• şu an en olası süpernova yapma adayımız avcı takım yıldızında yer alan birisi. adı da betelgeuse. dünyadan yaklaşık 642 ışık yılı uzaklıkta yer alan bu kırmızı dev, artık ömrünün sonuna geldi ve bir sonraki aşamaya geçmek için hazır. önümüzdeki 10 bin yıl içinde betelgeusenin süpernovayla beyaz cüceye evrileceği öngörülüyor. bu bizim için çok uzun bir süre gibi gözükse de uzay için bir saniye bile değil. eğer şanslı olursak belki görebiliriz. olay vuku bulduğunda dünyada hâlâ olayları gözlemleyebilen canlılar kaldıysa eğer 1-2 hafta boyunca çok parlak ışık saçılmaları görecekler. öyle ki geceleri dolunay ışığı kadar parlaklık sağlayacak bu saçılmalar, gündüz de gökyüzüne baktığınızda rahatlıkla görülecek. yani görsel bir şölen olacak diyebiliriz. 2 hafta sonunda ise gittikçe sönükleşecek ve 1 ay sonunda tamamen yok olacak. tabi bunların dışında tehlikeli bir yönü de var. eğer patlama yönü tam olarak bizim olduğumuz yere doğru olursa işte o zaman biraz sıkıntı var demektir. şöyle ki bu patlamalar sırasında çok çok büyük miktarlarda radyasyon ortaya çıkıyor. biz bu radyasyona maruz kalırsak direkt moleküllerimize kadar ayrılırız, o kadar şiddetli. bu ihtimal her süpernovada var olsa bile bizi bulma olasılığı tabiki çok düşük, o yüzden içiniz rahat olsun. ben bu riske rağmen patlamanın bir an önce olmasını ve görsel şöleni izlemeyi umut ediyorum. sonuçta bir insan ömründe bir süpernova kalıntılarını çıplak gözle kaç kere seyreder ki?
    edit: beyaz cüce değil nötron yıldızı olacakmış.
  • hava-i fişek olarak bildiğimiz şeyin ilkin mö. çin’de ortaya çıkması. götünden sallayanların bir sınırının olmaması.
  • uluslararası uzay istasyonu'nda yaşayan astronotların yerçekimsiz ortamda nasıl yemek yedikleri, uyudukları, tuvalete gittikleri yani kısaca nasıl yaşadıkları. bu yazıyı youtube videosu olarak buradan izleyebilirsiniz.

    uluslararası uzay istasyonu, 16 ülke tarafından dünyanın yörüngesine inşa edilen bir araştırma merkezi. yaklaşık 150 milyar dolarlık maliyetiyle insanoğlunun inşa ettiği en pahalı ve karmaşık yapı. uzay istasyonu yerden 400 km yüksekliğe inşa edilmiş. istasyon duruyor gibi gözükse de aslında saatte 28000 km hızla dünyanın çevresinde seyahat ediyor.

    uluslararası uzay istasyonu aslında diğer yapay uydulardan çok farklı değil. onu özel kılan şeyler bir uyduya göre çok daha büyük olması ve içinde insanların yaşayabiliyor olması. astronotların yaşamaları için gerekli olan malzemeler dünya’dan belirli aralıklarla gönderilen uzay araçlarıyla sağlanıyor. uzay istasyonuna yeni ulaşan astronotlar, bir süredir orada yaşayan astronotlar tarafından karşılanıyorlar. bazıları uzaya ilk defa gittikleri için heyecanlarını ve mutluluklarını saklayamıyorlar.

    uzay istasyonunda yaşamak dünya’ya göre çok farklı, çünkü burada her şey çok sınırlı ve dikkatli kullanılmalı. astronotlar saçlarını durulama gerektirmeyen özel şampuanlar ve çok az miktarda suyla yıkıyorlar. etrafa saçılan sular ise buharlaştıktan sonra nem giderici cihazlar tarafından alınıp tekrar sıvı halde suya dönüştürülüyor. astronotların idrarı da dahil tüm su geri dönüştürülüp tekrar kullanılıyor. dişlerini fırçalarken ise dünyadakinden farklı olmayan diş macunları kullanıyorlar, tek fark dişlerini fırçaladıktan sonra ağızlarını çalkalayıp suyu bir temizlik bezine tükürmeleri.

