• bana göre çok anlamlı bir bilim dalı değil. "peygamberler, nebiler ve veliler, sara hastaları olsa gerektiler" demek için bu kadar çabaya gerek var mıydı?

    zaten aslında bu tür ifadeler yeni de değil. insanlar epilepsiyi de, yahut çevresel/genetik faktörlerin insanların dinî itikatları ya da hareketleri üzerindeki etkilerini de, beynin fonksiyonlarının keşfinden çok evvel biliyorlardı zaten. örneğin, çok basit bir örnektir: tiroid bezinin aşırı çalışmasının (hipertiroidi hastalığı) neticelerinden bir tanesi de aşırı ve çabuk sinirlenme hâlidir. zira tiroid bezi fazla çalıştıkça metabolizma hızlanır, kan basıncı artar, insan terler ve bu durumdan da elbette rahatsızlık duyar. başka bir insanın gülüp geçeceği şeyler için karşısındakine saldıran hipertiroidi hastaları vardır. şimdi örneğin dinî açıdan baktığınızda, bu adamın imtihanı ya da dinî vaziyeti de kolay değildir. zira örneğin katiller üzerinde yapılan bir çalışmada, bunların bir kısmının tiroid bezlerinin normalden fazla çalıştığı görülmüştür.

    ya da serotonin hormonunu ele alalım. dinî itikadı zayıf yahut ateist kişilerin kanlarındaki serotonin miktarının bir şeylere inanan insanlarınkinden az olduğu da bir gerçektir. zira serotonin, aslında insanın ruhsal durumuyla ilintilidir ve dinî inanç da ruhî durum ile bağlantılıdır. ateistlerin ruhsal bozukluklara; anksiyeteye, kaygıya ve saire daha müptelâ oldukları göz önüne alındığında, bu hormon miktarının bunlarda daha az olması bir nebze anlaşılabilir bir şey. fakat esasen şunu bilemeyiz: bu insanlar ateist olduklarından mı serotonin hormonu bunlarda azdır, yoksa serotonin miktarının az olması sebebiyle mi dinî itikatlarında bir lakaytlık mevcuttur? bunları tam olarak bilmenin bir imkânı ne yazık ki yok.

    insan, bugün aslında bir anlamda organik temelli (biyolojik) bir algoritmik makine olarak görülüyor ilim dünyasında. bu ne demek? genlerimize işlenmiş ve bugüne kadar gelmiş bir kod var (survival - hayatta kalma emri ve gayesi) ve bizler en nihayetinde bu temel koda dayanarak bin türlü karar alıyoruz. yani aslında bilinç dediğimiz bir şey yok, dolayısıyla özgür irade diye de bir şey yok. ilim dünyasının ekseriyetini teşkil eden ateist ve natüralist dünya görüşüne sahip mütehassıslar bu noktayı açıklarken diyor ki, insan dediğimiz varlığın bu doğaüstü güçlere itikad etmesi ve dünyada anlamlar uydurması, esasen onun hayatta kalma ihtimalini artıran şeyler olduğundan, bunlar evrimsel süreçte rastgele ortaya çıkmış sahte bilincimizin eserleridir. yoksa hakikatte bunlar bizde mevcut değildir. delilleri de işte bunlardır: her şey beyinde olup bitiyor. beyni dışarıdan uyarıp insana delüzyonlar, hayaller göstermek mümkündür. insanı bir makineye bağlayıp ikili sistematik tercihe göre dizayn edilmiş kararlarını 6-7 saniye evvelden yüzde 60-70'e kadar çıkan kesinlikte tespit etmek çocuk oyuncağıdır. bu kararları bizim aldığımızı bize düşündürten şey, evrimin bir cilvesi olup en nihayetinde sinapslar arası birtakım gelişigüzel elektrik akımlarından ibaret olan bilinçtir. zira insanın beyninin bir bölümü hasar alsa, o kişinin şahsiyeti dahi büsbütün değişebilmektedir.

