• oryantalist resimlerde figürler hep yatay konumdadır, bir rahatlık, bir adam sendecilik, bir vurdumduymazlık, bir "şöyle bir uzanayım"cılık alır başını gider, uyku getirir, yumuşacık ayı postlarının üzerinde vücudun üzerinden çağlayan gibi akıvermiş kaftanlar giymiş kadınlar yarı baygın bakarlar, süs havuzlarındaki sular ayna gibi durgundur, amaan oh, kedi.
  • kusurlu da olsa, kısıtlı da olsa, yanlı da olsa vs. vs. kayıtsız kalınmaması gereken bir kavramdır.
    uluslararası toplumsal ve davranışsal bilimler ansiklopedisi'nde yer alan fox imzalı "şarkiyatçılık" maddesinin tarafımdan yapılmış bir çevirisini, kavramın kısa ve fakat harikulade açıklayıcı bir takdimi olduğunu düşündüğüm için buraya aktarmak istiyorum:

    şarkiyatçılık

    “şarkiyatçılık” terimi edward said’in şarkiyatçılık’ının yayınlanmasından sonra anlamında devrimsel bir kayma geçirdi. said’den önce terim, hepsi de şark’ın olumlu yanlarını taşıyan ve şarkî kültürün bilgisinin peşinde olanları ifade eden pek çok anlam taşırdı. şarkiyatçılık, bir anlamda, akademik bir uzmanlaşmayı –en geniş kapsamıyla yakın doğu’yu, hint yarımadası’nı ve uzak asya’yı içeren şark çalışmalarını- imlemekteydi. terim ayrıca örneğin abd’deki new england deneyüstücülerinde bulunabilecek türden, doğu bediiyatı ve felsefesinden etkilenen batı sanatı, müziği ve edebiyatını da ayrımlamaktaydı. her şeyden daha olumlu olarak da, avrupalıların doğu’nun yüce bilgeliğini takdirine gönderme yapmaktaydı. bu takdir ve saygı, mesela, on sekizinci yüzyılda doğu hindistan’da, bengal’in “altın” çağından, yani müslümanlarca işgalinden önceki hindu yönetimi devrinden kalma kutsal felsefi yazıtları ortaya çıkarıp meşhur eden sömürgeci ingiliz yöneticilerinde görülmekteydi. on dokuzuncu yüzyılda avrupa’nın şark’ı tasdiki, mesela, theosophy’nin doğu ‘mahatmaları’nın (‘yüce ruhlar’) dini öğretilerini takdirinde dışa vurulmaktaydı (campbell 1980). aynı yüzyılda edward carpenter, şark’ı bizim bugün alternatif cinsellik dediğimiz şey için methetmekteydi (carpenter 1914). on dokuzuncu yüzyıl şarkiyatçılığı, ayrıca, max müller’inki gibi, dilbilim ve felsefede şark’ı, özellikle de hindistan’ı, indo-aryanların ve, sonradan da, yunan ve roma uygarlıklarının nihaî kaynağı olarak tespit eden bilimsel araştırmaları da içermekteydi (schwab 1984, müller 1883). eğer siyaset bu terimle herhangi bir şekilde ilişkilendiriliyorduysa bu, şarkiyatçıların çalıştıkları kültürel geleneklere saygı duyduğu ve bu gelenekleri koruduğu varsayımı yönündeydi.

