• şöyle bir trend var son yıllarda.

    bu trendi doğru anlamak için 30-40 sene önceki duruma bir bakmak gerekiyor.

    30 sene önce şarkılarınız varsa besteciyseniz şarkıcıysanız, şarkılarınızı yayınlamanın yolu plak şirketinden, dagıtımcıdan ve şarkları profesyonel bir studyoda kaydetmekten geçiyordu.

    studyoda kaydetmek için kayıt vs yapan mühendise, enstrümanistlere ihtiyacınız vardı.

    studyolara ve studyo muziyenlerine erişim pahalı olduğu için bunu finanse etmeye ihtiyacınız vardı.

    cepte bu yatırımı yapacak para yoksa bu işi finanse edecek bir plak şirketi bulup onları şarkıyı yayınlamaya ikna etmek gerekiyordu.

    plak şirketinde ikna etmeniz gereken ilk kişi güncel piyasanın nabzını tutmak ve yeni potansiyel hit-şarkıcıları bulmakla görevli a&r - yani artist and repertoire temsilcileri idi. filmlerde falan gördüğünüz sanatçıya kartını veren görüşmek isteriz diyenler a&r'cılardır mesela.

    bu adamlar da canlı muzik yapan mekanlarda dolanır grupları /sanatçıları sahnede izlerdi.

    yani sizin önce sahnede şarkılarınızı çalıyor olmanız lazımdı.

    yani bir grubunuz olması gerekiyordu.

    bu grubun da bir maliyeti vardı. solist-sanatçı iseniz mesela orkestra tutar, parasını verir sahneye çıkardınız. bu maliyet.
    öyle bir para yoksa "ortaklık ve gelecekteki gelirler" sözüyle grup kurardınız, herkes yatırım yapardı (emek olarak).

    yani siz "kaset çıkartmak" istiyorsanız önce grubu kurmak zorundaydınız. çünkü canlı icra etmeden diğer adımları aşmanız zordu.

    gelelim bugüne.

    bir şarkı yayınlamak istiyorsanız, plak-kaset-cd üreticisine, mağazalara, dağıtımcıya ihtiyacınız kalmadı. zaten artık tüketim hep dijital.

    yayınlamak için plak şirketine de ihtiyacınız yok. zira online magazalara ürününüzü kendiniz koyabiliyorsunuz.
    online magazalara (itunes spotify tidal vs) şarkılarınızı ileten ve herkese açık olan digital distributor'lar var. çok çok cüzi bedellerle şarkınızı magazalara dagıtıyorlar.

    şarkınızı kaydetmek için studyolara olan ihtiyacınız da çok azaldı. bir çok şeyi, düzgün bir laptopla yapmak mümkün. 10-15 senedir evinin salonunda giriş seviyesi aletlerle kaydettiği albümü platinum satan sanatçılar var (ilk örnek aklıma gelen bon iver'ın ilk albümü. 100 dolarlık sm57 mikrofon, bence berbat bir ses kartı olan mbox 2, kulaklık ve laptop ile ormanda kulübede 3 ayda kaydetmiş albümü)

    studyolara nerede ihtiyacınız var? mesela yaylı grubu kaydedeceksiniz 10 kişi gelecek. veya canlı davul kaydedeceksiniz.

    açıkçası bunlarda bile studyoya gitmeden çözüm üreten müzisyenler var.
    davul için mesela ara ara çalıştığımız bir arkadaşın evinde hazır kurulu davul kayıt ortamı var, şarkıyı yolluyoruz, arkadaş 3 take çalıyor, 2 take aranjenin aynısı, 1 take de davulcu olarak kendi yorumu, yolluyor geri dosyaları.
    ya da başka bir arkadaş var, yaylı grubu kaydını tek başına alıyor. 3 kez keman çalıyor, 3 kez viyola 3 kez de cello çalıyor, kanalları üst üste koyunca sanki grup çalmış gibi sound geliyor. adamı gerçek hayatta görmeden performansını aranjeye dahil ediyoruz.

    geri kalan hemen hemen her şeyi evinizde bir kaç basit önlemle (başta oda akustiği olmak üzere) kendiniz kaydedebilirsiniz.

    canlı davul - yaylı grubu vs istemiyorum, ben gitar calıyorum, rock muzik yapıcam derseniz tek başına kaydınızı yapabilirsiniz. ne studyoya ihtiyaç var ne başka bir grup elemanına. hatta teknoloji öyle bir noktaya geldi ki, sürükle bırak modeli, "şan-nakarat-outro" partisyonlarını studyo yazılımınıza sürükleyip davulcuya gerçekçi bir aranje çaldırabilir, akorları yazarak piyano-klavye- bas - akustik gitar ritm partisyonları çaldırabilir hale geldiniz.

    bas gitarınız yok mu? akorları yazıyorsunuz, patterni seçiyorsunuz, program size kanlı canlı muzisyen gibi bas çalıyor. akordu tam, zamanlaması mükemmel. canlı bas gitarcıdan daha iyi yani bazen.

    burada bana gelen projelerden gözlemlediğim şey, kayıtların ve performansların fena olmadığı ama miks master uzmanlığı olmadığından yayınlanan işlerin potansiyelinin altında kaldığı. daha önce de bahsettim, dünya çapındaki diğer örneklerle yarışabilecek sound yapmak için gereken uzmanlığa erişmek için belki 20 sene miks yapmak lazım. evde yaptığın kaydı, arka mahallede yapılan kayıtla kıyaslamıyorsun zira. açıyorsun spotify'ı - 5 tane grammy almış mikscinin yaptığı işle kıyaslıyorsun. sokaktaki resim kursunda yaptığın çiçek tablosunu van gogh ile kıyaslamak gibi.

    öte yandan, grup olarak müzik yapmanın maliyetleri hala benzer durumda. millet para kovalamak zorunda. ucuza hayatta kalmak - hele ki canlı muzik yapılabilecek mekanlara yakın yerlerde yaşayıp müzik geliri ile hayatta kalmak çok zor, türkiye için 5 kat falan zor.

    bu sebeple tüm dünyada, "tek adam" modeli müzisyenlik-sanatçılık pratiği çok arttı. önceden belki 30 kişinin bir araya gelerek yapabildiği bir muziği, teknolojinin olanakları ve ekonomik zorunlulukların baskısı ile tek bir kişi yapabilir hale geldi.

    evde yaptığı albüm tutarsa, online kanallarda milyon dinlenmeye gelirse, bilet kesebilir noktaya gelirse, o zaman o one man show gidip sahne için muzisyenleri tutar, konserini yapar, parayı 4-5'e bölmek yerine aslan payını kendine alır.

    şimdi bunun zorluğu ne - bir kaç kişinin dahil olduğu bir şarkıyı üretirken aslında her hareket 9 kişinin onayından geçiyor.
    mesela davulcu kayıt alıyor di mi - davulcu kendi performansından emin değil diyelim, ama diğer 9 kişi "okeydir abi bu gitara geçelim" gibi bir şey dediği noktada davulcu da kendinden emin olabiliyor.

    ama davulu da kendi programlayan, bası gitarı kendi çalan, vokali kendi yapan, miksi masteringi neyse artık kendi yapan adamın yaptığı her işi adım adım onaylayacak (veya olmadı baştan diyecek) kimsesi yok. biten işi dinlerken bu ara onaylar olmadığı için arabasında telefon kulaklığıyla vs yaptığı şarkıyı dinlerken 100lerce şüphe oluşabiliyor.

    o yüzden minimumda , yaptığı işi başkalarıyla paylaşıp feedback alması çok faydalı olur - ideali miksi, olmadı mastering'i başkasına yaptırması faydalı olacaktır. 2nci 3ncü görüşler iyidir.

    fakat şu noktayı da atlamamak lazım - gelen feedbackleri de allah kelamı gibi görmemek lazım. yani bugün bana hotel california'yı getirip nasıl olmuş abi diye sorsanız derim ki son solo cok uzun çok sıkıcı. yani yorumları öyle çok çok da dikkate almayın - "bunda problem var mı" diye sorarsan sana problem icat edip söylerler.

