına 17 yıl geçtikten sonra oğlu, babasının senaryosunu bir filme dönüştürebiliyor.

    peki film, ilhamını nereden alıyor, daha doğrusu gücünü. sonuçta sağlam bir iddia ortaya atıyor. citizen kane (1941) gibi sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış bir filmin, büyük ölçüde gücünü borçlu olduğu muazzam senaryosunu, orson welles ve herman j. mankiewicz (mank)'in birlikte yazmadığını, senaryonun büyük ölçüde bizim mank'e ait olduğunu söyleme cesaretinde bulunuyor. bu iddiayı ilk olarak dile getiren kişi de pauline kael adında kadın bir sinema eleştirmeni. 1971 yılında new yorker'da raising kane isimli oldukça uzun makalesinde kısaca, orson welles'in isminin senaryo yazarları arasında yer almayı hak etmediğini söylüyor. tabi bu iddia o zamanlar büyük bir tartışma yaratıyor. zaten söz konusu tartışma hala bitmiş değil. herkesin kendince bir görüşü var. fincher'ın kimin tarafını tuttuğu ise apaçık ortada.

    şimdi gelelim filmin geçtiği döneme. ilgili dönem üzerinden hollywood'da ve amerika'da neler yaşandığına bir bakalım. film, 1930 ile 1940 yılları arasında gidip geliyor. filmin düz bir anlatısı yok. kimi zaman 30'ların sonuna kimi zaman da 30'ların başına gidiveriyoruz. 30'ların başını az çok biliyoruz aslında. 1929 büyük buhranıyla birlikte sadece amerika değil tüm dünya, geçmesi zaman alacak feci bir ekonomik çöküşe adım atmışlardı. filmde buna pek çok yerde vurgu yapılıyor. sinema emekçileri bir bir işlerini kaybediyor. büyük patronlar ise ceplerinden para kısmamak için oscar heykelciğini hak eden sahtekar bir performansla çalışanlarından acı reçeteyi içmelerini talep ediyor. kendileri para kazanmaya devam ederken; emekçiler maaşlarının yarısından bir süreliğine vazgeçiyor.

    filmde sadece 1929 büyük buhranının etkilerini görmüyoruz. sesli sinemaya geçişin de sancıları hissedilmekte. hollywood sesli sinemaya ilk defa 1927 yılında the jazz singer filmiyle geçiş yapmıştı. 1930'lardan sonra da hemen hemen tüm filmler artık sesli çekiliyordu. tabi sessiz sinemaya hakim olan oyuncuların bir kısmı bu döneme ayak uyduramadı. the artist (2011) filmi bu geçiş dönemini muazzam anlatmaktadır. o dönemde yaşananları merak edenlere izlemedilerse bu filmi hararetle tavsiye ederim. birileri bu tarz sancılı geçiş süreçlerinden zarar görüyorsa emin olun bir başka grup da bu süreçten illa ki karlı çıkacaktır. yüzde yüz karlı çıkmasalar da senaristler bu geçiş döneminin şanslı gruplarından biri oluveriyor. çünkü oyuncular artık konuşacaksa haliyle onların ağzından çıkacak etkileyici cümlelere ihtiyaç duyuluyor. yani seyirciyi ekrana kilitleyecek büyüleyici diyaloglar kullanılması ve iz bırakıcı hikayeler anlatılması gerekiyor ve senaristlere gün doğuyor.

    tabi sadece bunlar yaşanmıyor. yine o yıllarda almanya'da hitler tehlikesi beliriveriyor. hatta hitler'in tartışıldığı o muhteşem sahnede kimse hitler'i ciddiye almıyor. birkaç yıl içerisinde hitler’in gücünü kaybederek kaybolup gideceği söyleniyor. bunların konuşulduğu dost meclisinde aksini söyleyen tek kişi ilginç bir şekilde mank oluyor. zaten film boyunca mank'in ince zekasına ve akıl dolu dokunuşlarına maruz kalıyoruz. film, çok açık bir şekilde her konuda mank'in yanında olmamızı istiyor. zaten filmin isminden de mütevellit tüm filmin ona adandığını görmemek aptallık olur. bu, bence filmin zayıf yanlarından biriydi. mank, fazlasıyla sempatik ve akıllı. neredeyse kusursuza yakın resmedilmiş film boyunca. alkolik olması bile onu küçük düşürmeye yetmiyor. film, kesinlikle onun tarafını tutmamızı ve onu sevmemizi bizden bekliyor. bana kalırsa fincher, mank karakterine çok duygusal yaklaşmış.