    1. said’den sonra şarkiyatçılık

    new york’ta columbia üniversitesi’nde karşılaştırmalı edebiyat profesörü ve yakın doğu siyaseti, özellikle filistin sorunu üzerine başlıca eleştirmenlerden biri olan edward said şarkiyatçılığın anlamını kökten değiştirdi. şarkiyatçılık adlı kitabı ‘şark’ diye adlandırılan mekanın gerçekliğini sorgulamakta ve ‘şarkiyatçılığı’ siyasi anlamlar taşıyan yermeli bir terime dönüştürmekteydi. şarkiyatçılık anlam erimine, tabiri caizse, terimin bir daha asla kendinden bihaber, yansımasız ve eleştirel olmayan bir anlamda kullanılamayacağını imleyen kalıcı soru işaretleri dahil etti. said’den sonra, ‘şarkiyatçı’ olarak adlandırılmak hayli sıklıkla bir iltifat değil, ithamdır. said, temel olarak yakın doğu üzerine malzemeden yola çıkarak (fakat çok ötesindeki zımnî anlamlarla) ‘şarkiyatçılığın’ yandaşlarının iddia ettiğinden çok daha başka bir şey olduğunu ve belki farkında dahi olmadıkları birtakım eşitsizlikleri yaratmak üzere işlediğini öne sürdü. şark üzerine yazınsal, dilbilimsel ve tarihsel çalışmalar, seyyahların anlatıları, şark’ın dinleri ve sanatlarının betimleri —bütün bunlar, said’e göre, aslında, inşa ettikleri şark’ın-- ve batı’dan daha farklı ve değersiz olarak kurdukları bir mekanın imgesini yansıtmakta ve temsil etmektedir. şark, bu veçhile, dişil (ve sonuç olarak zayıf ve korkak), çocuğumsu, boş inançların etkisinde, geleneksel (ve bu yüzden de geriye dönük), müstebit, öteki dünya işlerine dalmış (ve bu yüzden de değişmeyen) ve tensel (ve bu yüzden de aşırı tutkulu; ussal değil) olarak tasarlanmıştır. sonuç doğu’nun, onu gerçek bir biçimde temsil ettiği iddiasıyla tahakkümü altına alan batılı betimlemesidir.
    said’e göre, batılı bilim çevrelerince şekil verilen şark, avrupa sömürgeciliğiyle baş başa vermiştir. hem sömürgecilik hem ‘şarkiyatçılık’ yakın doğu, hindistan ve uzak asya toplumları üzerinde yayılmacı bir tavır sergilemektedir. sömürgecilikle şarkiyatçılık arasındaki kesin ilişki aijaz ahmad’ın (1992) da belirttiği üzere, said’in kitabında muğlaktır. said, batı’nın şark imgesinin sömürgeci işgali öncelediği ve kolaylaştırdığını söylüyor olduğu şeklinde de, sömürgecilik ve şarkiyatçılığın birlikte geliştiğini ve birbirlerini karşılıklı olarak desteklediklerini söylüyor olduğu şeklinde de okunabilir.
    said, bu şekilde, şark’ı gerçek bir nesne ve mekan olarak ortadan kaybolmuş ve batı’nın sadece bir uydurması olarak belirmiş kılmıştır. said, bazı zamanlar, gerçek şark’ın mevcudiyetine kâni oluyor ve diğer zamanlar bunu inkar ediyor gibidir (clifford’un 1988 da söylediği gibi), fakat said için esas mesele şudur ki, ‘şarkiyatçılık’ mevcuttur ve mütehakkimdir. aynı şekilde, said her ne kadar batılı bilim adamlarının şark’ı doğru bir biçimde açıklamış olabileceklerini tümden inkar ediyor göründüğü için eleştiri oklarına hedef olmuşsa da, başlıca iletisi şudur ki, bu açıklamalar basmakalıptır ve yüzyıllarca süren mutat bir söyleme uymaktadır.
    said’in şarkiyatçılığı eleştirel bir bakış açısı ve bugünün toplumsal ve beşeri bilimlerinde ‘sömürgecilik-sonrası (postcolonial) çalışmaları’ denilen yaklaşımı başlatan yorumlayıcı bir yöntembilim sunmaktadır. bu yaklaşımda bilgiyi ve temsilleri denetleyenleri ve sömürülen yerlerin betimlerini inşa edenleri tespit etmek, en az, üretken kaynaklara sahip olanları ve yönetim erkini kullananları tespit etmek kadar önemlidir.