    özetle

    trend, komün halinde üretilen müzikten - tek adamlığa doğru evrilen bir müzik.
    bunun artısı, genius bir müzisyen varsa, vasat diğer paydaşların (bas gitarcı, plak şirketi vs) etkisinden etkilenmeden dinleyiciye ulaşıyor.
    eksisi, berbat fikirlerin de filtrelenmeden dinleyiciye ulaşması.

    edit : debe olmuş nays.
    o zaman (bkz: plak şirketi/@moresk) ve (bkz: auto tune/@moresk) de alakalı
  • ateş nasıl icat edilmiştir? bu çok esaslı soru üzerinde ciddiyetle durulduğunu düşünmüyorum. bir ara bu soruyla yatıyor, bu soruyla kalkıyordum. ne bulsam okudum. genel kanı şu; dünyamızda çeşitli sebeplerle yangınlar çıkıyor ve tarihöncesi insanlar da evvela ateşi kontrol etmeyi öğreniyorlar sonra da kendi ateşlerini, sürtünmenin sebep olduğu kıvılcım marifetiyle yakmayı keşfediyorlar. peki bir vahşinin eline iki kuru odun parçası geçmiş olsun, hızlı hızlı, sürekli ve sabırla onları birbirine sürtünce tutuşabileceğini neye dayanarak tahmin edecek? yıldırımın tutuşturduğu çalılar, lavların kavurduğu ormanlar, yakıcı güneşin doğurduğu ateş… hiçbirinde sürtünmeyi görmeyiz ki doğaya bakıp taklit edelim. 18. yüzyılda yaşamış bir cerrah olan john freke, o dönemin bir başka münevveri olan william watson’a yazdığı mektupta [an essay to shew the cause of electricity başlığıyla kitaplaştırıldı] şöyle söylüyor:

    "ateşin sebebinin sürtünme olduğunu söylemek, suyun sebebinin tulumba olduğunu söylemek kadar manasız ve felsefik olmaktan uzak”

    [i cannot help observing how unphilosophical and unmeaning it is, for any one to advance, that fire is caused by friction; when ı think he may as well say, that water is caused by pumping]

    hay babana rahmet! peki nasıl akıl etti insan iki kuru dalı birbirine sürtmeyi? bu soruyla kavrulurken bir kitap geçti elime: ateşin psikanalizi - gaston bachelard. o kadar ufuk açıcı, o kadar zekice yazılmış ki gıptayla, hayranlıkla okudum. ateşin doğal olduğu kadar toplumsal bir varlık olduğunu iddia ediyor. bunu da şöyle temellendiriyor: çünkü ateş hakkında öğrenilmesi gereken ilk şey ona dokunulmaması gerektiğidir. ateşe duyulan saygının temelinde bu korku yatar. ateş kadar tehlikeli olan sivri uçlara böylesi bir saygı duyulmamasının sebebi, sivri uçlara ilişkin toplumsal yasaklamaların, ateşe ilişkin yasaklamalara nispetle daha zayıf olmasıdır. bu korku ve saygı, ateşi insan zihninde cinsellikle özdeşleştirmiş. ateş de cinsel dürtülerimiz gibi zapt edilmesi ve çekinilmesi gereken bir şey çünkü. cinsellikle bu kadar iç içe girmiş bir şeyin sürtünmeden doğması kadar tabii bir şey olabilir mi? vay anasına ya! şahane bir akıl yürütme. bu ilhamla, cevap bulma umudunu yitirdiğim bir başka esaslı soruyu tekrar eşelemeye başladım: müzik nasıl doğdu?

    taklit diyorlar. kuşların ötüşünü, köpeklerin ulumasını, boğanın böğürtüsünü taklitle başlamış müzik. basit ve akla yatkın bir cevap. itirazım yok. ilk müzik aleti neydi? divje babe ismi verilen, kemikten yapılmış, 60bin yaşında iptidai bir flüt.

    şimdiye kadar bundan daha eskisi bulunmadı. burada atlanan bir şey var bana kalırsa: ıslık! tabii ki bu bir enstrüman değil ama enstrümanın öncülü sayılır. çok açık ki kuşlara öykünerek bulduğumuz bir şey ıslık. bu öykünmeyi bir adım ileri taşıyıp basit üflemeli çalgılar icat edilmiş. niçin? avlanmada işe yarayabilir, yabancıları korkutabilirsin, kız tavlamada etkili olabilir, falan filan… fakat bu müzik midir?

    video

    hayır çünkü bu işittiğimiz seslerde soyutlamanın veya tasarımın izi yok. tümüyle dürtülerin sultası altında peydah olmuşlar. bir bebeğin eline tutuştursak şu aleti, üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri duyarız. avladığın hayvanın kemiğini yontmak, ona delikler açmak ve ona üfleyerek sesler elde etmek, yemeyeceğin çiçeği sırf kokusu için gözetmek, yetiştirmek gibi. medeniyetin şafak vakti. yenir bir şey olmadığı halde kültive edilen ilk bitki olan gül, bu yüzden bu devre ait bir bayrak gibidir. fakat medeniyet ve onan mahsulü olan müzik, vazoya konan değil imbikten damıtılan güldür. ikisi arasında muazzam mesafe vardır. koku adeta çiçekten koparılmıştır. sanat işte böyle başlar. öykünme ve taklit yalnızca emeklemedir. adımlar dolaylama, soyutlama, kavramlaştırma, tasarlama falandır. ee yani? yani sanat olan müziğin ilk adımı telli çalgıların icadıdır. imbiğin bulunuşu kadar önemlidir. peki insanoğlu telli çalgıyı nasıl buldu? gerilmiş bir ip ya da barsağa vurarak ses elde edebileceğini nasıl düşünebildi?

    şimdi sizlerle bana çok ilginç gelen bir veriyi paylaşacağım. en eski telli çalgılar hangi arkeolojik kazı sahalarında bulunmuş? kafiristan (afganistan), kongo, myanmar’ın dağlık kuzey bölgeleri, orta asya, kafkasya… m.ö. 4000’e kadar gidiyor [1]. buna karşın mesela japon arşipelinde bulunan en eski telli çalgı örnekleri m.ö. 250’ye kadar gidebiliyor [2]. daha eski arkeolojik kayıt yok. yunanistan topraklarında bulunan en eski telli çalgı örneği ise m.ö. 500 [3]. yakın zamanda, orta avrupa’nın kuzeyinde, hallstatt kültürüne ait, lir benzeri bir çalgı bulundu [4]. m.ö.600 civarına tarihlendiriliyor. daha eskisi yok. buna karşın ırak’ın güneyinde, nasıriye’de, allah’ın çölünde, m.ö.2500’e ait süslü püslü bir lir bulundu.

    görsel

    ve robson kirby’den henry balfour’a, curt sachs’tan erich von hornbostel’e kadar tüm babalar ağız birliği etmiş gibi şunu söylüyorlar: telli çalgılar orta afrika’dan kuzeye doğru yayıldılar. dünyadaki tüm telli çalgıların afrika’dan geldiği anlamı çıkmıyor bundan. başka merkezlerde de afrika’dan bağımsız olarak telli çalgılar bulunmuş olabilir. burada önemli olan husus şu ki, bahsi geçen merkezlerin hepsi (yukarıda saydım; afganistan, orta asya’nın kuzeyi vs…) medeniyetin en geç geliştiği, iklim şartlarının tarım ve toplayıcılık için en elverişsiz olduğu yerler. e nasıl oluyor da müzik medeniyetinin şafağı burada söküyor? çünkü bu coğrafyada hayatta kalmanın tek koşulu avlanmak. ee? av dediğin şey de aşağı yukarı 60bin yıldır ok ve yayla yapılıyor. ve bilin bakalım en eski ok-yay buluntuları neredeymiş? evet, afrika! en geç nerelerde görülmüş peki? japonya, filipinler, irlanda ve avrupa’nın geri kalanı… çünkü buralarda toplayıcı olarak yaşayabilirsin. topraklar bereketli. o da olmadı balıkçılık yaparsın. ısrarla japonya örneği vermemin sebebi bu. avcılığın geçer akçe olduğu yerde ok ve yay, toplumun fertleri için el ayak gibidir. iki uç arasına gerilmiş bir teli, ipi yahut barsağı titreştirmek, hareket ettirmek bir zaruretin semeresidir. ok ve yayın bir müzik aletine dönüşümünün ilk basamağı aşağıdaki videolarda izleyeceğiniz alettir.

    video

    video

    inanılmaz yahu. bahçeden taze dal buldum, videodaki gibi eğip arasına tel gerdim ve çalmayı denedim. uzun zamandır hiçbir müzik beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. egzotik bir şey bulmanın sevinci falan değil bu. nasıl tarif etsem; hani bebeklerin yüzünde bilmem kaçıncı ayda bir ifade belirir ve o ifade hayat boyu yüzden silinmez. o ifadenin doğuşuna tanık olmak, onu yakalamak gibi. videoda gördüğümüz şey aslında bir av aleti. sadece bu alete gövde olarak ağız boşluğu eklenmiş. daha sonra ağız boşluğunun yerini başka şeyler alacak. mesela su kabağı.

    video

    gördünüz mü yavaş yavaş av aleti bir müzik aletine evriliyor. çok geçmeden de av aleti olma vasfını tümüyle yitirecek ve tastamam bir saza dönüşecek:

    video

    işte oldu. artık bu yeni sazda ok ve yay soyutlanmış oldu. tıpkı flüt sesi duyduğumuzda artık kuşları anımsamadığımız gibi bu saza baktığımızda da ok ve yay görmüyoruz. mecburiyet sultasından kurtulmuş, öykünme ve taklidi geride bırakmış, kavramlar icat etmiş insanı ve bu kavramlar üzerine inşa edilen dünyayı görüyoruz. nasıl imbik kokuyu çiçekten kopardı, onu çiçekten bağımsız bir şeye dönüştürdüyse telli çalgılar da sesi doğadan ayıklamış, onu bir başına var etmiş oldu. işte müzik böyle doğdu.