    astronotlar uzayda markete gidemedikleri için yiyecekleri de dünya’dan gönderiliyor. istasyona gitmeden önce her astronot uzayda ne yemek istediğini seçer. böylece astronotlar uzayda sevdikleri yemekleri yemiş olurlar. yemekler genelde konserve ya da alüminyum paket içine konulup hava almayacak şekilde kapatılır. çoğu yemeğin içindeki su alınıp kapatıldıktan sonra pastörize edilmiştir, bu sayede bozulmadan uzun süreler saklanabilir. astronotlar bazı yemekleri tortilla denilen lavaş benzeri hamurların içine koyup yerler, bazı yemekler ise kuru olduğu için biraz su ekleyip mikrodalga fırında ısıttıktan sonra tüketirler. uzay istasyonunda içecekler de çok çeşitli, astronotlar çay, kahve, meyve suları gibi bir çok içecek bulabiliyorlar. hatta astronotlar bazı özel günlerde pizza partisi de yapıyorlar, tabi uçan pizza.

    tabi yemek yiyen astronotların bir süre sonra bir süre sonratuvalete gitmeleri de gerekiyor. yerçekimi olmadığı için astronotların atıkları dünya da olduğu gibi aşağı doğru düşmüyor. bu yüzden elektrik süpürgesine benzer ekipmanları kullanmak zorundalar. astronotlar küçük tuvaletlerini sarı uçlu bir vakum cihazına yapıyorlar. sıvı atıklar toplandıktan sonra içindeki su ayrıştırılıp tekrar kullanılmak üzere su sistemine gönderiliyor. tabi astronotlar sadece küçük tuvaletlerini yapmıyorlar. onun için de aynı vakum sistemine sahip olan küçük bir klozet var. astronotlar tuvaletlerini kendilerini klozete sabitleyerek yapıyorlar. katı atıklar da alt bölmede bulunan katı atık torbalarında toplanıyor.

    tabii insanlar uzayda uykuya da ihtiyaç duyarlar. astronotlar uyumaları için hazırlanmış özel uyku bölümlerinde uyuyorlar. yerçekimi olmadığı için uyurken yatar pozisyonda olmaları gerekli değil. sadece etrafta rastgele uçmamak için kendilerini kabine sabitliyorlar. uzay istasyonunda aşağı ya da yukarı gibi yönler olmadığı için yatakların da nerede olduğunun bir önemi yok. bu yüzden bazı astronotlar tavanda bulunan uyku odasında uyuyorlar.

    ancak uzaydaki yerçekimsiz ortam insan vücudunda bazı olumsuzluklara da neden olabiliyor. dünya’da kaslarımız ve kemiklerimiz sürekli olarak yerçekimine karşı mücadele verir. böylece kas ve kemik yoğunluğumuz her zaman belli bir seviyede kalır. ancak uzayda yerçekimi olmadığı için kas ve kemiklerimiz bir dirençle karşılaşmaz. bu durum uzayda birkaç ay geçiren kişilerin kas ve kemiklerinin güçsüzleşmesine yol açar. astronotlar bu durumun önüne geçmek için her gün düzenli olarak egzersiz yaparlar.

    ayrıca spor ekipmanları istasyonun duvarlarına sabitlenmezler. çünkü sabitlenirlerse astronotların yaptıkları hareketler uzay istasyonunun dışında bulunan ekipmanların sarsılmasına ve zarar görmesine yol açabilir.

    istasyonun en önemli amaçlarından biri, yerçekimsiz ortamın canlılar üzerinde yaratacağı etkileri gözlemlemek. bu yüzden astronotlar sürekli olarak kendileri üzerinde deneyler yapıyorlar. uzayda kesintisiz en uzun süre kalan insan olma rekoru ise abd’li astronot scott kelly’ye ait. kelly, tam 1 yıl boyunca kesintisiz olarak uzayda yaşadı.