    2. sömürgecilik-sonrası eleştirileri

    said’in şarkiyatçılık’ına yönelmiş başlıca eleştiri, tashih ve titiz okumalar bu türden sömürgecilik-sonrası çalışmalarından, özellikle de yakın doğu’nun ötesindeki coğrafi bölgeler inceleme altına girdikçe gelişmiştir. başlıca tashih said’in esasen edebî ve zamandan azade yaklaşımına güçlü bir tarih bilinci ve tarih içindeki sürecin eklemlenmiş olmasıdır. said şarkiyatçılığı sıklıkla, sanki başlangıcından itibaren tümüyle şekillendirilmiş ve zamanın uzun dönemleri boyunca görece sabitmiş gibi sunmaktadır. eğer ‘şarkiyatçılık’ inşa edildiyse, bununla beraber, bir inşa süreci olmalıdır ve tarihlendirilmeye ihtiyaç duymaktadır. tim mitchell, mesela, avrupalıların mısır’ı on dokuzuncu yüzyılda tarih, dil, metin, sağlam vücut ve hayırlı toplum temsilleri ithal ederek nasıl sömürgeleştirdiğini anlatan böyle bir tarihi sağlamıştır. ithal edilen bu bilgi ve anlayış vasıtasıyla mısırlıları toplum ve kültürlerinin farklı -ve bir o kadar da değersiz- olduğuna ikna etmişlerdir (mitchell 1991). gauri visvanathan (1989) hindistan’da ingiliz maarif tarihini izlemiş ve hintli öğrencilerin ders kitapları ve sınıflarında batı kültürünün üstün olduğunu nasıl öğrendiklerini göstermiştir. bu gibi çalışmalar şarkiyatçılığın nihaî bir durumdan ziyade tarihsel bir süreç olduğunu gösterdiği için, said’in onu gediksiz bir söylem olarak kavrayışından (foucault’dan edindiği bir duruştur bu) ayrılır. fakat bununla beraber said’in kavramını, anlamlı bir tarihsel çözümlemeyle sağaltmışlardır. diğer eleştiriler said’i batı’yı yekpare ve etkiye-duyarsız olarak sunduğu için kusurlu bulmakta, onun tam da şarkiyatçıları doğu’ya yaptıkları için cezalandırdığı gibi batı’yı basmakalıp ve siyasileşmiş bir tavırla betimlediğini söylemektedir (bkz: clifford 1988 ve ahmad 1992).
    said’in avrupa şarkiyatçılığı önyargısındaki başka bir sorun, doğu’nun olumlu tasvirleriyle olumsuz tasvirleri arasında bir ayrım koymuyor oluşudur. her ne kadar her iki tasvir de şark’ı basmakalıplaştırıyorsa da, olumlu tasvirler çoklukla avrupalılara kendi toplumlarını eleştirecek araçları temin etmektedir. bu olumlu tasvirler ayrıca hindistan’da ve diğer her yerdeki ulusalcıların kendi toplumlarına dair olumsuz önyargılarla savaşmalarını sağlamıştır.

    3. şarkiyatçılığın sonuçları

    said’in avrupa’nın basmakalıp betimlemesiyle ilgili diğer bir sorun da, şarkiyatçılığın inşasının avrupa’nın bizatihi kendisi için sonuçlarını göremiyor olmasıdır. ashis nandy (1983) sömürgeciliğin etkilerini, özellikle sömürgeleştirilence yapılmış betimlerinin avrupa kültürü üzerindeki etkilerini ayrıntılandırarak said’in yaklaşımını güçlendirmiştir. nandy (said’in terimcesini kullanmaksızın) sömürgeleştirilenlerin imgelerinin inşasının, şarkiyatçılık gibi, avrupalıların kendilerinin üzerinde büyük etkileri olduğunu öne sürmüştür. doğu’yu dişil, edilgen ve korkak olarak basmakalıplaştırdıkları için avrupalılar, kendi belirleyici nitelikleri olarak sertliği, etkinliği ve aşırı erilliği vurgulamak ve nandy’nin “bastırılmış” dediği dişil, uysal ve yumuşak başlı unsurları asgarileştirmek zorunda kalmışlardır. nandy böylece ‘şarkiyatçılık’ çözümlemesine iki nokta daha eklemiştir: bu çeşit inşaların bunları inşa etme gücüne sahip olanların kendileri için bile sonuçları vardır; ve şarkiyatçılığın nesnesi –yani, şarkî olan- şarkiyatçılık suçunu işleyen avrupalılarla, eşitsiz dahi olsa, sıkı bir ilişkiye bulaşır.
    nandy’nin said’in ilk şarkiyatçılık sunumundaki en büyük kısıta dikkat çektiği ikinci nokta ise şudur: said avrupa şarkiyatçılığının şarkîlerin kendileri üzerindeki etkilerini incelememiştir. bu avrupa söylemi göndermede bulunduğu insanların öz-imgelerinde büyük etkiler bırakmıştır. kendilerini çoğu zaman, aynen avrupalıların da yaptığı gibi şarkiyatçı sınırların içinde düşünmeye başlamışlardır: değersiz ve geriye dönük. kimi zaman, bu yüzden, said’in avrupalıların betimlerinin gücünü kavrayışına değgin olarak olumsuz bir öz-imge benimsemişlerdir. başka zamanlar ise şarkiyatçılık avrupalıların tahakkümüne direnç kaynağı olabilmiştir. mesela, gandhi hindistan hakkındaki şarkiyatçılıkla bütünleşmiş olumsuz önyargıların pek çoğunu almış ve bunları (bunlar basmakalıplar olarak kalsalar bile) olumlu vasıflara dönüştürmüştür: şarkî ‘öteki dünyalık’ doğu ‘ruhanîliği’ olmuş ve ‘edilgenlik’ ‘yumuşak başlılık’ olmuştur (fox 1989). böyle tersine çevirmeler ayrıca, bir tahakküm aracı olan şarkiyatçı söylemin kendi üzerine geri döndürülebileceğine işaret etmektedir.
    said’in şarkiyatçılık’ı batılı toplumsal ve beşeri bilimlerinde, esinlediği ilave çalışmaların da delalet ettiği gibi, önemli bir bilgi kuramsal kopmayı imler. bütün bu çözümlemesi, avrupalıların diğer mekanları tasavvuruna gömülü olan tahakküm ve temsil gücünü anlamaya önemli bir giriş noktası olarak bakidir.