    1-jeremy montagu (2007). origins and development of musical ınstruments.

    2-uyeda, k. (2015). the journey of the tonkori: a multicultural transmission.

    3-steinmann ,conrad and paul j.reichlin (2006) ınstruments and their music from the 5th century bc in classical greece. studien zur musikarchäologie v. (orient-archäeologie 20). rahden: 237–54

    4-purser, john (2017), the significance of music in the gàidhealtachd in the pre- and early-historic period, scottish studies, 37: 207–221,
  • birazcık gezmeye gittim. rusya’nın peyk ülkelerinden birinde, dağ yamacına serpilmiş, allah’ın unuttuğu ücra köyler. ilçedeki ladalardan birine atlasan da varılır buralara ama yollar delik deşik. gidene kadar için dışına çıkıyor. yürümeye bahane arıyordum zaten, iyi oldu. bir köyden diğerine 20 km mesafe var yok. 6-7 tanesini görebildim ben. en kalabalığında 300 kişi ancak var. ben o kadar da beklemiyordum, şaşırdım. üstelik bizdeki köyler gibi huzurevine de dönüşmemişler. etrafta çoluk çocuk, delikanlı eksik değil. geri kalan manzarayı tahmin ediyorsunuzdur; 40 yamalı, döküntü, öksüre öksüre ilerleyen üç-beş hantal araba; her cephesi farklı malzemeyle örülü, sabırla işlenmiş, 40 telden çalan köy evleri; yıllar içinde evlere iliştirilmiş odalar; evlerin arasındaki ıslak, çamurlu yollarda başıboş gezen hayvanlar; dişsiz ama bizdeki gibi iki büklüm olmamış yaşlılar; ot biçmeden dönen adamlar; hemoglobinden al al olmuş yanaklar; is kokusu vesaire vesaire… köyün etrafı ise yeşil harmanı. çarpıcı bir güzellik. dediğim gibi, yürümeye bahane arıyordum, epey de yürüdüm ama bir an oldu dermanım kesildi. köye varıp sabahı ettikten sonra geri kalan yolu gitmek için bir araba buldum. şoför 30-35 yaşlarında. teybin kenarındaki usb girişine minik belleklerden taktı. sonra da müzik çalmaya başladı:

    “the club isn't the best place to find a lover
    so the bar is where ı go” (müzik)

    yüz yıllar içerisinde nakış nakış kendi kültürünü, geleneğini, müziğini dokumuş; bunu aktarmış, korumuş, yaşatmış bir halkın 3000 küsur metreye kurduğu ücra memleketinin yollarında neden bu pezevengin şarkısını dinliyordum? bu küçük dünyanın çeperlerinden çıkışım böyle mi olacaktı? sonraki şarkılar bundan da beter. bir sürü kimliksiz, yavan gürültü. fark ettim ki yaşlılar hariç hemen herkes ‘böyle’ şeyler dinliyor. yaşlılar ne dinliyor?

    dedem köyde büyümüş, liseyi şehirde okumuş liseden sonra da köye dönmüş, çiftçilik yapmış. 50 küsur yaşındayken oğullarının yanında şehre gelmiş, apartmanda yaşamaya başlamış. yaşlılığını iyi hatırlarım. kendi işini kendi gören bir adamdı. karısı öldüğünde mezar taşı yazısını kendi yazdı. taşı kazıyışı, mürekkebi alelacele sürüşü, sonra kurumasını beklemeden başucuna koyuşu, her yana akan mürekkebin harfleri korku filmi fontuna dönüştürmesi, babam ve amcamların homurdanışı... hala da öyle durur. kıyafetleri de hırpaniydi her zaman. pantolonun düğmesi kopar çengelli iğneyle tutturur, hırkası delinir berbat bir yama dikerdi. yemeğini de kendi yapardı. yemek dediğim, cacığa doğranmış bayat ekmek. evde bir şey bozulunca dedem duyacak diye aklımız çıkardı. tamir etmeye kalkar, her şeyi ya ucubeye dönüştürür ya canına okurdu. bir ufak radyosu vardı, arada sırada da televizyona bakardı. bir kez bile müzik dinlediğine şahit olmadım. radyoda haber dinler, televizyonda da belgesel veya tarım ilacı reklamı izlerdi. o kadar. müziği sevmez miydi? yoo. çok severdi. ben ne zaman bir şeyler tıngırdatsam can kulağıyla dinlerdi. hatta istekte de bulunurdu. plevne marşı’nı mesela dedemden öğrenmiştim. meşk yoluyla öğrendiğim ilk müzik budur herhalde. müzik, banttan çalınan bir şey değildi galiba onun için. radyoda, televizyonda çalınan müziklere aldırış etmez, duymazdan gelirdi. gezip tozduğum bu köylerde rastladığım yaşlılar da tıpkı dedem gibilerdi. kendi işini kendi gören, benim bir saatte tırmandığım yokuşu yarım saatte çıkan, her mesafeyi çenesinin ucuyla gösterip “aha şurası” diyerek küçümseyen, haşereden tiksinmeyen, hayvandan korkmayan, doktora gitmeyen, ilaç içmeyen, tamirden anlayan, ev yapmayı bilen, yemeğini hızlı yiyen, yatar yatmaz uyuyakalan güçlü, becerikli insanlar. gezdiğim yerlerde tattığım yemekleri dedeme anlatır, hatta bazen pişirir ona da ikram ederdim. beni kıramaz, gönülsüzce bir lokma yer, yüzünü buruşturup “pek güzelmiş” der, bir daha da ağzına sürmezdi. başkalarının yemeğini yadırgadığı gibi müziğini, dansını, adetini de yadırgardı. yani demeye getiriyorum ki bu insanlar önlerine koyulan her şeyi yemezler, illa kendi tuzları da olacak içinde.

    benim şoför nasıl biri peki? bizim memleketin taşrasındaki orta yaş erkekler nasıl giyiniyorsa o da öyle giyinmiş. kot pantolon, spor ayakkabı, gömlek. muhtemelen fas’ın veya bulgaristan’ın taşrasında da aynı kıyafetleri giyiyorlardır. eksik düğmesi, yaması, yırtığı yok. kim bilir dünyanın neresindeki atölyede dokundu da buradaki mağazaya geldi. amerikan sigarası içiyor. köylerde bakkal falan yok. demek ki sık sık ilçeye gidip geliyor. “evli misin?” değilmiş. bir gün evvel evinde kaldığım yaşlı kadının 6 çocuğu vardı. iki çocuğu kalmış yanında sadece. diğerleri ilçeye veya şehre taşınmışlar. erkek 30, kadın 35 yaşında. tayyip erdoğan gibi herkese “kaç çocuk var” diye soruyorum. elini savuruyor kadın “bir de çocukla uğraşamam” dercesine. iki kardeş de evlenmemişler. onların da kıyafetleri şoförünki gibiydi. üzerinde etiket olan, seri üretim şeyler. makine işi. annenin kıyafeti öyle değil. başına kundak şeklinde kırmızı bir tülbend bağlamış, kalın kumaştan entari üzerine de rusların grudkoy dediği önlükten giymiş. oğlan ot biçiyor, hayvanlarla ilgileniyor, bazen de şoförlük yapıyormuş. ne ingilizce ne rusça biliyor. kız becerikli. ingilizce öğrenmiş. yolların açıldığı yaz aylarında bazı bazı turistler geliyormuş yürüyüşe. evin önüne ufak bir tabela asmış o da: guest house. biz bunları mutfakta konuşuyoruz. anne de o sırada peynir mayalıyor, kavanozlara bir şeyler koyuyor. kızından yakınıyor bana. “eline hiçbir iş yakışmaz”. yemekleri hep anne yapıyormuş. “inekleri ben sağarım, odunu ben kırarım, sobayı ben yakarım…” muzipçe söylüyor bunları. hep gülerek, büyük büyük, cüsseli konuşuyor. yerini beğenmiş bir bitki gibi burada. çocuklar öyle değil. bu hayata razı olmamışlar. canlarını sürüyerek, mıymıntı bir sesle anlatıyorlar her şeyi. güçsüzler.