    bir de sosyalizm meselesi var tabi. size garip gelecek ama sosyalizm fikri, ikinci dünya savaşından önce amerika'da oldukça yaygındı. savaştan sonra sovyet'ler ile giriştikleri soğuk savaş'tan ötürü amerikan sosyalistleri bir anda ülkede "içimizdeki düşmanlara" dönüşüverdiler. hollywood’da bile 1930’lu yılların başından itibaren sosyalist ve hatta komünist fikirler ciddi bir karşılık buluyordu. buhran sonrası artan sömürü düzeni hollywood'u da fikren etkilemişti. hatta filmde california valiliği için yarışan sosyalist adaydan da bahsediliyor. sosyalizmin amerika'nın ne denli içine girdiğini siz düşünün artık. fakat ikinci dünya savaşından sonra amerika'da büyük bir cadı (komünist) avı başlıyor. hollywood da bu avdan nasibini alıyor. hollywood'daki komünist yazar, yönetmen ya da oyuncuları tespit etmek için bir komite oluşturuluyor. hatta kendisi de eski bir sosyalist olan kayserili elia kazan, bu komiteye arkadaşlarını ihbar ediyor ve tek tek isimlerini komiteye veriyor. mesele çok uzun olduğu için bu konu hakkında daha fazla yazmayacağım.

    filmde yukarıda bahsettiğim tüm konulara ucundan değiniliyor. bunları bir türlü derinlemesine göremiyoruz. fincher, mank karakterine kafayı o kadar çok takmış ki yukarıda saydığım onca önemli meseleyi bile etkileyici bir şekilde filme yedirmeyi başaramamış. konuların hepsi şöyle bir gündeme geliyor ve ardından kayboluveriyor. o yüzden filmi genel olarak fincher'in diğer muazzam filmlerine göre zayıf buldum. fakat filmin muhteşem sinematografisine ve akıp giden olağanüstü diyaloglarına da hayranlığımı belirtmeyi borç bilirim. sonuçta kameranın arkasında fincher gibi bir isim var ve ondan her şeyiyle kötü bir film bekleyemezsiniz.
  • netflix ilk orijinal yapımlarını üretmeye başladığında bu sadece yönetimsel bir strateji olarak görülüyordu. streaming büyüme potansiyeli olan bir alandı. bu nedenle sinema alanında çok daha büyük şirketlerin kısa sürede altyapılarını kurup geleceği belliydi. bu durumda her şirket kendi yapımlarını yayınlayacaktı ve netflix yayın haklarını belli dönemler içinde aldığından elinde sadece kimsenin izlemek istemeyeceği kötü filmler ve diziler kalacaktı.

    bu durumu fark ettiklerinden olsa gerek adeta panikle üretime geçtiler ve her yeni diziyle birazcık daha ses getirmeyi başardılar. yine de bu diziler dönemlik işlerdi ve netflix üretim için hala bir outsider konumundaydı. bu nedenle örneğin bir hbo dizi yapmaya başlarsa onlarla rekabet edemezlerdi. bu durumu değiştirmek isteyen netflix daha büyük isimlere yöneldi ve david fincher'la anlaştı.

    bu ortaklığın ürünü olan mindhunter son zamanlarda yapılmış en sağlam dramalardan biriydi. bunun üzerine gelen martin scorsese filmi the irishman ise tam anlamıyla bir meydan okumaydı. çünkü sinema sektörünün uzun yıllardır bir araya getiremediği bir oyuncu kadrosu netflix yapımında buluşmuştu.

    netflix bir kere zirveye oynamaya başladıktan sonra belli ki burada kalmaya kararlı. çünkü david fincher'ın yaptığı mank, 2000'lerde çekilen oscar canavarı filmlerin mantığını takip ediyor. büyük prodüksiyon, çok ünlü oyuncular, dönem anlatımı gibi eski akademiyi kendisine hayran bırakacak bir çok ögeye sahip. ancak sinema izleyicisi olmanın bize öğrettiği bir şey varsa o da fikirlerin her zaman beklenen şekilde işlemediğidir. şimdi gelin yönetmenimiz bu hızlı dönem filminde neler yapmış bir bakalım.