    r. g. fox

    (çev. zifir)

    kaynak:

    fox, r.g., “orientalism”, pp. 10976-8, in “international encyclopedia of the social and behavioral sciences”, paris: elsevier, (2001).
  • günümüzdeki en basit tanımıyla, batının doğuyu batılı bir gözle algılaması.
  • sozde batının sozde doguyu inceleme, degistirme, kullanma nesnesi, egzotik mekan olarak gormesi. dogu bu anlamda cografi bir mekan degil bir fikirdir. (bkz: edward said) bu konu uzerinde derinlesmistir
  • türkiye'de yaşayan bir türk olarak zaman zaman bana yakıştırılan sıfat. a be orospu çocuğu, ben zaten doğu'da yaşıyorum, zaten bu kültürün içerisindeyim ve doğduğumdan beri bu kültür hayatımı sikiyor. ben bu kültürü eleştiriyorum diye niye oryantalist olayım? lord byron muyum, fransa'daki bir kafeden veya üniversiteden mi atıp tutuyorum?
  • bir karsi oryantalizm ornegi olarak dogu dinlerini ve felsefelerini de ornek gosterebiliriz. hani batinin dogu felsefelerini 19.yy "kesfetmesi" bir yanlilik da, o dogu dusuncelerinin halen bati felsefesinden ustun gorulmesi, hem de haklarinda hicbirsey bilinmese de salt imaj olarak bunun bu kadar yaygin olabilmesi biraz okumus etmis cevrelerde, ayni derecede yanli degil mi?

    bu klise yuzunden, mistiklerin ve bircok dogu dusunurunun gereginden fazla ovuldugunu * dusunuyorum. felsefe tartismalarinda hep olur bu. millet konusur konusur, sonra biri cikar, yumusak bir ses tonuyla "peki butun bunlari 1000 sene once zaten yunus emre soylememis miydi, yaaa yaa" der. sadece doguyu itham etmeyeyim, antik yunan da (gerci bu 2300 yil oncesi, 1000 degil) bu basit felsefeleri ortaya atmistir. bu kotu birsey degil. lakin birkac yuzyil sonra spinoza kalkip panteist oluyorsa bu yunusunkiyle bir degildir. onun panteizme varis yolu daha mesakatli ve ikna edicidir. ondan birkac yuzyil sonra da kant-schopnehauer cizgisi ayni seylerden bahsedince ayni kapiya cikmis olmuyorlar, gelistirmis oluyorlar. 5000 yil once de gunesin dogudan dogucagi biliniyordu, simdi de, ama artik nedenini nicinini cok daha iyi kavriyoruz. yunusun veya baska mistiklerin konuyla ilgili bir kompozisyonda ozetlenecek dusuncelerine karsin, kant-schopenhauer cok daha kapsamli, sistematik, aciklayici sistemler gelistirdiler. tarih boyunca kizilderili sefler de dahil, sayisiz panteist sayilir ama hepsi ayni degil.