    bahsettiğim şey nesiller arası farklılıklar veya kuşakların çatışması değil. bir asır hatta yarım asır öncesinde orta yaş bunalımı veya çocuk sahibi olmayı erteleme diye bir şey yoktu mesela. değil mi? “e zaten ortalama insan ömrü 30-35 yıldı, ne ara bunalıma gireceksin, çocuk sahibi olmayı nasıl erteleyeceksin?” eş dost en çok bu sava tutunuyor. ortalama ömür 30-35 demek, insanların çoğu 40’ı görmeden ölüyor demek değil. bu rakamın bu kadar düşük olmasının sebebi bebek ve çocuk ölümlerinin yaygınlığı (19. yüzyıl ingiltere’sinde bile nüfusun %30’u 5 yaşını göremeden ölüyor) osmanlı’nın ilk 10 padişahının ortalama ömrü 60 mesela. roma imparatorluğu’nda hatta han hanedanlığı’nda bile durum aynı. suikaste falan uğramamayı başarırsan 60’ı görüyorsun. demek ki olayın bununla pek alakası yok. muhakkak etkisi vardır ama çok değil. batı’da ilk doğum yapma yaşının 1800’lerde 22 civarında olduğu tahmin ediliyor. 1900’lerin başında da hemen hemen aynı kalmış ve 1970’lere kadar böyle devam etmiş. sonra hemen hemen tüm dünyada kadınlar ortalama 5-6 sene kadar daha geç doğurur olmuşlar. orta yaş bunalımı diye bir terim de bu yıllarda zikredilmiş ilk kez. bu yıllarda ivme kazanan daha doğrusu baş döndürücü bir hızla gelişen şey teknoloji oldu. neil postman, ivan illich, ted kaczynski, jacques ellul, gunther anders ilah bundan yakınıp durdular. hatta onlardan da önce karl polanyi yazdı büyük dönüşüm’de. bu kitabı okumadıysanız muhakkak okuyun. şaheserdir. bir kerede kavranamayacak kadar zor bir metindir ama cebelleşmesi, parça parça çözmesi feci zevklidir. “nineteenth-century civilization has collapsed.” (on dokuzuncu yüzyıl uygarlığı çöktü) diye başlar. bu insanlar karmaşık ve pahalı makinaların, teknolojinin insanlığın baş belası olduğunu savunurlar. çünkü bu aletler hayatı bizler için son derece kolay, zahmetsiz hale getirirler. zorunlulukların dayanılabilir yükünün yerini, ihtiyaçların katlanılamaz sızısı alır. kaczynski çok sade ama etkili bir örnek verir:

    “bay a’nın bay b ile satranç oynadığını farz edin. büyük bir usta olan bay c, bay a’nın omuzları üzerinden oyunu seyretmektedir. tabi ki bay a, oyunu kazanmak istemektedir; bu sebeple bay c ona yapılabilecek iyi bir hamle gösterirse, bay a’ya iyilik yapmış olur. fakat şimdi bay c’nin bay a’ya yapacağı tüm hamleleri söylediğini varsayalım; fakat yapacağı her hamleyi söyleyerek oyununu mahvetmektedir, çünkü her hamlesini başka birisinin ona söylemesi durumunda bay a’nın oynadığı oyunun bir anlamı kalmamaktadır. modern insanın durumu bay a’ya oldukça benzemektedir. sistem bir bireyin hayatını sayısız şekillerde kolaylaştırmaktadır, fakat böyle yaparak kendi kaderini kontrol etme imkanını onun elinden almaktadır.”

    kaderini kontrol etmeyi bırak, yiyeceğini yetiştirmeyi bilmeyen, kıyafetini dikemeyen, yuvasını bile inşa etmekten aciz, alil bir mahluka dönüştü insan. bu güçsüzlüğünün farkında olmasa orta yaş bunalımı veya çocuk sahibi olmada isteksizlik diye bir şey olur mu? insan çocuk sahibi olmayı “kendini gerçekleştirme” adına belirsiz bir süre erteliyor. kendini gerçekleştirerek, arzu ettiği güce kavuşacağını sanıyor. cevahiri kurtaramayınca zevahire sarılıp genç kalmak, sağlıklı olmak için kendini paralıyor. köyde tanıdığım yaşlı insanlar yahut dedem ölümü vakarla kabullenirlerken, bir kuşak sonrası hayata köle olmuş, ona tırnaklarını geçiriyor, sülük gibi yapışıyor. tiksindiren bir düşkünlük. ancak böylesi zebun olmuş kimseler önüne ne konsa yer.
  • müzik eskisi kadar tesir etmiyor değil mi size? bazı şarkıları ilk dinlediğim zamanı ve o zaman neler hissettiğimi hiç unutamam. 14-15 yaşındaydım, bir arkadaşım teybe the beatles'in bir albümünü koymuştu. beatles ismini duymuştum ama müziklerini daha evvel dinlediğimden emin değildim. rock'n roll gibi bir şeyler duyacağımı düşünmüştüm. neyse, müzik başladı:
    "words are flowing out like endless ..."

    çarpıldım. hakikaten nutkum tutuldu. gözlerim yaşardı. bir sürü şeyi bir anda hissettiğimi hatırlıyorum. "bu neydi" diye sordum. kasedi uzattı, şarkının ismine baktım. across the universe. iyice belledim. o günden sonra müziğin bendeki anlamı değişti. bu şarkı iyi midir, kötü müdür falan filan, bunun şu an benim için önemi yok. önemli olan beni etkilemesiydi. sonra başka şarkılar da oldu bana böyle çarpan. şimdi bu şarkıları tekrar dinlediğimde bazılarını çocukça, komik, bayağı falan buluyorum. olsun. bunun da önemi yok. bu şarkılar bende bir duygu uyandırdı, beni etkiledi. nasıl desem, bu şarkıları deneyimledim. bu kelimeyi mahsus seçtim çünkü deneyim, yaşantıda bir kesinti demektir. bu cümleyi lütfen tekrar düşünün ve anlamaya çalışın; yaşantıda bir kesinti. en son ne zaman yaşantınızın akışı bir müzikle duraksadı? artık nadiren başıma geliyor bu durum. biliyorum ki yalnız değilim, sizlerin de yaşantısı yatağında akmaya devam ediyor. peki neden böyle? şimdi, eskiye nispetle çok daha fazla ve farklı müzikle temas ediyoruz oysa. buna rağmen nasıl olur da tesir etmezler? akla ilk gelen şey seçenek bolluğu oluyor. duymuşsunuzdur, barry schwartz diye bir adam kitabını yazdı: the paradox of choice. seçenek çoğaldıkça mutluluk, tatmin vs. ihtimali azalıyor diyor. neden? işte seçenek çoğaldıkça seçmen "ya en iyisini seçemezsem" kaygısına kapılıyor ve seçtiği şeyin tadını çıkaramıyor. falan filan. bu benim aradığım cevap değil. müziği para verip almıyorum ya da çok cüzi bir para veriyorum. harcadığım şey zaman. yanlış müziği dinleyip zamanımı boşa harcayacağım kaygısıyla müziğe odaklanamadığımı sanmıyorum. benim aklımda başka bir şey var. daha önceden de kafa yorduğum bir soru vardı; neden eskisi kadar albüm yapılmıyor? neden tekliler revaçta? "ilgi açlığı" demişim (bkz: tekli /#110313180). eh, doğruluk payı var ama üstünkörü bir cevap. şöyle düşünelim; sizce spotify'da şurada burada albüm, tekli, ep, ıvır zıvır paylaşanlar birilerini etkileyebildiklerini düşünüyorlar mıdır? ceylan, gaye, cihan, mori, kaan boşnak, adamlar vs. vs. hatta sezen aksu, ezginin günlüğü, teoman, bülent ortaçgil, yıldız tilbe... sezen aksu'nun son albümü biraz pop biraz sezen galiba. 2017. hayranları için hayal kırıklığı oldu. veya bülent ortaçgil'in son albümü sen. o da 2010 imiş. konserlerinde bu albümden şarkı çaldığını duyan var mı? ben 2010 sonrası 2 ortaçgil konserine gittim, 1 kez "denize doğru"yu çaldığını duydum bu albümden. o kadar. yıldız tilbe 2018'de iki albüm yaptı. ceylan ertem'in bile beğendiğini sanmıyorum. o kadar berbat. benim görebildiğim kadarıyla dinleyiciyi etkileyebilen tek isim var bu klasmanda o da mabel matiz. gerisi kuru gürültü. bir de nitelikli işler var. volkan ergen'in hoşnutluk vadisi orkestrası albümü bunlardan biri. ezgi altıner'in parça parça yayınlayıp piç ettiği şarkıları da iyi şarkılar. serdar ateşer 2018'de bir albüm yaptı; iş işten geçer geçmez ordayım. şahane albümdü. kimseyi etkileyemediler. kimseyi. serdar ateşer'in albümü 4000 kez bile dinlenmedi. volkan'ı tanıyan bile yok. ne feci. beni okuyan, takip eden insanlar hakkında az buçuk fikir sahibiyim. öyle anlıyorum ki 1000 küsur insana ulaşıyor yazdıklarım. yazdıklarımı beğendiklerini söyleyen insanlar mesaj atıyorlar bazen. eh, bazen de bana katılmayanlar yazıyorlar. birileri ile etkileşimde olduğumu hissettiriyor bana. fakat onlar bile dinlememişler demek volkan'ı serdar'ı. cehennem böyle bir şey olsa gerek. kendinle dolusun. "sebep olma hazzından" mahrumsun. karl groos diye bir adam var. psikolog. 20. yüzyılda yaşamış. die spiele der menschen diye bir kitabı var. insanın oyunu diye tercüme edilir galiba. neyse, şeker bir kitaptır. orada çocukların, bebeklerin oynadığı oyunları gözlemlemiş. "insan yavrusu için oyun, bir işi tamamlama gerekliliğinden doğmayan, rekabetten arınmış, kendi içinden kaynaklanan, içgüdüleri eğitmeye yarayan bir şeydir" diyor. "çocuğa oyunda haz veren şey de bir şeye sebep olma hazzıdır" diye yazmış. çocuk eliyle topu ittiriyor ve top yuvarlanıyor. bundan daha güzel bir şey olabilir mi? işte günümüzde bu etkileşim ortadan kalktı. ne birini harekete geçirebiliyoruz ne de biri bizi hareket ettirebiliyor. iyi de neden?