    --- spoiler ---

    ilk önce david fincher ile başlayalım. fincher’ın gerçekten ilginç bir kariyeri oldu şimdiye kadar. genelde psikolojik gerilimler ile bilinse de biyografilerden animasyona kadar birçok alanda proje üretti ve bunların büyük çoğunluğunda başarılı oldu. bu da aslında yaptığı ilk dönem filmi değil. daha öncesinde benjamin button ile bu alanlara girmişti. ancak bu benjamin button’a göre daha sert ve hızlı bir hikaye. benjamin button biraz daha forrest gump havasında bir filmdi. mank’te ise hollywood’un yükselişe geçtiği, dedikoduların, ayak kaydırmaların, şirket içi politikaların hızlandığı, çok yüksek miktarda paraların döndüğü bir dönem anlatılıyor. yani tempo, fincher’ın diğer işlerine göre çok daha yukarıda.

    ancak fincher’ın bu duruma gayet iyi bir şekilde uyum sağladığını söyleyebiliriz. mesela “big shot” senaristlerin toplantıya gittiği sahne bu tür hızlı diyalogların sıklıkla kullanıldığı scorsese filmleri gibi bir tempoya ve akışa sahip. zaten film gücünü büyük oranda diyaloglardan alıyor fark edeceğiniz üzere. bu artık çok bariz bir konu bence. senaristler yazarları anlatmaktan büyük keyif alıyorlar. bu filmde de senaristin o aldığı keyif tüm diyaloglardan belli oluyor. çünkü ortalama bir insanın cervantes’ten örnek vermesi ya da şiirin bir parçasını ezberlemiş olması çok inandırıcı olmaz. ancak elinizdeki karakterin mesleği yazarlıksa istediğiniz kadar kafiyeli ya da dolambaçlı replikler yazabiliyorsunuz. neden? karakterin altyapısı buna müsait çünkü. bir de bu diyaloglar gary oldman gibi bir oyuncu tarafından canlandırılınca etkisi de artıyor haliyle.

    hazır buraya gelmişken biraz da oyunculuklardan bahsedelim. ben açıkçası büyük oyuncuların olduğu dramaları özlemiştim. sanırım dramaların büyük izleyici kitlesini toparlayamayacağını düşündükleri için yapımcılar bu tür işlerden uzak duruyor bu dönem. zaten oyuncular da ufak ufak mini dizilere doğru yol almış durumdalar. gerçi bu filmde gary oldman dışında çok öne çıkan bir isim var diyemeyiz. ancak gary oldman tek başına tüm filmi sürükleyebiliyor. bunda karakteri çok katmanlı yazmaları ve uzun diyalogların da etkisi var muhtemelen. çünkü yazma konusundaki heves gibi karakteri oynama konusunda da bir heves söz konusu oyuncularda. mesela çok konuşmayan silik ve tek bir yönüyle bilinen bir karakteri canlandırmak her oyuncu için sıkıcı olacaktır. ancak alkol problemi olan, çok konuşan, sinirlenen, üzülen, mutlu olan ve tartışmaya giren bir karakter oyuncu için de daha keyiflidir çünkü çalışacağı alan daha geniş ve özgür artık. bunun da altından kalkılamayabilir gerçi ama gary oldman’ın bunu yapamayacağını düşünmek biraz garip olurdu.

    her karakter kendi döneminin özelliklerini yansıtır. oldman’ın karakteri gibi film de dönemi hakkında pek çok önemli noktayı yansıtıyor. ben gerçek olaylardan yola çıkarak yazılsalar da anlatılan konuların çoğunlukla film içinde çözülmesi gerektiğine inanıyorum. mesela crown’da çok vardı bu durum. insanlar sürekli diziyi durdurup internette araştırma yaptıklarından bahsediyordu. gerçek hayattaki olayları bilmek izlediğiniz diziden ya da filmden aldığınız keyfi arttırıyor bu kesin. ben de filmi izlerken sinemanın hayranı olduğum bir dönemini görme fırsatı yakaladığım için çok mutlu oldum. ancak genel olarak bakarsak her izleyici sinema tarihine aşina olmak zorunda değil. bir de hızlı diyaloglar içinde pek çok referans olduğundan filmin bu tavrı açıkçası bana biraz dışlayıcı geldi. çünkü filmde verilen referanslar sadece atmosfer kurmak için kullanılan örnekler değil, hikayeyi anlamanız için gerekli şeyler. bu nedenle filmin sinema tarihine meraklı insanlar ile kaptırmış giderken hollywood’un altın çağını çok da bilmeyen ancak kaliteli dramalara ilgi duyan izleyicileri geride bıraktığını düşünüyorum. yine de işlenen konu o kadar karmaşık değil aslında. filmi izlerken bazı noktalarda koptuğunuzu hissediyorsanız bir ara verin ve sinemanın altın çağı hakkında kısa bir okuma yapın. geri geldiğinizde gördüğünüz her şeyin yerli yerine oturduğunu fark edeceksiniz. zaten filmde dönemi ellerinden geldiğince daraltmaya çalışmışlar. biraz stüdyo ve star sistemi nasıl işler öğrenirseniz filmden daha fazla keyif alabilirsiniz.