    yerçekimsiz ortamda 1 yıl yaşamak scott kelly’nin vücudunda bir çok değişikliğe neden oldu. yerçekimi olmadığı için scott kelly’nin omurgası dünya’daki gibi baskıya maruz kalmadı ve boyu dünya’dakine göre 3 santim uzadı. scott kelly, dünya'ya döndüğünde normalde kendisiyle aynı boyda olan kardeşi mark kelly'den 3 santim daha uzundu.

    astronotlar istasyonda yaşarken ülkelerinde yapmayı sevdikleri şeyleri de özlüyorlar. örneğin italyan astronot samantha cristoforetti için uzaya espresso makinesi bile getirilmiş. astronotlar uzayda bitki de yetiştiriyorlar. uzayda bitki yetiştirebilmek önemli bir konu. çünkü eğer insanoğlu bir gün başka gezegende yaşam kurmayı denerse orada kendi bitkilerini yetiştirmek zorunda kalacak.

    uzayda yaşayan astronotların bağışıklık sistemleri zamanla zayıfladığı için kolay hastalanıyorlar. bu yüzden istasyonun içini mümkün olduğu kadar hijyenik tutmaları gerekli. hava filtrelerini sık sık özel sıvılarla temizleyip bakterilerden arındırıyorlar. ayrıca uzayda açığa çıkan çöpler de büyük bir sorun. astronotlar tıpkı dünyada olduğu gibi çöplerini poşetlere koyuyorlar. tabii ki kullandıkları poşetler su ve hava geçirmeyen özel maddelerden üretilmiş. bu çöpler bir sonraki uzay aracına yüklenerek dünya’ya götürülüyor.

    uzay istasyonuyla ilgili en ilginç şeylerden biri astronotların sabah 9 akşam 5 saatlerine göre çalışmaları. uzay istasyonu dünyanın yörüngesinde saate 28 bin kim hızla seyahat ettiği için astronotlar günde 16 defa güneşin doğuşunu ve batışını görüyorlar. bu durumun biyolojik saatlerini alt üst etmemesi için astronotlar bir aksilik olmadıkça her gün aynı saatler arasında çalışıyorlar.

    ancak uzay istasyonunda her zaman acil müdahale edilmesi gereken bir sorun çıkabilir. astronotların bazen istasyonun dışındaki bir bölüme müdahale etmeleri gerekiyor. bunu da uzay yürüyüşü yapmadan başaramazlar. uzay yürüyüşünde astronotlar uzay giysilerini giyip istasyonun dışında bazen birkaç saat süren işlemler gerçekleştiriyorlar. bu gözüktüğünden çok daha tehlikeli bir iş.

    çünkü bugüne kadar dünya’dan gönderilen uzay araçları ve uyduların kalıntıları dünyanın etrafında dönmeye devam ediyor. dünyamızın etrafında bir en küçüğü bir portakal büyüklüğünde olan yaklaşık 16 bin uzay aracı parçası var. bu parçalar saatte yaklaşık 25 bin km hızla yani bir merminin 20 katı hızla ilerliyorlar. uzay yürüyüşü sırasında bu parçalardan birinin bir astronota çarpması tek bir anlama gelir.

    ayrıca bu parçaların uzay istasyonuna çarpma riski de var. bu yüzden uzay çöpleri dünya’daki özel radarlarlar sürekli izleniyor. uzay istasyonuna çarpma riski 100.000’de 1 olan bir parça bile büyük bir risk olarak değerlendiriliyor. çarpma ihtimali 10.000’de 1 olan bir parça tespit edildiğinde ise uzay istasyonu yörüngede alçaltılıp yükseltilerek kaçış manevrası yapılıyor. bir portakaldan daha küçük parçalar ise takip edilemedikleri için zaman zaman istasyona çarpıp zarar veriyorlar. ancak bunun için de istasyonun dışı çelik yeleklerde kullanılan kurşun geçirmez malzemelerle kaplanmış durumda. bir nesne istasyonun dışına çarptığında parçalanarak koruyucu katmanlar tarafından tutuluyor ve istasyona zarar vermesi engelleniyor.

    uzay istasyonunun inşası 1998 yılında rus yapımı zarya uzay aracının yörüngeye yerleştirilmesiyle başladı. istasyon 2011 yılında tamamlandığında yaklaşık 500 ton ağırlığa sahipti.