    bazı kelimeleri peş peşe dizeceğim şimdi; duygu, duygulanım, mod (hava), his, heyecan, sezgi... bu kelimeler üzerinde biraz düşünün. mesela duygu ile duygulanımın farkı ne? bu kelimeler o kadar hassas ki tam izahını yapmak, başka bir dildeki karşılığını bulmak bile güç ama bir şekilde bunların birbirlerinden farklı olduklarını da biliyoruz. mesela merhamet duygusuna sahip olabilirsin ama "merhamet heyecanı" olmaz. yas havası olur ama "yas hissi" olmaz. hava, mood denilen şey zihnin iklimi gibi. duygulanım ve heyecansa bu iklimde yeşeren ve solan öznel şeyler. heyecanın ve duygulanımın tarifi zordur. bir anlatı oluşturmazlar. duygu böyle değildir. duygu zamansal değil, mekansaldır ve bir anlatı oluşturur. ani değildir. şu an sanatta eksik olan şey duygudur. bu eksiklik duygulanımla, heyecanla ve bazen mood ile dolduruluyor. günümüz sanatının anlatı eksikliği çekmesi de bu yüzdendir. ve albüm yerine tekli falan filan gibi fragmanların sunulmasının nedenlerinden biri de bu. albümden beklenen bütünlüklü bir anlatı sunmasıdır. mekansaldır. tekli ise zamansaldır, anlatı oluşturmaz. duygulanım gibi ani ve kaygandır. peki anlatacak bir şeyi olmayanlar neden anlatmamayı seçmiyorlar? bu kolay değil. gerçekten. akıllı iktidar tebaasını susturmaya çalışmaz. tam tersine sürekli olarak iletişimde bulunmaya, paylaşmaya, katılmaya, fikirlerimizi duyurmaya falan teşvik eder. yasaklamaz, ayartır. katılmazsan kendini eksik, yalnız, dışarıda hissedersin. sorun şu ki katılınca da değişen çok bir şey yok. bu katılımlar "fikir" değil "paylaşım"; "bilgi" değil "veri"; "eser" değil "çalışma" ve "duygu" değil "duygulanım" yahut "heyecan". bunlar duygudan, ruhtan, kavramdan yoksun "data"lardır. oysa "bilgi" veya "hakikat", "data" ve "malumat"tan farklıdır. data verimsiz bir birikinti oluştururken bilgi müktesebat oluşturur. art arda gelen 10 teklinin 1 albüm oluşturamamasına benziyor durum. durmaksızın biriken data bir "eklenti "oluşturur. oysa duyguyu uyandıran şey "çıkarım"dır. çıkarım dediğin şey de deneyim gibi, kesintiye uğratan, set çeken bir şeydir. akmakta olandan bir şey ayıklamak, seçmektir. hakikat bir çıkarımdır. günümüzde ise hiçbir yere varmayan bir veri akışı var. çıkarsamayı mümkün kılmayacak kadar yoğun, baş döndürücü bir trafik. oysa çıkarsama düşünce dolu bir oyalanmanın ürünü olabilir. "çıkarım yapmak", conclusion, concludere, kapamak, son vermek vs.. hepsi durmaya, akışa son vermeye atıf yapar. ve gerçekten "çıkarım yapmak", "akıl yürütmek" vs. pek çoğu için gözler kapalıyken yerine getirilen eylemlerdir. insan odaklanmak için niçin gözlerini kapar? daha fazla enformasyonla kirlenmemek için. gözümüzün gördüğü her yerde bir ekran var artık. dijital bir tespihle geziyor gibiyiz. anlatmak, anlatılandan bir çıkarım yapmak, hülasa tefekküre dalmak çok zor artık. uzun zamandır hemen hiçbir şeyden etkilenmiyor oluşumuzun ve hiç kimseyi etkileyemiyor oluşumuzun sebebi bu bana kalırsa.

    bu son paragrafta değinmek istediğim bir şey daha var. etkileşim için gerekli olan şeylerden biri de farklılık. bundan bahsetmek istiyorum. byung-chul han'da okumuştum galiba, "başka" ve "farklı"nın aynı şeyler olmadığını söylüyordu. kelimeler ne kadar önemli hakikaten. farklı - başka - öteki ... bunlar comperative sıfatlar gibi. başka, farklıdan daha başka; öteki de başkadan daha başka. öteki superlative bir sıfat sanki; "en farklı". byung chul han eros'un "başka" yı arzuladığını yazmış. ya da onun gibi bir şey. "başka"nın olmadığı bir dünya, kişinin kendisiyle ve kendi anıştırmalarının gölgesiyle dolu bir cehennemdir gerçekten de. "cehennem başkaları" değildir, cehennem başkalarının yokluğudur. çiğnene çiğnene tadı kaçmış olan "öteki" sözcüğünün içi tamamen boştur. günümüzde öteki falan yok. başkalık, ötekilik için yalıtılmışlık gerekir. devletten, datadan, enformasyon, ekrandan kaçabilen kaç kişi kalmıştır ki. çingenelerin hayatını tanımak için osman cemal kaygılı gibi onların arasına karışmaya gerek kalmadı. ya da ingiltere'nin varoşlarındaki hayatını tanımak için orwell gibi maden ocaklarına inmeye gerek kalmadı. çingeneler bile o kadar çingene değil artık. lehçeler bile yok oluyor. halk müziği çoktan müzelik oldu. balık çeşitliliği azalıyor. bu sadece marmara öldüğü için değil, o türlere ilgi azaldığı için. yeni dikilen her apartmanın bahçe peyzajında siktiriboktan mazı ağaçları veya karayemişler kullanılıyor. kimsenin hünnap, erik, ıhlamur, çınar, ardıç diktiği yok. her yeri karayemiş ve bodur mazılarla doldurursan ötücü kuşlar da kalmıyor. 10 sene sonra serçe bile egzotik bir tür olacak. mantar gibi türeyen "lezzet düşkünlerine" rağmen mutfaklar yok oluyor. falan filan. bu gürül gürül akan yaşantı, baş döndürücü enformasyon trafiği başkalığın, ötekinin neslini tüketti. "başka" tarafından terk edilmiş, kendinden bitap düşmüş olan biz; bu akıntıdan kurtulamazsak bir daha kolay kolay hiçbir müzikten etkilenemeyecek gibi duruyoruz.

    bu kadar.
  • matematik'in en güzel halidir müzik..
  • muzik sayesinde asklarinin daha uzak , duygulu ve sikintisiz oldugunu gorup isitiriz.muzik bizler icin olaganustu durumlari seyredebilmek ve bakis acisini bir tur yabancilasma ve ic rahatligi ile yasamanin tek aracidir.her asik olan kimse muzik dinleyince sunlari dusunur.:benden bahsediyor , benim yerime konusuyor , her seyi biliyor ....
  • mesele: gitar niçün eşher-i âlât-ı lehvdir?
    cevap: çünki hâmli âsandur ve teganniye mani olmaz.

