• çanakkale muharebelerinin son dönem cephede olan ve komutanının istediği kamyon lastiği için yahudi bir tüccara o dönemki osmanlı kağıt parasının sahtesini yaparak veren ve bu paraya bedeli çanakkalede tevzi olunacaktır yazan kahraman bir türk evladıdır. 6 aralık 1917'de gazze düşerken geri çekilen orduyu korumak için gazze'de kalan artçı birliğin içindeydi. gazze kentinde yapılan sokak muharebelerinde sehit düştü. ruhu şad olsun.
  • 948 mehmet muzaffer, galatasaray lisesi son sınıf öğrencisiyken askerlikten muaf olmasına rağmen 1. dünya savaşına (çanakkale, gazze) gönüllü olarak katılmış ve şehit olmuş sultani'lilerden biri. (bkz: kınalı kuzular)
  • hazırladığı kağıt para milli sahte olarak anılır, orijinali tcmb'nin para müzesinde sergilenmektedir. komutanı kendisini cepheden uzaklaştırmak için gerçekleştirip geri dönemeyeceğini düşündüğü bir görev vermiş, ancak mehmet muzaffer muazzam bir tarih yaratmış. duygulanmamak, gurur duymamak elde değil.
  • birinci dünya savaşında ırak cephesinde çarpışan 6.ordu'ya bağlı 18.kolordu , 51.tümen 9.alay'dan istanbullu yüzbaşı mehmet muzaffer bey , felahiye muharebesinde boynundan ağır şekilde yaralandığında artık ölüm vaktinin geldiğini anladı..konuşamadığı için cebinden çıkardığı bir zarfın üzerine kurşun kalemle yazarak sordu :

    " kıble ne yöndedir ?"

    zarfın üzerine yazdığı ikinci cümle " kelime-i şahadet" oldu..

    3. cümleyi kanlı zarfın üzerine yazdıktan sonra hayatını kaybetti..

    " bölük intikamımı alsın.."

    (bkz: çanakkale'den kurtuluş savaşına son kahramanlar)
    (bkz: recep şükrü apuhan)
  • imparatorluk devrinde “mekteb-i sultânî” adıyla tanınan ve derslerinin tamamı hem türkçe hem fransızca olan tek mektep; ismi cumhuriyetle birlikte “galatasaray lisesi”ne çevrilen eğitim kurumuydu. tamamı 650 olan öğrenci sayısının yarısına yakını, imparatorluğun rum, ermeni, yahudi, bulgar, sırp, karadağlı gibi gayrimüslim ekalliyet çocuklarıydı. bu okulun öğrenci ve mezunları, trablusgarp italyan harbi (1911), birinci balkan harbi (1912), ikinci balkan harbi (1913), birinci cihan harbi (1914), istiklal savaşı (1921), kıbrıs barış harekatı (1974) gibi savaşlara katılarak 45 şehit vermişler, 150 kadarı da gazi olmuştur.

    askerlik görevini yaparken vatan uğrunda şahadet mertebesine ermek veya gazi olmak her türk için tabii bir şeydir. ancak bu 45 şehit ve 150 gazinin durumu başkadır. zira, bunların istisnasız hepsi, (1909 ve 1914 ‘askeri mükellefiyet kanunu’ gereğince) askerlik vazifesinden ya muaf, ya da 'maksureli' (tescilli) tutulmuş gençlerdir.

    bu iki kanun, sultâni mektepleri talebe ve mezunlarını askerlik görevinden ‘maksureli’ ettiği gibi, balkan harbi sırasında mer’i olan 1909 kanunu da, üstelik bütün istanbul halkını askerlik görevinden azade kılmaktadır.

    bu şehit ve gazilerin hepsi 17-22 yaşındayken ve bir kısmı henüz mektebin lise ve orta kısımlarında, bir kısmıysa mezun ve istanbul darülfünunu veya avrupa üniversitelerinde tahsildeyken, birbirleriyle yarış edercesine askerlik şubelerine koşmuşlar ve gönüllü olarak askere yazılmışlardır.

    hatta içlerinden ırak cephesinde şehit düşen 646 celal ibrahim (kürt celal), seferberlik ilanıyla beraber geceden gidip askerlik şubesinin kapısında sabahlamış ve “1 numaralı gönüllü” yazılmak şerefini elde etmiştir. bu gençlerin hepsi mükemmel lisan bildiklerinden, gönüllü kaydolunca karargah hizmetine alınmışlar, ancak cepheye ısrarla talip olarak ön saflarda dövüşmüşlerdir.