    dolayısıyla ruh da yok, allah da, derler... zira ortada ahlâkî değeri hâiz bir karar yok. bir kod var ve o kod da bizi tamamen bağlıyor. biz yalnızca hür olduğumuza inanıyormuşuz, zira bu hayatta kalma yolunda işe yarıyormuş...

    son dönemde bu ilim dünyasında "özgür irade"ye yer açmak için kuantum mekaniğindeki rastlantısallık, rastgelelik öne sürülüyor. malum, kuantum fiziğinde kesinlikten ziyade olasılıklar vardır. bir taneciğin hangi zaman noktasında, tam olarak nerede olduğunu bilemeyiz. makul zaman aralıklarındaki belirli hareket alanlarını ve buralarda bulunma olasılıklarını tahmin edebiliriz. ve bunları matematiksel olarak gösterdiğiniz zaman da sistem çökmez, beklediğiniz sonucu muhakkak verir. "ulan acaba öyle mi?" diye yakından bakmaya çalıştığınız zaman işler karışır ve muhakkak yanlış çıkarsınız. bunun felsefî ya da makro dünyamızdaki sonuçları hakkında, üzerinde uzlaşılmış belirli fikirler yok. fakat aslında olay şu ki, bu rastgelelik dahi kuantum mekaniğinin kendisine has kuralları dâhilinde ve matematiksel olarak tarif ve izah edilebilecek şekilde vücut buluyor. yani aslında determinist bir neden sonuç ilişkisinden bizi kopartacak bir şey değil bu rastgelelilik.

    peki, hepsi doğru olsun veya yanlış olsun, bugünün ilim dünyasında kabul edilen şeyler bunlarsa, bunlar dâhilinde ilahiyat namına neler söylenebilir? insanın hür iradesi dahi yoksa, imtihanın manası var mıdır ki?

    birincisi, insanın bir anlamda biyolojik bir makine olduğu ve çeşitli genetik/çevresel faktörler altında yaşayıp bunların sınırları içerisinde karar verdiği bir realitedir. insanın hırsızlığa meyilli olup olmaması bile aslında yine bu genetik ve çevresel faktörler altında ortaya çıkan bir şeydir. benim hırsız olma ihtimalim bugün yüzde 1 ise, başka çevresel faktörler altında yüzde 5 olurdu. benim genetiğim böyle değil de şöyle olsaydı, belki bu ihtimal yüzde 10 olacaktı. bunları bilemeyiz. bildiğimiz şey ise, dinimizdir. "allahü teâla'nın ahlâkı ile ahlâklanınız", hadis-i şeriftir. bu, insanın kendi tabiatındaki çirkinliklerin farkında olması, bunlar hakkında düşünmesi ve kendisini ıslah için çaba göstermesi anlamına gelir. bir insan, cimri olabilir. karakteri böyledir ve onu değiştirmeye imkânı yoktur. fakat kendisini zorlayarak da olsa, azar azar da olsa sadaka verip zekâtını allah yolunda harcar ise, bu kötü hususiyetlerinin aksine davranmış ve karakterinin kötü etkilerini izâle etmiş olur. din, bunu emreder. insanın tiroid bezi fazla çalışıyor da sinirli ise, herhâlde sinirli olduğunun farkında olmayacak kadar da ahmak değildir. sinirinin farkında olan insan, buna uygun davranmakla mükelleftir. kızdığında oturacak, oturuyorsa yatacak veya bulunduğu ortamı terk edecektir. bu karakterinin reel hayattaki etkilerini yok etmeye çalışacaktır.