    eskiden fetvalar bu üslup ve metotla verilir, meseleler böyle analiz edilirdi. gitar niçin çalgıların en popüleridir? çünkü taşıması kolaydır ve şarkı söylemeye mani olmaz. parmakla yahut mızrapla çalınan telli çalgılar -bunları lavta başlığında toplayalım- dışında bu şartları haiz olan başkaca saz yoktur. yaylı çalgılar da telli çalgılar ailesinin üyesidirler ancak aynı anda birden çok ses çıkaramadıkları için iyi birer vokal eşlikçisi değildirler. kolay soru, kolay cevap. peki piyano nasıl oldu da bu denli şöhret kazandı? hem çok pahalı, hem taşıması güç hem de nispeten zor bir çalgı. benzer özellikleri taşıyan kilise orguyla önemli bir kavşakta ayrılıyorlar: biri sivil yani üniformasız öteki ise dini veya bürokratiktir. otoriteyi temsil eden hemen her şey -kıyafet, mimari yapı, mezar taşı, yemek vs.- gösterişli, pahalı ve azametlidir. org da kimi zaman devletin de sahibi olan dini otoritenin bir aygıtıdır. piyano ise hiç kuşku yok sivil ve büsbütün dinsiz olmasa da ladinî bir çalgıdır. sivil, yani şehirli. mecburen şehirli çünkü taşra için son derece pahalı ve rafine. lavta köylü de olabilir. köylü; peasant. latince pagan sözcüğünden gelir. pagan, iktidarın dininden olmayan kimsedir. kabadır, arzularının boyunduruğundan kurtulamamıştır, vahşidir, mütecavizdir… erkektir yani. izlerini avrupa resim sanatında sürmek kolay:

    görsel

    apukurya maskarası gibi süslenmiş, yaka bağır hırpani, bakışlarda çiğ şehvet, gülümsemede yılışıkça tavır… kucağında lavtayla tastamam bir zampara. büyük şair wordsworth, “i was obedient as a lute that waits upon the touches of the wind” [rüzgarın dokunuşlarını bekleyen bir lavta gibi itaatkardım] diye yazmış residence at cambridge’de. bir kadın kalçası gibi yumuşak ve yuvarlak hatlı olan lavta hem itaatkar hem de dokunulmayı bekliyor demek. piyano çalanları nasıl resmettiklerine bakalım bir de:

    görsel

    orta veya orta-üst sınıfa mensup ailelerin iffetli genç kızlarını, mahcup bir halde görüyoruz. 1907 yılında istanbul’u ziyaret eden vicente blasco ibanez şöyle yazmış:

    “oğullarını avrupa’ya dolaşmaya yollayan büyük paşalar, kız evlatları için de ingiliz ve fransız mürebbiyeler getirtmişler… doğdukları haremin bir köşesinde kuyruklu piyanoları var, chopin’in hüzünlü valslerini ya da paris’te son moda olan şarkıyı çalıyorlar…”

    v. murad’ın kızları fehime ve hatice, abdülmecid’in gelini kadriye; ıı. abdülhamid’in eşlerinden behice ve nazikeda, kızları ayşe (hamidiye marşı’nın bestecisi) ve şadiye, enver paşa’nın karısı naciye, vahdeddin’in kızları sabiha ve ulviye, münir paşa’nın kızı nimet… ekabirin kız çocukları avrupalı akranları gibi piyano çalıyorlar. tarla sürecek, aş pişirecek, örgü örecek halleri yok. fakat çok dikkat çekici bir detay var; kadınlar evlendikten sonra piyanoya el sürmez oluyorlar yahut herkesin içerisinde çalmaktan sakınıyor, bir başlarına çalıyorlar. demek piyano yüksek tabakadaki kadınların cinselliğinin, bedenlerinin dışında fakat evlerinin içinde yer alan çok örtük bir temsili. yazıyı yazarken fark ettim; ted giola, the guitar as the instrument of seducers başlıklı makalesinde benzer bir sonuca ulaşmış:

    “genç hanım fildişi tuşları okşarken taliplisine onu seyretme izni verilirdi. beyefendinin arzusu da aynı şekilde okşanıyorsa düğün sonrasına kadar mesafesini koruması beklenirdi. başka bir deyişle piyano baştan çıkarmanın değil kur yapmanın aracıydı.”

    doğru ama pekiştirmeye, daha ileri götürmeye ihtiyaç var. the awakening conscience. 1853 tarihli bir resim. william holman hunt’un eseri.

    yarım kalan el işinin piyanonun kenarından sarkan ipliği, yerdeki eldiven teki, sehpaya alelacele bırakılmış şapka, minik bir kuşu kendine oyuncak eden başıboş kedi, halının üzerindeki notalar… kadının sol eli kolaylıkla seçiliyor. her parmağında yüzük var, sadece yüzük parmağı boş. evli değiller demek. metresi olabilir mi? yeni döşenmiş bir ev. halı gıcır gıcır. saat bile cam fanusun içinde. adam laubali şekilde koltuğa yaslanmış, bir eliyle kızın piyanosunu okşuyor. ahlaka mugayir bir şeyler döndüğü besbelli. piyanonun neyi temsil ettiği de çok açık. öyle değil mi?

    sıra geldi böylesine karmaşık, hantal ve pahalı bir sazın popüler olma sebeplerine. ne demek popüler? piyanodan -18. yüzyıldan- önce de tuşlu çalgılar vardı. onlar popüler değil miydi? donald h. boalch’un değerli çalışmasına bakalım: makers of the harpsichord and clavichord, 1440-1840. bu yıllar arasında ingiltere’de 90 küsur klavsen, klavikord ve org yapımcısı yaşamış. fransa, italya ve almanya’da da rakamlar benziyor. fakat avrupa’nın periferinde (rusya, portekiz, lehistan, danimarka, isveç) çalgıya çok nadiren rastlanıyor. yapımcı ise hiç yok. bırak kıta sınırlarından taşmayı, kıtaya bile tümüyle yayılmış değil demek. bir de şu yoldan gidelim; frank weber 1715 almanya doğumlu bir klavsen yapımcısı. 1739 yılında dublin’e taşınmış ve burada dükkan açmış. adamın hesap defterini yayınladılar [h.g.flood (1914); the account-book of a dublin harpsichord maker, ferdinand weber, 1764 to 1783]. iyi para kazanan, çalışkan ve gözde bir çalgı yapımcısıymış. 20 senede 6 tane klavsen, 3 tane piyano-forte yapmış. org tamiri falan da var… bir çalgıyı bitirmesi iki sene sürüyor. bu hesaba göre 18. yüzyıla kadar olsun olsun 150-200 tane klavsen ve klavikord yapılmıştır ingiltere’de. hesabım yanlış olmasa gerek. doğrulamak için npor veri tabanını kurcalıyorum. 15 ve 18. yüzyıl arasında ingiltere’de yapılmış org sayısı 81. yanılmıyorum. nüfus aşağı yukarı 5 milyon. ülkede nispeten kalabalık bir soylu ve yönetici sınıfı var. italya ve almanya’daki kadar olmasa da sanat müziğine ilgi çok ve 25bin kişiye 1 klavsen düşüyor. burkat shudi 18. yüzyıl ingiltere’sinin en namlı klavsen yapımcısı. 50 senede 1000 küsur klavsen yapmış. buna karşın öğrencisi john broadwood 20 senede 8000 piyano satmış [raymond russell (1955); the harpsichord since 1800]. vay canına. daha da pekiştirelim; ingiltere’ye piyano 1740’da giriyor. 26 sene sonra da üretimi başlıyor. 100 sene sonra, hugh reginald haweis 1870’lerde ingiltere’de 400bin piyano olduğunu yazmış. hemen hemen 300 kişiye 1 piyano. sadece üst tabakanın değil, orta sınıfın da evine girmiş demek. işte bu yüzden popüler. sözcük dilimize 19. yüzyılın sonunda girmiş. ondan evvel lugatımızda ona denk bir kelime yok. neden olsun? sınıflar birbirinden ayrışmamış. umumi? hayır. kilise orgu umumi bir çalgıdır, tüm halka hitap eder ancak popüler değildir. halkın bağrında yaşamaz. piyano hem popüler hem umumi. tüm kıtaya ulaşmış hatta kıtadan da taşmış; amerika’da, çin’de, iran’da, rusya’da, osmanlı’da da bilinir, çalınır olmuş. piyano bunu kadınlara borçlu. peki kadınlar ona ne borçlu? alacak verecek hesabını kapatıp yazıyı bitirelim. kadının piyanoya borçlu olduğu şey şu: temas olmaksızın kur yapma fırsatı.
  • hamilik, 18. yüzyıl sonunda kaybolan, seküler bir takdis merciidir. bu merci sayesinde sanatçılar, kendi iç dinamikleri olan bir seçkinler kitlesinin taleplerini karşılıyorlardı. hamiliğin yok oluşuyla birlikte sanatçılar anonim kamunun öngörülemez arzularıyla baş başa kaldılar. sanatın, kaba ekonomik zaruretlere indirgenemeyen, üstün, özgür ve çıkarsız bir yaratı ideolojisi olduğu fikri de aynı zamanlarda doğmuştur. bunu, hamiliğin kaybolmasıyla kamunun kucağına düşen sanatçının romantik tepkisi olarak okumak gerekiyor. zoraki şövalyelik. sanatçı önceleri hiyerarşik olarak soylu hamilerinden -yani müşterilerinden- aşağı konumdaydı. 1850’lerdeki edebiyat ortamını düşünelim bir de. alıcıların çoğu burjuvadır. anonim, soyu sopu belli olmayan, öngörülemez, fazlasıyla heterojen bir kitle. sanatçı böylesi bir topluluğun hem taleplerine hem de kendisine kayıtsız kalmaya mecbur kaldı. kendini yalıtma her zaman daha fazla kendini yalıtmayı doğurur. öyle de oldu. menuet denen dans türünün akıbetini düşünelim. 17. yüzyıl civarında çıkmış, üç zamanlı, basit bir dans. saray yaşamına ve sanat müziğine girdiği anda dans da müzik de incelikli hale gelmeye başlamış. sonra yaylı çalgılar dörtlülerine, oradan da haydn’ın senfonilere girmiş, beethoven ile beraber de scherzo’ya dönüşmüş. daha fazla yalıtma demek, dışarıdakilerin anlamakta zorlanacağı daha fazla kural demektir. scherzo’nun menuet denen alelade, üç zamanlı dans müziğine atıf yaptığını kim anlayabilir ki? hakiki ve müdanasız sanatın beratı: anlaşılmazlık. sanatçının ve eserinin anlaşılamazlığı; müminin dünyevi güçlüklerle sınanması gibidir. bu güçlükler mümin için bir imtihan olduğu kadar öte dünyadaki selametinin de nişanıdır. böylece sanatçıyı mümine denk tutmuş oldum. öyleyse sanat da din gibi özerk bir yapı olmalı. din profesyonelleri olmadan din, özerk bir yapı olamaz. aynı şekilde sanatın özerk bir yapı olarak teşekkülü için sanat profesyonellerine ihtiyaç vardır. profesyonelleşme, iş bölümü ve kurumsallaşmanın miladı hamiliğin son bulma zamanlarına yani 18. yüzyıl sonuna rastlar. kimdir bu profesyoneller? sanatçılar, profesyonel hamiler (ruhban sınıfı) ve eleştirmenler. profesyonel hamiler, edebiyat alanında yayınevleri ve editörler, plastik sanatlarda küratörler ve galeri sahipleri, müzik alanında da plak şirketleridir. bunların icazeti olmadan sanatçı kesilmek herkesin harcı değildir. zannedildiği gibi profesyonel hamilerin görevi sanatçıyla piyasa arasında aracılık etmek değildir. aksine, bu seküler takdis mercii piyasa ile sanatçı arasında, sanatçıyı kendi özgünlük arayışına hapseden bir bariyerdir. arnold hauser’in tespiti şahane:

    ”piyasa koşulları elverişli olduğu sürece, bireysellik arayışı, özgünlük saplantısına evrilmez.”

    böylelikle sanat müziği yalnızca üreticilerden devşirilmiş bir kitleye hapsoldu. eleştirmene de bu yüzden ihtiyaç duyuldu çünkü `eleştirinin amacı eseri özümsemeyi kolaylaştırmaktır.` eser, kamudan uzaklaştığı ölçüde aracılara ihtiyaç duyar. ve aracı sanatçıyla profesyonel hami, eserle alıcı arasındaki mesafeyi açar. eseri anlaşılır kılar fakat bir yandan da eserin aracı olmadan anlaşılamayacağını sezdirir. sanat kurumu (institution) içerisinde yer alan mercilerin otoritesi bu yolla pekişir. kanonlaşmanın mekanizması budur. kültürel meşruiyet böyle tesis edilir. “ne tür müzikten hoşlanırsınız?” sorusunu ‘kültürlü’ “glam rock, bebop, etnik müzik” falan diye yanıtlarken kültürden nasibini alamamış sade vatandaşın “kulağa hoş gelen her şeyi” diye cevaplaması bundandır. örneği pekiştirelim; sade vatandaş için -hiç dinlememiş bile olsa- zeki müren sanat güneşidir; eşsiz yorumcu, büyük ustadır. bunun aksini yalnızca sanat kurumunun yetkili mercileri tarafından takdis edilen kişiler iddia edebilirler. ‘kültürsüz’ “zeki müren türk müziğinin canına okumuştur” derse zındık olurken kültürlü, verdiği aykırı cevapla muhalif yahut hizipçi olur. zındık, meşru alandan kovulan bir profandır. gayrimeşrudur. ancak karşı meşruiyet tesis etmeye çabalayan hizipçi meşrudur. hatta bu tutum, otorite tarafından tanınmanın eski ve iyi bilinen yollarındandır. picasso’nun temsil nesnelerini resmederken onları deforme etmesi, o günün estetik ve hatta etik değerlerine ters düşmek demekti. yani dönemin takdis mercilerine kafa tutuyordu. günümüzde bu tutum içi boş bir efelenmeye dönüştü. içi boş çünkü otoriteye kafa tutarken onunla çatışacak bir karşı meşruiyet koyamıyorlar ortaya. öyleyse saldırdıkları otoriteyi tanıyorlar ve tanınmak istiyorlar. kucağa alınmak için ağlayan bir bebeğin zırıltısına benziyor. bu yüzden günümüz entelektüelini ve sanatçısını sık sık, kültür alanını avamlaştıranlarla yan yana görüyoruz. karşı kutbunda ise kendini tümüyle yalıtmış -esasta veya görüntüde- bir cenah var. geçtiğimiz günlerde süper kupa maçının iptali sonrası twitter’daki goygoyda gördük bu tutumu. “…kemalist refleks…”, “…coğrafyanın kodları…“, “milliyetçilik”, “benedict anderson” laflarıyla kafa ütüleyen süper-cool entelektüeller, ayşenur hanım’ın da deyimiyle “sevinçte ve kederde” bile “bizimle birlikte olmadıklarını” göstermek istediler.

    yani? hamiliğin ortadan kalkmasıyla birlikte sanat kurumu ile alıcıları arasında belirgin bir ayrışma hatta kültürel kopuş meydana geldi. bu ikililiği en kaba, en net haliyle müzikte izleyebiliriz. bir yanda suni şekilde ayakta tutulan, neredeyse tümüyle içine kapanık sanat müziği; öte tarafta kitle müziği. diğer tabiriyle hafif müzik. eskiden bu iki uç arasında bir dizi ara form vardı:

    -üreticilerden oluşan son derece kapalı bir cemaate mahsus avangard eserler
    -üreticiler nezdinde kabul görmüş yahut dışlanmamış avangard eserler
    -üretici olmayan seçkin sınıfa hitap eden eserler
    -orta sınıfın entelektüel fraksiyonunca kabul görmüş eserler
    -orta sınıfın entelektüel olmayan fraksiyonlarınca benimsenmiş, ödüllerle taçlandırılmış, marka eserler
    -sanat için para ödemeyenlerin sanatı. kitle müziği.

    ara formların ortadan kalkmasıyla iki uç arasındaki aktarım kalmadı. böylelikle sanat müziğini besleyen pınar da kurumuş oldu. kendi kıt kaynaklarını çoktan tüketen sanat müziği, dayanaksız çıkışlar ve abartılı itaat gösterileriyle koflaştı, gücünü yitirdi. öyle sanıyorum ki kolay kolay da ayağa kalkamayacak.

    [geçtiğimiz günlerde sanat deliorman’ın açık radyo için hazırladığı dünyanın cazı programına konuk olmuştum. bu yazı, programda bana yöneltilen bir soruya verdiğim yanıtın gözden geçirilmiş, eli yüzü düzgün halidir. programı merak edenler na şuradan dinleyebilirler.]
  • müzik nedir?
    geçtiğimiz hafta bu sorunun cevabını ararken başka bir soruyu cevaplamaya çalışmıştım: müzik ne işe yarar? iyi kötü bir cevap vermiş oldum. bu cevabı daha fazla kurcalamayacağım ve "müzik nedir" sorusuna cevap arayacağım. x nedir sorusuna cevap arayan yazıların bu kısmında meşhur sözlüklerin bu soruya verdiği yanıtlardan bahis açılır. ben öyle yapıp işin tadını kaçırmayacağım çünkü sözlük tanımları gerçekten çok yavan. onun yerine müzikten ne anladığımı yazayım. "organize edilmiş seslere" müzik denir (varese'nin tanımıdır bu). bu kadar.