    ********************

    üç aylık bir talimden sonra mehmed muzaffer, “zabit namzedi” olarak çanakkale’deydi (mart 1916)… müttefik ingiliz ve fransız kuvvetleri, çanakkale’de uğradıkları mağlubiyetten ve verdikleri 150.000 zayiattan sora boğaz’ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1915’in son haftasıyla 1916’ının ilk haftasında bütün hatları tahliye edip, çıkıp gitmişlerdi…

    muzaffer, çanakkale’ye vardığında harp durmuştu. zaman zaman, imroz ve bozcaada’da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da, 1915 nisanı’ndan aralık sonuna kadar 8 ay süren kanlı boğuşmalara kıyasla bu bombardımanlar “hiç” mesabesindeydi. çanakkale’deki birliklerin büyük kısmı, kafkas, ırak ve filistin cephelerine sevk edileceklerdi. hazırlanma ve noksanlarını ikmal emri aldılar.

    muzaffer, birliğinin alay karargahında görevliydi. alayın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer birtakım malzemeye ihtiyacı vardı. bunlarsa ancak istanbul’dan sağlanabilirdi. o devirlerde bu gibi basit mubayaalar için açık artırma yapmak, ilanlarda bulunmak, ne adetti, ne de bununla kaybedilecek vakit vardı. her şey “itimat” ile yürütülürdü. muzaffer, açıkgöz ve becerikli bir istanbul çocuğu olduğundan, karargah, gerekli malzemenin temin ve mubayaasına onu memur etti. icabeden paranın kendisine verilmesi itası için de erkan-ı harbiye riyaseti’ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.

    o yıllarda istanbul’da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı. bunların lastikleriyse yok denecek kadar azdı ve karaborsadaydı. muzaffer aradı, uğraştı, nihayet karaköy’ de bir yahudi tüccarda istediklerini buldu. fiyatlar pek fahişti ama, yapacak başka bir şey yoktu. anlaşmaya vardı… lazım gelen parayı almak için erkan-ı harbiye’ye gitti. elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler. muzaffer, az sonra yaşlı bir kaymakamın (yarbay) huzurundaydı. kaymakam uzatılan tezkereyi okudu. karşısında hazırolda duran ihtiyat zabit namzedine baktı. isteyeceği paranın miktarını sormadan “ne alınacak?” dedi. “oto ve kamyon lastiği” yanıtı verilince bir an durdu. sonra muzaffer’e dik dik baktı ve;

    “bana bak oğlum” dedi, “ ben askerin ayağına postal, sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun. hadi yürü git, insanı günaha sokma… para mara yok…”

    muzaffer selamı çaktı, dışarı çıktı. harbiye nezareti’nin (bugünkü hukuk fakültesi binası) bahçesinden dış kapıya ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. malzemelere alayın ihtiyacı vardı. eldeki (almanların verdiği) iki mercedes-benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. diğer malzemeler de mutlaka lazımdı. kendisi bulur alır diye görevlendirilmişti. eli boş dönemezdi, bir çaresini bulması gerekiyordu…

    muzaffer bunları düşüne düşüne beyazıt meydanı’na vardı. birden durdu, kendi kendine güldü. aradığı çareyi bulmuştu.

    doğru tüccar yahudi’ye gitti:
    “paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek. ezandan sonra gelip malları alamam, gece kaldıracak yerim yok. yarın öğleden evvel vapurum çanakkale’ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. onun için, sabah ezanında geleceğim. malları mutlaka hazır edin…”

    tüccar “peki” dedi. muzaffer tam ayrılırken ilave etti:

    “altın para vermiyorlar, kağıt para verecekler…” (1)

    yahudi yine “peki” dedi. ertesi sabah muzaffer, merkez kumandanlığı’ndan sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti yahudi’nin dükkanının kapısındaydı. ortalık henüz ışıyordu. tüccar malları hazırlamıştı. havagazı fenerinin(2) yarım yamalak aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. muzaffer, bir 100'lük kaime (kağıt para)(3) verdi. araba dörtnal sirkeci’ ye yollandı. malzeme önce şata, oradan dubaya bağlı gemiye aktarıldı. az sonra da gemi çanakkale yolunu tutmuştu…