    fincher, teknik olarak da dönemin havasını yakalamaya çalışmış. burada öne çıkan nokta filmin siyah beyaz oluşu. filmi siyah beyaz yapmak aslında fincher için handikaplı bir durum. çünkü fincher, sahne içi aydınlatma konusunda çok başarılı işlere imza atıyordu. ancak film siyah beyaz olunca haliyle aydınlatma konusu da gücünü yitirmiş. görsel teknik konusunda dikkat çeken bir diğer nokta da gelişen teknolojinin sağladığı imkanın işin ruhunu bozması. bunu selüloit film romantizmi yapmak için söylemiyorum. ancak ortada şöyle bir durum var; şuan film çekiminde kullanılan kameralar 30’ların, 40’ların havasını yakalamaya uygun değil çünkü çözünürlükleri çok yüksek. o dönemin filmlerine bakın mesela hepsinde hafif bir matlık var. ancak içinde bulunduğumuz dönemde çekilen filmleri cep telefonundan bile izleseniz her şey çok keskin görünüyor. bu da o dönemin havasını bozuyor biraz. peki isteseler bu işi çözerler miydi, tabi ki. ancak fincher da çoğu yönetmen gibi mükemmeliyetçi. mesela girl with the dragon tattoo filminde ışığın istediği gibi olmadığı sahnelerde bile cgi kullanacak kadar görsel tekniğe takık. bu nedenle kendisine gider “abi görüntüleri matlaştıralım mı eski film gibi olsun.” derseniz muhtemelen bir daha stüdyodan içeri adım atamazsınız. ancak fikirler konusunda çok da katı olmamak lazım sanırım çünkü filme fight club’da bahsedilen sigara yanığı efektini bir şekilde koymuşlar. bu nedenle ne yapacağı da çok belli olmaz.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak ben mindhunter meselesi yüzünden fincher’a biraz kızgındım ama mank ile beni bir kez daha kendisine hayran bıraktı. çünkü fincher zaten seri katillerin psikolojisi üzerine başarılı filmler yaptı. teknik olarak da dikkat çekici bir tarzı var. yani istese iki üç senede bir böyle filmler yaparak rahat rahat kariyerini devam ettirebilirdi. ancak fincher bir damar bulduğu zaman bunu sonuna kadar kazıyan biri değil. bu nedenle de tekrara düşmüyor asla. mesela tim burton bu durumdan mustarip uzun zamandır. helena bonham carter ve johnny depp ile benzer filmleri yapıp duruyordu bir ara. ancak fincher neredeyse her filminde farklı bir türe gidiyor. her zaman çok başarılı olmuyor tabi. ancak kendisini sürekli yenilemesi ve farklı tarzdaki işlere cesaret etmesi takdire şayan bir özelliği. madem mindhunter’ı bıraktı o zaman elinde daha fazla zaman vardır. umarım o zamanını mank gibi farklı farklı projelerde değerlendirir artık.
  • filmde birçok yerde adı geçen, hatta ortalarda küçük de olsa gördüğümüz upton sinclair, paul thomas anderson'ın önemli filmlerinden there will be blood'ın uyarlandığı oil! romanının yazarıdır.
  • filmin içeriğinden bağımsız olarak;
    yönetmen david fincher 1990-1995 arası donya fiorentino ile evliydi.
    başrol oyuncusu gary oldman ise 1997-2001 yıllarında donya fiorentino ile evliydi.
    ilginç tesadüf.
  • david fincher'in babası jack fincher'in senaryosundan uyarladığı şimdilik son filmi. sinema sanatı açısından oldukça malzeme barındıran citizen kane'in tamamlanmasından sonra basın imparatoru william randolph hearst'ün filme açtığı savaş ve yaşananların etkisiyle orson welles'in çalkantılı bir kariyere sahip olması başlı başına bir film konusu olabilecekken "mank" çok da alışık olmadığımız bir yoldan ilerliyor.