    uzay istasyonunu tamamlamak için 16 ülkenin uzay ajansından onbinlerce kişi birlikte çalıştı. istasyon toplamda yaklaşık 150 milyar dolara maloldu. bu kadar pahalı olmasının nedenlerinden biri de uzaya kargo taşımanın maliyetinin fazla olması. uzaya çıkarılan her 1 kg ağırlık için yaklaşık 10 bin dolar harcanması gerekiyor.

    uzay istasyonu duruyor gibi görünse de aslında dünyanın etrafında saniyede 7 buçuk km gibi inanılmaz bir hızla hareket ediyor. istasyon aynı anda 6 astronota ev sahipliği yapabilecek kadar büyük. içinde 6 uyuma odası, 2 tuvalet, 1 küçük spor salonu, 2 uzay laboratuvarı ve cupola adı verilen harika manzaraya sahip bir pencere bulunuyor.

    istasyonun büyüklüğü bir futbol sahasından bile fazla, devasa güneş panelleri ise istasyondaki cihazlar için gereken elektrik enerjisini üretiyor. bu güneş panelleri öylesine büyük ki dünyadan bile görünüyor. hatta uzay istasyonu gece gökyüzüne baktığınızda ay ve venüs’ten sonra gördüğümüz en parlak nesne. uzay istasyonunun yerini gösteren internet sitelerinden takip ederek ülkemizin üstünden geçtiği bir gece gökyüzünde parlak ışıklarını görebilirsiniz.

    https://www.esa.int/…he_international_space_station
  • kurşun kalemlerin üzerinde yazan h ve b harfleri hard (sertlik) ve black (koyuluk)'i temsil ediyormuş.

    yine kurşun kalemlerin içindeki siyah kısım grafit ile kil karışımıymış. grafitin yazmak için kullanılabileceğini ilk keşfedenler grafiti kurşun madenine benzettikleri için kaleme kurşun demişler ancak içinde bir gram bile kurşun yok. ingilizler de içinde kurşun var sanıyorlar hala.
  • barış manço'nun okuduğu bugün bayram şarkısının aslında çokta neşeli olmadığını yeni öğrendim.
    şarkının sözlerine bakıldığında, eşini kaybeden bir kocanın çocuklarını mutlu etmeye çalışması ve bayramda annelerinin mezarını ziyaret edecekleri anlaşılıyor.

    şarkının başlarında kaybettiği eşine seslenen adam "sen gittin gideli içimde sızı var" diyor. sonrasında nakaratta ise çocuklara annelerinin mezarına gideceklerini "en güzel giysileri giyip kır çiçekleri ile annemizbizi bekler, annemizi üzmeyelim."sözleriyle anlatıyor.

    işte aslında hüzünlü bir hikayesi olan bugün bayram şarkısının sözleri:

    “sen gittin gideli

    içimde öyle bir sızı var ki

    yalnız sen anlarsın

    sen şimdi uzakta

    cennette meleklerle

    bizi düşler ağlarsın...

    sen yaz geceleri

    yıldızlar içinde ara sıra

    bize göz kırparsın

    sen soğuk günlerde

    kalbimi ısıtan en sıcak anısın...

    bugün bayram

    erken kalkın cocuklar

    giyelim en güzel giysileri

    elimizde taze kır çiçekleri

    üzmeyelim bugün annemizi

    bugün bayram

    çabuk olun çocuklar

    annemiz bugün bizi bekler

    bayramlarda hüzünlenir melekler

    gönül alır bu güzel çiçekler...”
  • biz türkler anadolu’ya 1071’de girdi diye biliyoruz ama…