    üç gün sonra, yahudi tüccar, elindeki 100'lük kaimeyi bozdurmak üzere osmanlı bankası’na gitti, bozmadılar… zira, elindeki para sahte idi…

    muzaffer, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kağıdın aynını karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş, bütün gece oturmuş, çini mürekkebi ve boya ile, gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek güzellikte taklit bir para yapmıştı. tüccara verdiği ve yutturduğu para buydu.

    o devrin hakiki paralarının üzerindeki yazılar arasında bir de şu ibare bulunurdu:

    “bedeli dersaâdet’ te altın olarak tesviye olunacaktır”

    muzaffer, yaptığı taklit parada ise bu ibareyi şöyle yazmıştı:

    “bedeli çanakkale’ de altın olarak tesviye olunacaktır…”

    onun ‘altın’ dediği, çanakkale’de mehmetçik’in akıttığı, altından da kıymetli kanı idi…

    mehmet muzaffer'in taklit parasının ön ve arka yüzü ve taklit paradaki detay:
    "bedeli çanakkale'de altın olarak tesviye olunacaktır"

    ****************************

    gerçek paradan detay: "bedeli dersaâdet'te altın olarak tesviye olunacaktır"

    ***************************

    muzaffer, birliğiyle sina cephesine gitti. çanakkale’nin kanlı boğuşmaları şimdi bu cephede cereyan ediyordu. muzaffer, birinci ve ikinci gazze muharebelerine katıldı. bu iki zaferde de birliğinin payı büyüktü. ikinci gazze zaferinden sonra, istanbul’daki okul arkadaşı 449 faik (kasap faik) soydanbay’a yazdığı mektupta,
    ‘kolundan yaralandığını, hastanede olduğunu, yakında cepheye döneceğini, mülazımlığa terfi ettiğini, bu yaralanma dolayısıyla harp madalyası verdiklerini, buna sevinmekle birlikte harp sahalarında kollarını-bacaklarını bırakan arkadaşlarının madalya ile mükafatlandırılmaları ne kadar yerindeyse, kendisininki gibi basit bir yara alanların da madalyaya layık görülmelerini o derece yersiz bulduğunu…’ anlatıyordu…
    mektup, haziran 1917’de yazılmıştı (4). ikinci gazze muharebesi 17-19 nisan’da olmuş, çarpışmalar üç gün sürmüştü.

    ingilizler ve onlarla birleşen ‘din kardeşlerimiz araplar’ dan oluşan, mekke şerifi hüseyin ve oğlu faysal’ın kuvvetleri, 6 aralık 1917’de gazze hatlarına kadar yüklendiler. aynı gün cephemiz yarıldı. ertesi gün düşman gazze’ye girmeye başladı. kuvvetlerimizin kolaylıkla çekilebilmesi için gönüllü bir artçı birlik gazze’de düşmanı oyalamakla görevlendirildi. mehmed muzaffer de bu gönüllüler arasındaydı. artçı gönüllü birliği’nin mehmetçikleri, başlarında subaylarıyla, sokak sokak, ev ev düşmanın karşısına dikildiler. bu müthiş oyalama vuruşması akşam ezanına kadar, kurşun sıkmak ve süngü sallamak için ayakta asker kalmayıncaya kadar sürdü. ölenler şehit olurken, yaralılar da ingilizler’ e esir düştüler…

    galatasaraylı 948 mehmed muzaffer, yirmi yaşındaki bu delikanlı, bir avuç kalmış neferiyle son kurşunlarını sıkana kadar vuruşmuş, sonra da gırtlak gırtlağa boğuşarak şehit düşmüştü. onun şehadetini, gazze gazilerinden olup yaralanarak ingilizlere esir düşen ve mütareke’den sonra istanbul’a iade edilen yedeksubay teğmen hasan nuri, yine gönüllü katıldığı istiklal savaşı’nda, erzurum cephesindeki kazım karabekir kuvvetlerinde, gönüllü galatasaraylı teğmen 158 refik selimoğlu’na, harp menkıbeleri arasında anlatmıştı. 158 refik, hem kulüp’ten, hem mektep’ten muzaffer’in yakın arkadaşıydı. galatasaray camiası, bu mübarek evladının şehadet haberini bu yolla öğrendi (5)…

    hasan âli göksoy (lale dergisinin temmuz 84 sayısından alınmıştır.)