    --- spoiler ---

    merkeze herman mankiewicz'i yerleştiriyor ve onun efsaneyi senaryolaştırırken yaşadıklarından çok sık sık geçmişe giderek yazarın senaryoyu biçimlendirmesinde rol oynayan olaylara değiniyor. filmde anlatılanlara göre welles'in "mank"'ı senaryo yazımı için seçmesinin tesadüf olmadığını, hearst'ün hayatını irdelemek için onu yakından tanıyan ve kimseden lafını sözünü esirgemeyen alkolik yazar herman mankiewicz ile çalışmak istediğini anlıyoruz. geriye dönüşlerle yazarın şahit olduğu acımasız holywood kurallarının ve o çevreye hakim kişilerin onu ne denli doldurduğunu fark ediyoruz. yani citizen kane çok kişisel bir senaryonun ürünü. bu açıdan bakıldığında hearst'ün gücünü kullanarak saldırıya geçmesini anlamlandırabiliyorsunuz.

    filmi seyrederken yığınla isim karşınıza çıkıyor. josef von sternberg, david o. selznick, joseph l. mankiewicz, ben hecht, charles lederer, irwing thalberg, marion davies ve elbette louis b. mayer ile william randolph hearst. filmin en kayda değer yanlarından biri de mank'ın iç dünyasına daha fazla girmemize yol açan kaliforniya valilik seçimleri ve adaylardan biri olan upton sinclair. yıllar sonra senatör mccarthy'nin başlatacağı cadı avının aslında holywood'un genel yapısına çok uygun olduğunu görüyoruz bu olayda. louis b. mayer ile ilgili çok hoş şeyler söylenmez ama şeytanın film dünyasındaki izdüşümü gibi sunulmuş olması da çok ilginç.
    --- spoiler ---

    kişisel film zevklerim ve sinemadan beklentilerim doğrultusunda söylemek isterim ki tüm david fincher filmografisi içinde en severek seyrettiğim film oldu "mank". kane ile onun işaret ettiği medya patronu hearst arasında kurduğu paralellik ve iki karakter arasındaki tutarlılık konusunda gösterilen özen beni kendine hayran bıraktı. son yıllarda seyrettiğim en iyi filmlerden biri olduğunu söyleyebilirim rahatlıkla. bu filmin ışığında citizen kane'i yeniden seyretmenin çok ilginç bir deneyim olacağı kanısındayım.
  • vice filminde christian bale, dick cheney olacak dümbüğü nasıl yaşayarak oynamışsa bu filmde de gary oldman aynı kalibrede bir oyunculuk ortaya koymuş. fular, sıkıcılık vb . saçmalayan tiplere aldırmayın, izleyin.

    geleceğe edit:bu rol ile bir heykelcik daha kazanacaktır.

    (bkz: darkest hour)
  • zor film.

    ne açıdan bakarsan zor. çekmek zor, izlemek zor, yazmak zor, oynamak zor. bir de çok sınırlı bir kitleye hitap etmesinden ötürü imdb gibi platformlarda yüksek puan alması da zor ama eleştirmenlerin, akademinin puanlamalarında yüksek puan alması çok da zor değil.

    fincher'ın tüm filmlerini ve mindhunter'ı izlemiş biri olarak daha önce çektiği psikolojik gerilimleri bu filme tercih ederim. çünkü ben ne doğru düzgün mgm'nin kurucularını biliyorum ne o dönemin para babalarını biliyorum ne de o dönemin siyasi ortamını. ben citizen kane filminin senaryosunun kime ait olduğunun bir tartışma konusu olduğunu bile bilmiyordum yani.

    filmi izleyince bunlar hakkında az da olsa bilgi edinmedim diyemem. gidip iki üç wikipedia sayfasına baktım ama o kadar yani. çok içine çekemedi beni maalesef. ama eminim ki birileri bu filme 9+ puan vermiştir.