    ön-türk uygarlığı okullarda öğretilmiyor. çünkü okullarda okutulan tarih kitapları, 1939’dan itibaren yörüngesine girdiğimiz batılı ülkelerin çıkarları doğrultusunda yazılmaya başladı. 19. ve 20. yüzyıl başlarında batılı araştırmacılar tarafından ortaya çıkarılan ön-türk uygarlığıyla ilgili buluntular, ilk başta avrupa’da türkofiliya modasına yani türk severliğe sebep olmuştu. ancak bu buluntular batı’nın türkleri anadolu’dan sürüp asya’ya geri gönderme ideasına uymadığı için, bugüne kadar hep sümen altı edildi ve ön-türkler atatürk’ün ölümünün hemen ardından okul kitaplarından çıkarıldı. türklerin anadolu’ya ilk girişi hıristiyan tarihçilerin ve tanzimatın frenkleşmeci tarihçilerinin iddia ettiği gibi 1071 malazgirt zaferi ile olmamıştır. 1071 türklerin anadolu’ya ilk değil son girişiydi. dünya tarihinde türk adıyla bilinen ilk devlet de göktürkler değil, milattan önce 4000-2000 yılları arasında mezopotamya bölgesinde kurulan turukku krallığı ile anadolu’da kurulan turki krallığı’ydı.

    türkiye’de, çoğu son yıllarda ünlü ön-tükçe araştırmacısı kazım mirşan tarafından okunan çok sayıda yazılı kaya bulundu. bulunan ön-türk damgası ve kaya resimleri, orta asya’daki ve avrupa’da bulunanlarla aynı. ancak bu bilgiler hala resmi olarak kitaplara geçmiyor. anadolu’da bulunan ön-türkçe yazılar okunamayan eski bir grekçe olarak geçiştiriliyor. ünlü fransız türkolog jean paul roux da, anadolu’daki türk varlığını milattan önceki yüzyıllara kadar götürmenin mümkün olduğu görüşünü savunur.

    avrupa'da milattan önce türk izleri var
    türklerin avrupa’ya da milattan önce giriş yaptığını iddia ediyorsunuz. bunu nasıl ispatlıyorsunuz?

    roma’nın atası sayılan ve küllerinden kurulduğu medeniyet olan etrüskler de türktür. etrüsk yazıtları ilk olarak 70’lerde kazım mirşan tarafından okunmuştu. iskandinavya dahil tüm avrupa’da 5 binden fazla ön-türkçe yazıt bulundu şimdiye kadar. ön-türklerin, orta avrupa’ya göç güzergahlarında bırakmış oldukları izlerin en önemlisi de tamga (damga) yazıtlarıdır. ön-türkler tarafından runik alfabeye geçiş öncesinde kullanılan tamga yazısı bugün avrupa’nın birçok bölgesinde tespit edilmiş durumda.

    batılı araştırmacılar bunları 19. yüzyılda keşfetti diyorsunuz. sonra batı neden gizlemeye karar verdi bu bilgileri?

    avrupa kendi tarihini antik grek tarihine, onu da sümer tarihine dayandırır. ancak köklerini dayandırdıkları sümerlerin orta asya’dan mezopotamya’ya göçtüğünü ispat eden deliller, avrupa’nın kendi kendini hadım etmesidir. bu sebeple türklerin gerçek tarihini gizliyorlar

    sümerlerle ön-türklerin nasıl bir bağlantısı var peki?

    kazım mirşan bizans’ın ilk kurulduğu dönemlerde de ön-türkçe konuşulduğunu ileri sürüyor. kanıtı ise trabzon’daki rum kilisesinde bizans alfabesiyle türkçe yazılmış yazılardır. rus arkeolojisinin atası nikolsky de “sümerlerin ana vatanı aşkabat kenti yakınıdır. sümer dili hint avrupa dili olmayan ve fakat bitişken bir dildir. avrupa dil grupları ile alakası yoktur” der. sümerce’de 300’den fazla bugünkü türkçe ile aynı anlama gelen söz var. alman sümerolog fritz hommel da 1900’lerin başında iki dili anlam, fonetik ve gramer açısından incelemiş ve “sümerce türkçedir” demiştir.