    *********************

    sahte paraya gelince….

    yahudi tüccar bunu mesele yapmadı. yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi, bilinmez… ancak olay bütün istanbul’a yayıldı. dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hadise, şehzade abdülhalim efendi’nin (6) kulağına kadar gitti. şehzade hemen lalasını göndererek yahudi tüccarı buldurdu. 100'lük taklit evrak-ı nakdiyeyi, bedelini altın olarak ödeyip aldı. çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, istanbul polis okulu’ndaki emniyet müzesi’ne hediye etti. bu emsalsiz parça, müzede şeref mevkiinde muhafaza edildi… 1917’den 1970’lere kadar. sonra ne oldu?

    bu mübarek şehidin macerasını, zamanın örttüğü kalın sis tabakaları arasından, galatasaraylı yazar ve gazeteci merhum 661 naci sadullah, “parmak izi” mecmuasında yayınlayarak bugünkü nesle duyurdu (7). taklit paranın da siyah-beyaz klişesini bastı.

    galatasaraylı şehitlerin menkıbelerini belirlemeye çalışırken, şehit muzaffer hakkında naklettiklerimi, faik soydanbay, refik selimoğlu, yine balkan harbi, cihan harbi ve istiklal savaşı gönüllü gazilerimizden merhum 125 mehmed arif ikar’ dan dinleyerek not etmiştim. naci sadullah’ın yazısından haberdar olunca emniyet müzesi’ne gidip parayı görmüştüm. para bir ‘mukaddes emanet’ gibi korunuyordu. müze görevlisi, paranın hikayesini anlatırken heyecanlanıyor, gözleri yaşarıyordu.

    1970’lerde polis okulu ankara’ya taşındı, “polis enstitüsü” oldu. müze de oraya götürüldü. ama müze olarak değil… eşyalar tahta kasalarda şuraya-buraya tıkıldı. o yıllarda renkli fotoğraf çekimi yeni yeni yaygınlaşıyordu. bu eşsiz parçanın resmini çekmek istedim. fakat bütün çabalarıma rağmen paraya ulaşmak şöyle dursun, mevcudiyetini bile kabul ettiremedim. 1983’te bu çalışmaları tekrar ele alınca, yine paranın peşine düştüm. polis enstitüsü ilgililerince – başvuran ben ve arkadaşlarım – sadece engellerle karşılandık. ısrarımız üzerine, “1983 cumhuriyet bayramı’nda müze açılacak. o zaman gelin, şimdi uğraşamayız” diye baştan savulduk. cumhuriyet bayramı geldi geçti, müze açılmadı. dünyada eşi olmayan bu kıymetin yok olmuş bulunmasından cidden endişedeydim. emniyet genel müdürü fahri görgülü’ ye şahsen başvurdum. müracaatım büyük bir anlayış ve ilgiyle karşılandı. çok şükür, muzaffer’in eseri bulundu.

    para, istanbul’dan ankara’ya göç ettirilen müzenin birbirinden kıymetli eşyalarıyla beraber sağa-sola savrulmuş… evvela o nefis çekmecesinden çıkmış; sonra kadir kıymet bilmez ellerde dolaşıp perişan olduktan sonra sığınacak bir şer bulmuş; “polis laboratuarları daire başkanlığı’nın grafoloji ve sahtecilik şubesi’nin bir dosyasına…” bereket, bu şube kadirbilir kimselerin elinde de, bu emsalsiz parçayı itinayla korumaya almışlar. bu eserin renkli resimlerini sağlamamız da bu zevat izinleriyle mümkün oldu.

    fakat bu talihsiz ‘taklit para’, bu şubenin muhafazasına sığınana kadar resmini parmak izi mecmuasından alarak bastığımız pırıl pırıl yeni halinden, diğer resimde gördüğünüz perişan hale düşmüş, yıpranmış, yırtılmış, adi seloteyplerin yapışkanlığıyla sararmış, berbat olmuş. belki de; türkiye’de bütün kağıt paraların kaderinin böyle fersude ve paçavra halini almalarının şart olduğunu (!) düşünenler, bu sahte banknotun, şehit muzaffer’in yaptığından daha fazla hakiki paraya benzemesi için bu getirmişlerdir…