    ikincisi, şu özgür irade meselesi... aslında buradaki problem; dinin, bilimin ve felsefenin tartışmakta olduğu "özgür irade"nin, bunların hepsi tarafından farklı anlaşılıyor olması. dinin ortaya koyduğu özgür irade ile ne bileyim, spinoza'nın anlattığı özgür irade ya da nörologların ölçmeye çalıştığı "iradî eylem", aslında çok farklı şeyler. meselâ bilim bu iradî eylemleri nasıl ölçmeye çalışıyor? iki tane ilim insanı, bundan te 70 sene evvel filan insanların iradî eylemleriyle bağlantılı bir beyin sinyali tespit etti. insanın bu eylemi gerçekleştirmesinden evvel ortaya çıkan ve ölçülebilen bu sinyalin adına da "hazırlık potansiyeli" (readiness potential - rp [almanca aslı: bp]) dediler. daha sonra da çeşitli deneyler yaparak, insanın işte sağındaki yahut solundaki bir tuşa basması gibi basit bir eylemine karar verdiğini fark ettiği anın, bu rp sinyalinin pik yaptığı anın öncesinde mi yoksa sonrasında mı olduğunu bulmaya çalıştılar. ve bu hep, sonrasında çıktı. yani insan; ya bir şeyi gayrı ihtiyarî yapıp sonrasında bunun kararını kendisinin verdiğini düşünmeye başlıyor ya da insanın bilinçaltı, bilincinin aslında hangi kararı vereceğini önceden biliyormuş gibi belirli bir süre öncesinde dalga vermeye başlıyordu. bu da bilim insanlarını, insanın belirli pattern'ler dâhilinde hareket edip hakikatte hür iradeleri olmadığı, yeterli veri ile insanların hemen her tercihinin bilinip manipüle edilebileceği fikrine sürükledi. zira bugün, 6-7 saniye evvelden insanların basit tercihle yüzde 60 gibi bir oranla tahmin edilebiliyor misal, o hareketi yapmadan evvel. yüzde 60, çok yüksek bir oran değil. ama kayda değer derecede de yüksek, ki bu durum, insanın hakikaten belirli pattern'ler çerçevesinde hareket ettiği anlamına gelebilir.

    fakat bugün yapılan bazı araştırmalar da bu hazırlık potansiyelin, bizim kararı verdiğimizi anladığımız andan evvel ölçülebilmesinin, insanın özgür iradesi olmadığına değil, daha çok farkında olmadığımız kademeli bir karar verme mekanizmasının varlığına delalet ettiğini gösteriyor. bir tercih sorunuyla yüzleştiğimizde, öncelikle bilinçaltımızdaki etkenlerden; korkulardan, önyargı ve inançlardan mürekkep bir gizli karar verme kademesi başlıyor, sonrasında da bu, gün yüzüne çıkınca biz rasyonel sebepleri de işin içine katıp bir tercihte bulunuyoruz. ancak yalnızca bu rasyonel karar alma kısmından bilincimiz haberdar olduğu için, bilimsel deneylerde "kararın aslında önceden alınmış olduğu" şeklinde yorumlanabilecek bir veri ortaya çıkıyor. lakin yüzde 60 oranında bizlerin kararı biliniyorsa da yüzde 40 oranında da bilinemiyor; zira işin içine rasyonel tercih ve libet'in deyimiyle "veto hakkı" karıştığında biz irademiz ile bir tercihte bulunabiliyoruz. aslında bu tercih, pozitif olmaktan ziyade negatif. işin ilginci, matüridîlerin kader anlayışı da buna benzerdir. bizler bir şeyi yapmaktan ziyade, diğer şeyi yapmamak yönünde bir irade sergileyebiliriz der matüridî itikadı.