    "sessizlik müziğe dahil değil midir?"
    pekala dahildir. bu argüman, tercih ettiğim tanımın eksik yerini göstermiyor, beni tanımımı öğelerine ayırıp izah etmeye sevk ediyor. ses nedir? sessizlik nedir? gibi.. ses "kulağın duyduğu her şey"dir. kulağın duymadığı sesler de var, biliyorum ama bu müziğin değil fiziğin falan alanı. sessizlik dediğin şey de "daha az duyduğun her şey"dir. bu da bu kadar. mutlak bir sessizlik müzikte mümkün değil. teorikte mümkün ama pratikte mümkün değil. organize edilmiş, düzenlenmiş seslerin en küçük birimine tema diyelim. türkçe'de ne dendiğini bilmiyorum. önemi de yok aslında. uluslararası jargonda ne dendiği daha önemli. subject denir; bir ezginin anlamlı en küçük parçası. insanlar müzik yapmaya ne zaman başladılar bilmiyorum. ilk çabalarının ürünü neydi acaba? müziğin arkeolojisi ne yazık ki çok kıt kaynaklara sahip. "bilinen en eski şarkı" diye arada bir internet haberleri çıkıyor. sümerce ilahi, hurrice ninni bilmem ne. wikipedia'ya göre bilinen en eski şarkı 6 numaralı hurrice şarkıymış. oliver gurney diye bir adam var, asurolog. onun başının altından çıkıyor bunlar. bu adam kitabelerde yazan yazılardan, çizilen resimlerden hurrilerin çaldığı arpın nasıl bir şey olduğunu, akort düzenini falan tahmin ediyor. ondan sonra gelenlerin de katkıları var ama tabii bunlar tahmin düzeyinde. adamın biri seslendirmiş bu şarkıyı. çok güzel bir uğraş, tebrik etmek gerek fakat traştır bu. zaten hurrice, sümerce falan hakkında yazılan şeylerin çoğu böyle biliyorsunuz. ezici çoğunluğu tahminden öteye gitmiyor. yani bilmiyoruz o zamanlar insanların nasıl bir müzik yaptığını kısaca. dinazorlar nasıl ses çıkarırlardı, 1500'lü yıllardaki istanbul'un gürültüsü neye benzerdi, 1400 civarında londra aksanı nasıldı falan filan... bunları ne yazık ki bilmiyoruz. keşke duyabilseydik. fakat elimizde insanlığın minik bir numunesi var; bebekler. ilk bestelerini nasıl yapıyorlar? ilk subject tasarımları neler? çevresel koşulların etkisi göz ardı edilemez tabii. kamboçya'da büyüyen bebekle uruguay'da büyüyen bebeğin bulacağı temalar muhtemelen birbirlerine çok benzemeyecektir. aslında bu dediklerim 20-30 sene öncesine kadar geçerli. artık kamboçya'daki bebekler de "baby shark"la büyüyor olabilirler. bilmiyorum. neyse, bebekler üzerinde yapılan az sayıdaki çalışmaya bakılacak olursa, ilk denedikleri şey glissando oluyor. 12 - 18 ay aralarında keşfediyorlar bunu ve glissando'dan oluşan sesler çıkarıyorlar. bunlara subject demek zor. 18. ayı geçtikten sonra yavaş yavaş notaları birbirlerinden ayırmaya başlıyorlar. ayırmak derken ikiye bölmeyi kast ediyorum. diyelim ki do'dan la'ya glissando yapıyor olsunlar, bu kez ayrı ayrı do ve la seslerini veriyorlar. 2 yaşına kadar ritmi taklit etmeyi beceremiyorlar. çok basit melodilerin konturlarını ezberliyorlar ama ritmik vurguları veremiyorlar. bu bir kırgız halk ezgisidir. 4-5 notadan oluşan, ritmik yapısı flu, melodik konturları görece belirgin bir ezgi. "glissando" da kullanılıyor. 2 yaşındaki bebeklerin bulduğu "subject"ler işte buna benzer şeyler. tabii ki çok daha basit ama teknik olarak buna benzer şeyler. halk müziğinin en ilkel, iptidai ve ham hali genelde böyle ezgilerden oluşur. bunlar çoğu zaman kayıt altına alınmamışlardır. kayıt derken notayı kastediyorum. derleme gezilerimizde böylesi ezgilerin kaydı tutulmamıştır. ninni mesela. halk müziği formlarından biri değil mi ninni? kaç tane ninni vardır sizce türk halk müziği repertuarında? 4 tane bulabildim ben. mümkün mü bu? yani koca ülkenin halk müziğinde sadece 4 ninni olması normal mi? değil. demek ki kaydedilmemişler. zaten günümüze de pek ulaşmadılar. "yağmur yağıyor seller akıyor"... bu ezgiyi hangi kategoriye koyacağız? halk müziği değil mi bu? apaçık öyle. veya "yağ satarım bal satarım" vs. 1940 tarihli hatıratlarda okudum ben bu tekerlemeleri. demek en az 100 senelik mazisi var bunların. bu ezgilerde dikkat ettiyseniz glissando falan yok. üç notadan (bilemedin dört olsun) oluşan, ritmik yapısı son derece belirgin ezgiler. işte bu ezgiler çocuğun 3 yaşından sonra üretebileceği ezgiler. burada bir "tema" veya "subject" var. hatta bir de "answer" var. uluslararası jargonda answer denir, o yüzden ingilizce yazıyorum. subject'e verilen cevaptır. "yağ satarım" subject (s) ise "ustam ölmüş" kısmı answer'dır (a). dört ölçülük bu mini kompozisyon s+s+a+s şeklinde oluşuyor. kompozisyon soru ve cevapla inşa ediliyor. sonra? sonra mesela daha karışık ezgiler inşa ediyor insanoğlu. iki çekirdekli kompozisyonlar yapıyor. "deniz üstü köpürür" falan. sonra? 3 çekirdekli, 4 çekirdekli vesaire vesaire... kimisi de çok başka bir yerde ısrar ediyor; bozlak mesela. parlando, konuşur gibi şarkı söylemek. ritmsiz ezgiler bunlar değil mi? fakat bebeklikteki gibi basit ezgiler değiller. taklidi çok güç. çekirdek yok, subject yok. daha doğrusu soru-cevap yok. kompartmanlardan oluşmayan, yekpare bir kütle var. fakat tekrar edilebilir bir şey. muharrem ertaş bir bozlak besteledi ve seslendirdi diyelim. sonra bir kez daha çalabilir onu ama muhakkak ufak tefek farklılıklarla çalar. tümüyle bir doğaçlama değildir yani uzun hava veya bozlak. kavraması güç olsa da bir çerçevesi vardır. bu paragraf burada kalsın.

    klasik batı müziği ya da başka deyişle avrupa sanat müziği uzun yıllar dünyadaki sanat müziğini domine etti. bunu biliyorsunuz zaten. bunun türlü türlü sebepleri olabilir. siyasi güç olmaları bu sebeplerden biri. o bizim konumuz değil. diğer sebep ise bu müziğin "yazılı" olması. dolayısıyla bu yazılı müzik bir müktesebat oluşturmuş. bu dünyanın geri kalanında rastlanılan bir şey değil. tek tük müziği yazıya dökme çabaları olsa da hiçbiri avrupa'daki kadar sistemli ve kalıcı olmamıştır. bu müzik yani klasik batı müziği tümüyle tema üzerine kuruludur. son 100 senesini dışarıda tutarsak tüm kompozisyonlar "subject", "answer", "development" vs. olarak parçalarına ayrılabilirler. ee ne var bunda? halk müziğini de ayırırsın parçalara. evet. aradaki farkı şöyle düşünün; bir kulübe yahut köy evinin yıkıntısı insanda hayranlık uyandırmaz. olsa olsa o viran halinde hüzün bulursun falan filan. o kulübeyi yahut köy evini bayındır haliyle görmek daha zevklidir. bir de saray, tapınak yıkıntısı düşünün. japonya'daki "altın tapınak" yangını meşhurdur. mishima'nın bir romanı vardı hattı bu olaydan esinlenen. yangından sonraki hali bile bir şaheserdir. hatta öyle ki bazı dev yıkıntılar insanda hayranlık uyandırır. el hamra sarayı'nın yerle bir olduğunu düşünün. en az şimdiki hali kadar hatta şimdikinden bile vurucu bir görüntüsü olmaz mıydı? neyse bu kadar laf şunun için, "profesyonel" halk müziği derme çatma nüvelerden oluşmuş bir yapı. köy evi gibi, kulübe gibi. bazen de çok karmaşık, "subject"'i bile seçmek zor. postacı cheval'in le palais ideal'i gibi. bu bir halk sanatıdır ama son derece karmaşık, çetrefilli bir şaheserdir. sanat müziği ise bir veya birden çok nüvenin, temanın, subject'in semirtilmesi, bezenmesi, çeşitlendirilmesiyle oluşturulmuş bir büyük yapıdır. kulübe statiktir ama saray dinamiktir. şunu demek istiyorum; kulübe yıkılsa da, ayakta kalsa da doğanın içinde kendiliğinden yeşermiş gibidir. kendi halindedir. teslim olmuş, akıntıda bir şeydir. saray ise tastamam olma çabasıyla inşa edilmiştir. kararlılığı muhafaza etmeye meyillidir. bu tastamam halini koruduğu müddetçe saraydır. kulübe teslim olmuşken saray direnmektedir. bu yüzden sarayı yıkmak, onu parçalarına ayırmak insana tuhaf bir haz verir. o tekinsiz kararlılık hali bozulmuş, darmadağın olmuştur artık. 21. yüzyıldaki sanat müziğinin özeti işte budur. "sanat ayna değil çekiçtir" falan... henry cow, alfred schnittke, zappa vesaire yıkıcı isimlerdir. bunu burun kıvırmak olarak görmeyin. korsakof ile schnittke'yi kıyaslayın işte. biri "mimar"dır öteki "muharrib"tir. korsakof mala ise schnittke balyozdur. ve balyoz bazen maladan daha fazla heyecan verir.
hesabın var mı? giriş yap