    1917’den 1970’lere kadar 53 sene bu esere mahfazalık etmiş o nadide antika çekmece ne oldu? bu parayı buldurmakta gösterdiği hassasiyete güvenerek, emniyet genel müdürü veya haleflerinden, bu çekmeceyi de buldurmalarını ve muzaffer’in eserini tekrar çekmecesine kovuşturmalarını bekleriz…

    ***********************

    şehit mehmed muzaffer’in taklidini yaptığı paranın aslı 50 liralık kağıt paradır. bu kağıt paralar, üzerlerinde de yazılı olduğu gibi, rumi 6 ağustos 1332 (miladi 18.08.1916) tarihli kanunla tedavüle çıkarılmıştır. bu tertip kağıt paraların en büyük kıymeti 50 liralıklardır. yüz lira olarak bu tipte hiçbir kupür basılmamıştır. herhalde şehit muzaffer’in alacağı malzemenin bedeli 50 liranın çok üstünde olmalıdır ki, iki tane 50’lik imal edecek olsa anlaşılabileceğini düşünüp tek bir 100’lük yapmıştır. bu kağıt paralar yeni tedavüle çıktığından, getirip veren de subay ve askerleri olduğundan, tüccar, bu çeşit 100’lük kaime mevcut olup olmadığını araştırmak lüzumunu görmemiş olmalıdır. esasen muzaffer’in ‘sabah ezanı vakti’ üzerinde durması da, hem o devrin ölü ışıkları altında paranın iyice incelenmesine imkan bırakmamak, hem de sabahın o saatinde her taraf kapalı olduğundan, sağa sola sormak ihtimalini de ortadan kaldırmak için olmalıdır.

    bu emisyonda çıkarılan 50 liralıklar 4 seridir: a, b, c, d serileri… bunların hepsi, kağıt, renk, desen itibariyle tamamen birbirinin aynıdır. aralarında sadece iki fark vardır: seri numaralarının başlarındaki harflerle, paranın ön yüzündeki maliye nazırının imzaları… a tertibinde maliye nazırı cavid bey’in; b, c ve d serisinde maliye nazırı’na o sırada vekalet eden talat bey’in (henüz paşa yapılmamış olan talat paşa) imzası vardır. talat bey’in cavid bey’e vekaleti rumi 23 teşrinievvel 1330’la 28 kânunusânî 1332 arasıdır (05.11.1914-10.02.1916)… bu tarihten sonra bu tertip emisyonlarda yine “cavid” imzası bulunur. muzaffer, bu emisyonlardan “c serisi 50 liralık" ı örnek almıştır. buradaki gerçek 50 liralığın resmi b emisyonudur. temiz bir c emisyonu bulamadığımız için, aralarında da bu harf değişikliğinden başka fark olmadığından, bu resmi yayınlamakta mahzur görmedik. gerçek ve taklit iki para dikkatle incelenirse, süsleme detaylarının hem kendi aralarında, hem de taklit ile asıl arasında çiziliş farkları olduğu görülür. ancak bu detay farkları, bazı parçalar iyice büyütülüp karşılaştırılırsa açıkça belirir.

    ancak; bugün çeşitli imkanlara sahip teksir ve fotokopi makinelerinin henüz icat edilmediği yıllarda, elle bu derece başarılı bir taklit yapabilmek, üstelik de bunu bir tek gecenin sınırlı saatleri içine sığdırmak, fevkalade büyük bir sahtekarlık başarısı değil, bir sanat şaheseri yaratmaktır. allah, bu sanatkarın, bu mübarek şehidin ruhundan, o gani rahmetini eksik etmesin…

    bugüne kadar şehit mehmed muzaffer’in resmini temin edemedik. ali sami yen’in bizzat tuttuğu “galatasaray kulübü üye defteri”nde 117 sıra numarasıyla kayıtlıdır. kulübe girişi kânunuevvel 1329'dur (aralık 1911). ümidimiz, bir gün bir akrabasının çıkıp müzemizdeki şüheda resimleri arasına ulaştırmasıdır…