    dolayısıyla, dinin ortaya koyduğu hür irade, kader ve sorumluluk; bilimin aradığı ile bana kalırsa aynı değil. dine göre insan, bir şeyi yapıp yapmamakta hür olsa (veya öyle olduğunu zannetse) dahi, her işi bir sebebe binâen yaptığından ve o sebepler de ya dahli olmayan dış faktörler veya yine bilincinde olmaksızın aklına gelen birtakım arzu ve emellerden ibaret olduğundan, yine muhtar görünümünde mecbur hâle gelir. yani, canımın dondurma çektiğini düşünelim. bunu ben istemedim. bu düşünce, zihnimde bir anda vücut bulmuş, adeta oraya ilkâ edilmiştir. şu hâlde, ben bu sebebe yapışarak gidip dondurma alabilirim. bu gayet muhtemeldir. o zaman buna ne kadar hür irade diyebilirim? diğer taraftan, diyebilirsiniz ki, e o zaman alma. evet, almaya da bilirim. fakat almamam için, bu arzuma direnecek başka sebeplerin yine aklıma gelmesi lazımdır. ben bu sebeplere yapışarak zihnimdeki bu fikre mağlup olmamaya çalışırım. işte, cüz'î irade, ancak bu noktada ortaya çıkar. ben, dondurma alma fikrini zihnimde tartarken, bir anda aklımı çalıştırırım ve zihnimde yeni ve başka sebepler zuhur eder. bunları da bilinçli düşünmem fakat zihnimi çalıştırarak aksi nedenler aramak, düşünmek... işte burada benim iradem de işe karışır. param yok derim, çok kilo aldım derim, üşütürüm derim, üşendim derim... bir şekilde, bu sebeplerden birine yapışır ve diğer fikirleri mağlup ede ede bir tercihte bulunurum ve bu "veto", yani negatif tercih ile iradem ortaya çıkmış olur. görüldüğü gibi, aslında pek de hür bir irade değildir bu. ancak tamamen mahkûm da değildir.

    bana göre insanı allah katında sorumlu yapan, işte budur. yoksa irademizin hür olup olmaması değildir. insan, kader gerçeğine karşın yapıp ettiklerinden mesuldür zira kaderinin ne olduğunun, o işleri yapana kadar büsbütün cahilidir. kaderi konusundaki cehaleti, onu allah katında sorumlu hâle getiriyor. çünkü insan, kendisi ve zaafları, ona bir şey yaptırabilecek, bir şeye ikna edebilecek sebepler hakkında bir iç görüye sahiptir.

    ne demek istiyorum, şunu:

    diyelim ki, muhasebe memuruyuz ve para çaldık. neden para çaldık? çocuğumuzun okul masrafları vardı. fakat çalmaya da bilirdik, zira biliriz ki yakalanırsak bu işin cezası vardır yahut rezil olmak, meslekten olmak korkusu vardır. ya da ahlâkımıza terstir. ve saire... bunların hepsini düşündük ve ne yazık ki müspet fikre mağlup olup libet'in bahis mevzuu ettiği o veto hakkını da diğer sebeplere yapışarak kullanamadık. öldük ve ahirete gittik. allah'a dedik ki, ya aklıma durup dururken çalma fikrini, o ihtiyacı ve arzuyu yarattın, bu benim kaderimdi zaten ve bu gerçekleşti. benim bunda mesuliyetim nedir? allahü teâla bize ne yanıt verir? iyi de, sen bu işi kaderinin bu olduğunu bilerek yapmadın ki, sen kaderini bilmiyordun. sen bu cürmü işledin, çünkü çalmak sana tatlı geldi. menfaatin, korkunu aştı. diğer sebepleri, ihtimalleri göz önüne aldın, zihninde tarttın ve sonrasında onları yok saymaya karar verdin. sana bunları yaptıran kaderin değil, zihninde beliren çalma fikrine olan iptilân, bağlılığındır, der.

    veyahut da bir şeker hastasının, güzel pasta ve çöreklerin mis kokuları arasında dolaşıp da onları yememeye çalışması da böyledir. şeker hastası ne yapmalıdır? hâli hakkında düşünmeli ve bir defa öyle bir ortamda bulunmamalıdır. bulunması, sahip olduğu iç görüyü kullanmadığına ve aptallık ettiğine delâlet eder. o pastayı yedikten sonra da ne kadar ağlasa boştur.