    t: yönetmeni görüp "oo fincher filmi" diye atlanmaması, biraz araştırma yapıp izlenmesi gereken film.
  • filmi anlamamak her zaman kötü bir şey olmayabilir. insanda anlamak içim merak oluşturup bir şeyler öğrenmeye sevk edebilir. bu film için bunu söylemek mümkün. ayrıca sinematografi, oyunculuk güzel. neticede güzel film, tabi izlemeden o dönem hakkında bilgi sahibi olunsa daha da güzel olabilir.
  • senaryosunu david fincher’ın babası jack fincher’ın 2003 yılında ölmeden önce kaleme aldığı film, sinema tarihinin dönüm noktası kabul edilen citizen kane filminin çalkantılı senaryo yazım sürecine ve filmin unutulmaz senaristi herman mankiewicz’in hayatına odaklanacak ve siyah beyaz çekilecekmiş.

    çekimlerine kasım ayında başlanacağı duyurulan filmde; gary oldman amanda seyfried, lily collins, tuppence middleton, tom burke ve tom pelphrey yer alıyor.
  • "letarnacının maymunu kıssasını bilir misin?!"

    david fincher filmografisinin hem en ayrıksı (şimdiye dek bu the curious case of benjamin button ile the social network idi) hem de en kişisel filmi. ancak fincher hayranlarının bu filmi beğenmesi çok zordur.öyle ki inanılmaz sıkılacak,sürekli telefonlarını ya da saatlerini kontrol edecek,ne kadar kaldı diye filmin süresine bakacak hatta yarım bırakanlar çıkacak.

    yönetmenin 2003'te hayatını kaybeden babasına ait senaryo.

    fincher, bu filmin sanki martin scorsese'nin bodrum katında bulunmuş gibi görünmesi için çok çabaladığını söylüyor.

    sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi yapımlarından daha 25'indeki orson wells imzalı citizen kane; en iyi film, en iyi yönetmen,en iyi film kurgusu ve en iyi sinematografi oscarlarını alamamışken citizen kane'nin yazım sürecine ve california valilik seçimlerine odaklanan mank bu ödüllerden kaçını aday olup alacak göreceğiz.şimdiden bunlardan sinematografiyi garantilemişe benziyor.mank'in en büyük artılarından biri de bu, siyah-beyaz sinematografi.

    fincher 30'ların sonu 40'ların başındaki filmlerin görsel estetiğini yakalamak için yaptıkları hakkında şunları söylüyor; "bizim fikrimiz, süper yüksek çözünürlükte çekim yapacağımız ve sonra onu düşüreceğimizdi. bu yüzden çağın görünümüne uymaya çalışmak için saçma bir ölçüde görüntüleri yumuşattık. muhtemelen çözünürlüğün üçte ikisinden ödün verdik aynı hissi uyandırmak için ve sonra küçük çizikler ve sigara yanıkları koyduk."

    fight club müdavimleri konuya yabancılarsa bile neden bahsedildiğini anladı sanırım.

    yönetmenimiz filmin sesine dair ise "her şey sıkıştırıldı ve 1940'lardaki gibi ses çıkarıldı. müzik eski mikrofonlarla kaydedildi, bu yüzden kenarlarında bir tür cızırtı ve hırıltı var," diyor.

    teknik işçiliği bu denli özenli bir film işte mank. usta oyuncu gary oldman'ın ne kadar harika oynadığından uzun uzadıya bahsetmeye gerek yok sanırım.amanda seyfried de dikkat çekiyor.

    bir senaryo yazarının biyografik anlatısı olarak teknik açıdan çok ustalıklı bir film bu.eğer siz de film yaratım süreçlerine,işin mutfağına,eski hollywood'a ve politik mevzulara meraklı iseniz-ki akademi üyeleri öyleler- mank neredeyse mükemmel bir film.şimdilerde pandemi nedeniyle büyük zarar ettiği duyurulan metro goldwyn mayer film stüdyosunu-kurucusu arliss howard'ın canlandırdığı louis b. mayer özelinde-fena bombaladığını da eklemeli.

    yıldız notu: 3.5/4 (çok beğendim/çok iyi)

    edit: an itibariyle ikinci kez,yeniden izlendi,daha çok sevildi.

    edit 2: (#120755516)
hesabın var mı? giriş yap