    ön-türklere ait kanıtlar anadolu’da nerelerde bulunuyor?

    erzurum, mutki ve hakkari yüksekova’daki yazıtlar türklerin binlerce yıldır bu coğrafyada olduğunun kanıtı. örneğin afyon yakınlarındaki frigya vadisi denen bölgedeki yazılıkaya anıtının üzerindeki binlerce yıldır orada duran ön-türk alfabesi ile yazılmış yazıları bilim adamlarımız hala okunamayan bir ön-grekçe diye geçiştiriyor. rahmetli servet somuncuoğlu da, 2012’de türk dünyası tarih dergisinde yayınlanan bir makalede hakkari yüksekova gevaruk yaylasında kayalardaki binlerce yıllık ön-türkçe yazıtları fotoğraflayan, anadolu’daki binlerce yıllık türk varlığını belgeleyen önemli araştırmacılardan biriydi.

    türkler m.ö. 2000'de hakkari'deydi
    kitabınızda özellikle hakkari kazılarından bahsediyorsunuz. bu kazılar ne anlama geliyor, özetleyebilir misiniz?

    1998 yılında prof. dr. veli sevin başkanlığında bir ekip tarafından hakkari’de yapılan kazılarda bulunan 13 adet dikilitaş o dönem büyük heyecan yaratmıştı. hatta national geographic dergisi bu konuda iki sayfalık bir yazı yayınlamış, amerikan arkeoloji enstitüsü’nün yayın organı olan archeology dergisi de 2000 yılında veli sevin’in kazı çalışmalarına sekiz sayfa ayırarak hakkari taşlarını dünyaya duyurmuştu. bu yayınlarda hakkari taşlarının anadolu, orta asya ve avrasya uygarlıklarıyla ilgili ipuçları verdiği belirtilmişti.

    yani türkler milattan önce de hakkari’de yaşıyordu. öyle mi?

    prof. veli sevin hakkari taşlarını orta asya’daki dikili taşlarla karşılaştırmış ve milattan önce 2000’lere ait olan bu taşların ön-türk mezar taşları olduğunu iddia etmiştir. taşlar gerek ikonografik, gerekse felsefi açıdan avrasya bozkır inanışlarına yakın özellikler taşıyor. kırgızistan, kazakistan, altay, sibirya, tuva yöresi ve moğolistan’da geniş alanlara yayılan dikilitaşların en çarpıcı özelliği de tıpkı hakkari’dekiler gibi iki ellerinde kap tutan savaşçı figürü kullanılması. bu taşlar, türklerin milattan önceki yıllardan itibaren anadolu’da medeniyet kurmuş olduklarının açık kanıtıdır.

    kaynak
  • "takma isim, rumuz" gibi karşılıkları olan "nickname" aslında kökeninde "ek isim" anlamına gelen ekename imiş. yani ilk kullanımı bu şekildeymiş.