    üçüncüsü, biz müslümanlar ruhun varlığına itikad ederiz. fakat bu ruhun ne olduğu, mahiyeti, nerede olduğu hakkında bize pek az bilgi verilmiştir. bu ruha "latif bir cisim" diyen âlimler vardır. acaba bunlardan kasıtları nedir? belki de ruh, beyini bir vasıta olarak kullanan lâtif bir cisimdir. hululî değil, zuhurîdir. yani başta bedenden ayrı olup da, sonra bedene girmiş bir şey değildir; gebelikte beyin belirli bir merhaleye erişince, allahü teâla ruhu bedenden zuhur ettirir. sonra da ruh, beyinden ve bedenden ayrı bir hakikate sahip olur. lakin beyini bir vasıta olarak kullandığı için, insanın beyni zayıflasa, yahut kişi komaya girse, bedendeki ruh artık beyni vasıta olarak kullanamadığı için, tecellîlerini göstermekten aciz kalır. lakin yine de vefata değin varlığını sürdürür. vefattan sonra da bedenden ayrılır.

    lakin şöyle de bir şey var ki, kadim dünya görüşünde; örneğin homerik yunanlardan tutun da ilk dönem islâm âlimlerine kadar, aklın ve ruhun yeri olarak beyin değil, kalp gösterilir. tabiî buradaki akıl, aslında bilimin anladığı "intellect" filan değil, ruhun bir fonksiyonu, bir sezgisi. dolayısıyla beyinle pek bir alâkası yok fakat kelime kıtlığından böyle zannediliyor. şurada anlatmaya çalışmıştım.

    aslında bu konulardan el etek çekmek lazım; çözmeyi, aşmayı becerebileceğim/iz şeyler değil bunlar. enflasyon nasıl düşer, bunu konuşmak çok daha doğru ve makul bir çaba olurdu.

    ama insanız işte, olmazlara meyilliyiz.

    allahualem.
  • bilişsel sinirbilim ile din ve teolojiyi entegre etmeye çalışan bir araştırma alanıdır. beyin ve dini deneyimler arasındaki ilişkiyi inceler. yani sinirbilim ile teoloji arasındaki köprü gibidir. aynı zamanda felsefe, psikoloji, antropoloji gibi alanlarla da ilişkilidir.

    dini deneyimlerde beyinde yaşanan değişikliklerin ritüellere göre farklar gösterebileceği belirtiliyor. tibetli budist rahipler ile yapılan bir araştırmaya göre meditasyonun frontal loblarda artmış aktivite ile ilişkili olduğu ve bu aktivitenin de parietal loblarda azalmış aktivite ile ilişkili olduğu bulunmuş. frontal loblardaki aktivitenin artması katılımcıların dikkat ve odaklanma gerektiren bir görev yapması ile, parietal loblardaki aktivitenin azalması ise meditasyon sırasında katılımcıların zamansal ve mekânsal yönelimi algılamada yaşadıkları değişim ile ilgili olduğu düşünülüyor. müslümanlarla yapılan bir çalışmada ise her iki lobda da azalmış aktivite gözleniyor. frontal korteksteki azalmış aktivite, teslim olma hissi ve bilinçli düşünmenin kaybolması ile ilişkilendirilebilir.

    religion is like 'sex, drugs, and rock 'n' roll'*
  • "tanrı benimle konuştu diyen herkes delidir." temasını inceleyen bilim dalı.
  • kendi verdiği savaşa ihanet edecek ve kendi inkar ettiğini yine kendi iddia edecek harika bi bilim dalı.
  • lâf ebeliği yapmadan, bu alanda kabaca nelerle uğraşıldığına dair açıklayıcı bir haber.
  • insanın tanrı inancını ve tanrı kavramının kendisini beynin ürettiği şeyler olarak değerlendirip buna uygun hipotezler geliştiren genç bilim dalı.
hesabın var mı? giriş yap