    yetkin işcen

    lale dergisi, temmuz 1984

    focus dergisi, mart 1995

    http://www.girgin.org/ansiklopedi/gslimuzaffer.htm
  • bir devri kapayan son nesil isimsiz kahramanlardan sadece biridir.
    kanli zarfi arsivlerde kaybolmus. boyle bir tarihe sahip olup da, sahip cikamayanlara yaziklar olsun.
    http://www.ntvmsnbc.com/id/25356970/
  • http://www.gallipoli-1915.org/para.htm adresinden ayrıntılarıyla büyüklüğü anlasılabilecek, tarihin gördüğü en zekice işlerinden birine imza atmıs asker...
  • o dönemde banknotlar tıpkı cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi dışarıda -osmanlıdan en çok alacaklı ülke olarak çoğunlukla ingiltere'de- bastırılmaktadır. dolayısı ile banknotun üzerinde yazan meblağ önemli değildir; önemli olan istenilmesi durumunda karşılığının altın olarak ödenebilecek olması yani hazine garantisidir. monark olarak padişah isterse 17,5'luk banknot bastırır ingiliz kraliçesi de 8 köşeli penny döktürür.

    (bkz: altın para)

    muhtemelen yahudi tüccar osmanlıca okuryazar olmaması nedeni ile "bedelin çanakkale'de şehit kanı ile ödeneceği" ibaresini okuyamamıştır.

    art niyetli olunsa silah zoru ile de alınabilirdi, demek ki mecburiyetlerden doğan bir durum asker onuru korunarak çözülmüştür. inanmayanlar montaigne'in denemelerinde türklerin savaştaki davranışları üzerine okuma yapabilirler. belki utanılacak bir tarihleri olmadığını fark ederler.
  • bundan birkaç hafta önce mehmet muzaffer'in hazırladığı banknotun bir kopyası bana hediye edildi. o günden beri masamın üstünde duran banknot hakkında düşünüyorum. ve anlatılan hikayenin bazı noktaları kafamı karıştırıyor.

    merhum mehmet muzaffer'in en büyük hatırası olan, kanıyla yazdığı son satırlarını kaybetmiş olma rezaletine bir de hatırasını tahrif etme ayıbı mı ekliyoruz acaba?

    hikayenin bilinen hali yukarıda anlatılmış ve zaten üç aşağı beş yukarı hep bu şekilde biliyoruz. ancak benim kafama takılan bazı hususlar oldu ve bunları dile getirmek istiyorum.
    öncelikle banknot basımında kullanılan kağıdın karaköy kırtasiyecilerinden temin edilmesi ne kadar mümkün olabilir ki? zaten bu banknotlar ingiltere'de ve almanya'da yapılmaktadır. o dönemde ingiltere ile savaşta olduğumuza göre bu tertip banknotlar almanya'da basılmış olmalıdır. yani muhtemelen bu kağıt devletin elinde bile yoktu.
    ikinci olarak, diyelim ki, hikayenin bilinen halinde olduğu gibi, mehmet muzaffer aldığı boş bir kağıda bu parayı çizdi. şekil, renk, desen ve ebat olarak ellilik banknotun aynısı olması ama üzerindeki rakamın farklı olması normal bir durum mudur? mesela bugün iki yüz liralık bir banknotun aynısını yapıp üzerine beş yüz lira yazmak, sahtecilik açısından ne kadar makul ve başarılı bir girişim sayılabilir?

    ayrıca elinde ellilik bir banknot olmadan ellilik banknotun aynısını çizebilmek ne kadar mümkün olabilir ki?

    peki bugünkü değerle yaklaşık altmış bin tl eden bir ellilik banknotun bir teğmenin cebinde bulunma ihtimali nedir?

    harbiye'nin en azından elli liralık ödeme yapmış olması ama yetersiz gelen bu parayı merhum şehidimizin tahrif etmiş olması, karaköy kırtasiyecilerinden banknot kağıdı almasından daha makul bir ihtimal değil mi?

    zaten elimde bir örnek olmadan nasıl çizebilir ki? hangimiz ezberden, bütün detaylarıyla bir banknotu tarif edebiliriz? çizmek demiyorum tarif etmek diyorum.