    eaca (ecan, eacan, eacian) yani "artış" kökenli olan eke sözcüğü, "additional name" yani "ek isim" (eke name) olarak kullanılırmış (13. yüzyıl). zamanla hecelemeden ötürü nekename olmuş (15. yüzyıl). sonradan heceleme değişmiş ama kelimenin telaffuzu ve yazılışı günümüz ingilizcesinde nickname olarak sabitlenmiş. yani ek isim zamanla lakap, takma isme evrilmiş.
  • son zamanlarda bitkilerin ve hayvanların enerjileri konusuna saran beni far görmüş tavşan şekline getiren bilgi şöyle:
    "1966 yılında, amerika’nın tanınmış yalan makinesi uzmanı clee backster,
    güvenlik görevlilerine poligraf aygıtının kullanımı eğitimini verdiği okulunda uykusuz bir gece daha geçirdi.
    sonra sırf eğlence olsun diye,
    yalan makinesinin elektrotlarını kocaman yapraklı tropikal bitkisinin üzerine yerleştirdi. yalan makinesi çeşitli korku, sevinç, şaşkınlık gibi durumların elektriksel değişimlerini ölçtüğüne göre, belki bitki de su dökünce seviniyordur diye alaylı alaylı güldü. bitkiyi suladığında galvanometre zikzaklar çizerek aşağı doğru indi. oysa yukarı doğru bir hareket bekliyordu backster. yaprağını sıcak kahveye soktuğunda da beklediği tepkiyi görmedi. sonunda kibriti alıp bitkiyi yakmayı düşündüğünde her şey değişti. bitki çılgınca galvanometrenin ibresini tavan yaptırdı. inanamadı backster. “nasıl yani?” dedi kendi kendine, “bitki düşüncelerimi mi okudu?” insanlık tarihinin önünde yeni bir dünya açılıyordu artık. deneyler deneyleri kovaladı. bitkilerin sadece düşünceleri okumakla kalmayıp çevrelerindeki her şeyi hissettikleri de çıktı ortaya. kaynar suya atılan karideslerin ölümlerini, eline iğne battığında duyulan acıyı da hissediyordu bitkiler. hatta kilometrelerce ötede olunsa bile yaşanan sevinç ve üzüntüleri de hissediyordu. hatta korkudan baygınlık bile geçiriyordu. bir gün şehir dışından gelen bir botanikçi bayan içeri girdiğinde bütün bitkiler sessizleşti. hiç birinden tepki gelmiyordu. sanki hepsi birden sessizliğe bürünmüştü. taaa ki o bayan havaalanından uçağa binip gittikten 45 dakika sonra yeniden tepki vermeye başladılar. bayan botanikçinin bitkileri kurutup ölçümler yaptığını öğrendiği zaman anladı backster, bayanı görünce bitkilerin korkudan bayıldıklarını.
    bir deney tasarladı. 6 yardımcısına aynı gece aynı saatlerde yapmak üzere farklı görevler verdi. görevlerden biri gece yarısı gelip laboratuvardaki bitkilerden birini söküp parçalamaktı. ertesi gün o gece bitkiyi parçalayan yardımcı içeri girdiğinde bütün bitkiler çılgınlar gibi haykırmaya başladı (galvanometrelerin ibrelerinin tavan yapmasını böyle adlandırıyor backster). bu deneyden anlaşıldı ki bitkiler sadece hissetmiyor, aynı zamanda hafızaları da var. ve amerika’da bazı adlî vakalarda bitkilerin şahitliğine başvurulmaya başlandı. bitkiler asla yanlış sonuç vermiyordu çünkü yalan nedir bilmiyorlardı. bu çalışmalar makale olarak yayınlanmaya başlayınca dünyanın dört bir yanından bilimadamları konu üzerinde çalışmalara başladılar. sonuçlar akıl almaz.
    koparılmış bir yaprak, kendisine güzel sözler söylenmesi durumunda normal yapraktan aylarca daha uzun süre canlı kalabiliyor. 120 km mesafedeki bir acıyı, sevinci hissedebiliyor. insanların düşüncelerini okuyabiliyor, kötülük yapanları hafızasına kaydedebiliyor. aynı zamanda bu bilgileri diğer bitkilerle de paylaşıyor. kendisine kötü davranılan bitki üzüntüsünden intihar bile ediyor. yanındaki bitkinin susuz kalması durumunda kendi suyunu onunla paylaşıyor. bitkiler, bütün canlılarla iletişim kurma konusunda bizim hayallerimizin ötesinde bir hassasiyete sahip. her biri doğanın bir parçası. belki bir gün onları daha iyi anlama imkânımız olursa bize tarihin bütün yaşanmışlıklarını bile anlatabilirler. avatar filminin esin kaynağı da bu çalışmalar ve elde edilen sonuçları.
    bilelim ki dünyanın herhangi bir yerinde bir bitkiye kötü davranılırsa, bütün bitkiler bunu hissediyor.. hani “kirazlı kaz dağı değil” diyorlar ya, emin olun kirazlı’da kesilen
    bir ağacın acısını sadece
    kaz dağlarında değil, munzur’daki,
    kuzey ormanlarındaki, salda’daki,
    toroslardaki ağaçlar da hissediyor..
    bir gün biz de acı tecrübelerle yaşayarak hissedeceğiz..
    peter tompkins/christopher bird’in “bitkilerin gizli yaşamı”ndan derlenmiştir.
    okuduğunuz için teşekkürler.
    saygılar."
  • şişmanlık genlerine sahip kişiler için en etkili spor türleri kosma, dağa tırmanma, yürüyüş ve vals, tango, slowfox gibi klasik danslar. fakat en etkilisi koşma.
  • solakların daha az nüfusa sahip olmasının nedeni evrimsel süreçte atladığı yere sol eliyle tutunmaya çalışıp hep kalbin olduğu tarafı vurması sonucu yıllar içinde solak nüfusunun azalması.
hesabın var mı? giriş yap