    insan yasayarak, tecrube ederek ogrenir. tecrube etmedigi birseyi kulturune yediremez, kulture yedirilemeyen sey konusma diline gecemez, dille anlatilamayan sey de kavramlastirilamaz, dusunulemez. gocebe/basit yasantilar bu yuzden dusunsel acidan kistlayicidirlar. bir aborijin, bir kizilderili senin benim anladigim anlamda bilge falan degildir, atfettigin asalet ise onda degil senin gecmise bakmakta kullandigin bugunun gozluk camlarindaki izlerdir.

    cok daha fazla bilgiye ve tecrubeye erisimimiz var, yani medeniyetin birikiminden faydalaniyoruz. evet, bu bizi yanlis yollara da saptiriyor fakat giderek siklasan bir sekilde bu zamanlarda bir "bilge" cikip bu birikimleri dogru sekilde degerlendirebiliyor ve bu sayede de onun bilgeligi, onceki nesilin, spinozanin, yunusun, buddhanin, hindularin bilgeliginden de ustun oluyor. ben medeniyetin seyrek de olsa yarattigi ustun insanlardan bahsediyorum bu baglamda inaniyorum medeniyete.

    bu igrenc vicik vicik romantik kliselerin medya pompalamalariyla yetiserek bilge aborjin gibi imajlara, kaliplara sarilmak gercekten ironik. ayni siglikta binlerce yil boyunca dolanip duran dusunceleri kendi kafalarinda zenginlestirip, bati karsitligiyla harmanlayarak kimlik buluyorlar. karsi cikamiyorsun bu yuzden, cunku konu fikir tartismasi degil, kimlik mucadelesine donmus coktan. isin ironisi de, bu mucadelenin aslinda "sen onlarin yuzyillardan beri sana uygun gordugu kalipta misin, yoksa onlarin tuketim kulturuyle sana son birkac yilda yedirdikleri kalipta misin"a donusmus olmasi. halbuki bati felsefesinin dogu felsefesini kapsamis ve asmis olmasi bunlarin ustunde bir tartisma ve ben de bu tartisma sinirlari icinde konusuyorum, en azindan bu bakimdan batinin tanimiyla uygarliga, evet oryantalist tanimla uygarliga, inaniyorum.
  • benim cocuklugumda da
    'bati'ya, bati'ya, bati'ya'
    cigirirdi kuslar,
    'bati'ya, bati'ya, bati'ya'
    dil kurslari
    resim sergileri
    elektronik buluslar.
    yol uzun, yol zahmetliydi, yol yenisme, yol kavga, yol ispatti. nihayetinde birkac yaldizli diploma karsiligi kahramanlarimi aldi, duslerimi, kanatlarimi kirdi. yuzbir bilim adami, binbir kitap gordum. 'siz dogulular pek bir seysiniz...' dediler, 'anliyorsunuz, degil mi?...hadiii, canim, siz anlarsiniz. ne de olsa batililasmis sayilirsiniz!' 'biz, dogulular' kimdik? 'pek bir...' neydik? 'ben neyi anlayacaktim?' budisti, bedevisi, acemi, kambocyalisi, cerkezi, vietnamlisi, turku, cinlisi, kurdu, tibetlisi, alevisi, malezyalisi, suriyelisi, sumatralisi, kisacasi, meric'in dogusunda yasayan tum halklar, 'biz, dogulular'. biz gabi,
    sehvetli,
    kaypak,
    hain,
    hissiz,
    pis,
    despot.
    biz, bir ornek dogulular
    biz, bedensel faaliyetleri disinda, ne idugu belirsiz dogulular
    biz, sosyal 'bilim'lere, siyasi 'bilim'lere edebiyatcilara meze dogulular.
    'batililasin,
    batililasin,
    batililasin!' cigirirdi,
    sinemalar,
    konferanslar,
    konseyler,
    moda evleri,
    tekeller,
    karteller.
    nasil bir cagriydi? cipil mavi gozlerin pipo dumanlari arasindan talep ettikleri neydi?
    nasil bir cagriydi, halkima yasayabilmek icin once kendisini, 'dogulu' kendisini iptal etmesi gerektigini tekrarlayan?
    marx'a nasil umutla sarilmis olabilecegimi dusunebiliyor musun?
    das kapital'in ve otuz yorumunun isigini dusunebiliyor musun?