    diğer taraftan bu banknotlar yaygın tedavülde değil. yani sıradan kaimeler bugünkü değerlere yakın kıymette para birimleri. ancak ellilik banknot, elli osmanlı altın lirası demek. yüzlük ise yüz altın lira. bu açıdan aslında günümüzün banknotlarına değil de hazine bonolarına benzetmek daha doğru olur. zaten paranın arka yüzündeki yazıda, paranın karşılığının, paranın tedavüle çıkışını takiben beş sene sonra altın olarak ödeneceği yazılıdır. haliyle bu sahtekarlığı sıradan birinin anlamaması normal gibi görülebilir. ancak ticaretin merkezinde, karaköy'de iş yapan ve o dönem için gerçekten nadir bulunacak bir malı da satan bir tüccar için ne kadar normal bir durum olduğu tartışılabilir.
    yine hikayenin bilinen halinde adamın birkaç gün sonra osmanlı bankasına giderek parayı altına çevirtmek istediği, bankanın parayı altına çevirmeyi reddettiği, yahudi tüccarın bu olayın üzerine gitmediği veya gitmekten çekindiği ancak nasılsa paranın sahteliğini sineye çeken adama rağmen olayın kısa sürede istanbul'da meşhur olduğu anlatılmaktadır. adam bunu mesele edip üzerine gitmediği halde konu nasıl bu kadar kısa sürede yayılıp şehzadenin kulağına kadar gidebilmiştir? sıradan bir sahtecilik olayı denilip geçilebilirdi.

    haydi diyelim ki sahteciliği yapan, ordu adına ödeme yapan bir subay olduğu için olay büyüdü. ama bu banknotu kendisine kimin verdiğini sadece yahudi tüccar biliyor. bankadaki görevli bundan haberdar değil. yani meseleyi sineye çeken adam olayı bu kadar meşhur etmiş olmalıdır. bu durumda da pek sineye çekmiş sayılmaz.

    ve son olarak en önemli nokta üzerinde durmak istiyorum. bu tarihte tamamı gönüllü olarak askerliğe yazılan ve birçoğu cephede can veren, kimisi sakat olarak geriye dönen veya harbin sonuna kadar hayatta ve cephede kalabilen galatasaray talebelerinin yarıya yakını, ermeni, rum, yahudi, sırp, karadağlı vb azınlıklara mensup gençlerdi.

    bu gençlerin gönüllü olarak cepheye gitmelerini, bu ülke için can vermelerini veya sakat kalmayı göze almalarını kabulleniyor ve anlıyoruz da, yahudi tüccar niye ille de aldatılarak parayı kabul etmiş oluyor? adam paranın sahteliğini bilerek kabul etmiş olamaz mı? belki kendi ailesinden bile o anca cephede olan gençler vardı. bunu kabul edip adamı ille de aldanarak parayı kabul etmiş gibi görmek normal mi?

    zaten eldeki banknot ellilik banknotun aynısı. birbirinin aynısı ölçü ve desenlere sahip, farklı değerlerde banknot zaten hiç yok. yani beşlik, onluk, yirmilik ve ellilik banknotlar aynı ölçülerde ve desenlerde değil. yani tüccar, belki de yüzlük banknot çıktı ama ben henüz görmedim diye düşünse bile eline gelen şeyin ne olduğunu gayet iyi anlayabilir.

    merhum şehit mehmet muzaffer ve arkadaşları o tarihte nereye gittiler ve gittikleri yerde kiminle savaştılar? ingilizlerin ve "müttefikleri" ile...
    bu müttefikler kimdi?
    peki bu savaşta mehmet muzaffer ile beraber önce çanakkale'de sonra filistin cephesinde savaşan mektepliler kimlerdi?
    biz niye bu mekteplilerin azınlık cemaatlere mensup olanlarını da asker olarak görmeyi kabullenip, muhtemelen onlardan birinin akrabası olabilecek bir yahudi tüccarın sadece aldanarak bu lastikleri vermiş olabileceğini düşünüyoruz?

    kesin olarak bildiğim tek şey merhum şehidimizin zekice ve oldukça maharetli bir bir iş yaptığı, bilahare de kahramanca şehit olduğu. bunun dışında bir şey bilmiyorum. sadece birkaç haftadır aklımdan geçenleri paylaşmak istedim.
  • paranın aslınının fotoğrafını/fotokopisini gördüyseniz bantla yapıştırılmış...

    türk aklı...
hesabın var mı? giriş yap