    silili 'yabanci ogrenci' ortega,
    kolombiyali omar,
    hintli daver
    ulkelerimizin acilarina 'sozcu' arayan
    ulkelerimizin acilarina care arayan milyonlarca biz'ler.

    yil 1853'tu.
    ingiltere, hindistan'i yok ediyordu.
    marx, insanlarin istiraplari ile mesgul tek batili bilim adamiydi.
    biz'imle gozyasi doktu, yuregimize aldik.
    yillarca dizinin dibinde oturduk.
    'kitap'a abdestsiz dokunmadik.
    derken, bir gun, fazla aglamis olmaliyiz ki,
    'ama, unutmayin' deyiverdi, marx,
    'ingiltere'nin, hindistan'da yerine getirilecek iki gorevi vardir: birisi yikici, birisi yapici.
    yasli asya toplumunu ortadan kaldirmak,
    onun yerine,
    avrupa toplumunun kurallarini getirmek.'

    oh, oh, oh, oh, oh!!!
    ayi, vayi, vayi!!!
    yerinden sicradi, daver!
    'yasli asya toplumu dedigin benim
    anam,
    babam,
    dayim,
    kardesim!
    agzindan cikani kulagin duyuyor mu senin?!!!'
    'ne var yani?' dedi. marx, en bilimsel haliyle
    timur'un boyundurugu sondurmedi mi, sayisiz insan yasamini?'
    ne bicim bir ictihatti?
    ne bicim bir gerekceydi?

    hintliler oldurulmeye alisiktirlar, bu kez de biz kendi iyilikleri icin kessek, ne olur?'u
    benim 'dogulu' yuregim anlayamazdi!

    hintliler diye birileri yoktu,
    'dogulular' diye birileri yoktu, benim amcalarim, dayilarim, kardeslerim, komsularim vardi!
    talep etmedikleri bir cografyaya, talep etmedikleri bir haritaya hasbelkader duhul etmis, iki litre kanli, iyi ayakli, coluklu cocuklu, sevincleri, acilari ile 'insan'dilar!
    su kullenmek uzere olan yosunlu gezegende bir gidim dolasacaklar, sonra herkes geldigi yere donecekti.
    bir basina.
    kendi iyilikleri icin yok edilmenin rasyonalini anlayamazlardi.
    inkalar, aztekler, massachusettler de anlayamadilar!
    bu baglamda, hitler, oryantalistlerden daha bir namusluydu:
    yahudileri, onlarin iyilikleri icin degil, 'ustun' alman irkinin iyiligi icin kestigini hic saklamadi!
    'uygarlastirma misyonu'nun ardina saklanmadi.

    cilk yarama bir de tuz basti, marx,
    'bosver' dedi, daver'i gostererek,
    'bu insanlar bizim gibi aci cekmez.
    onlar, doguludur.
    o halde, biz onlari baska yollardan anlamaya calismaliyiz.'

    'bati'ya, bati'ya, bati'ya' cagirdi
    gorkemli binalar
    dolu vitrinler
    kisa calisma saatleri
    iscilerin
    altlarindaki otolar,
    ozgurlukler.
    ne ki, ihanetin acisi yuregimdeydi.
    artik brosurleri incelemeden,
    onlari 'baska yollardan anlamadan' hicbir davete icabet, paketlenmis doldurusa gelmeyecektim.

    baktim, bir daha baktim, bir daha baktim,
    gordum ki, hakkinda ahkam kesilen insan degil, insanin izdusumu.
    kartondan oyulma bir sekil,
    egzotik,
    gizemli,
    yasamayan bir tas bebek,
    bir oyuncakti.

    gunga din, cieko, ortega,
    omar, hozan,
    kitleyi olusturan
    ve fakat
    ve aslinda
    bedenimizde hergun
    milyonlarcasi yenilenen
    hucreler gibi
    onemsiz
    kisiliksiz
    ve anlamsizdilar.
    muhalefet hakki olsun taninmayan insanoglu nasil yasayacakti
    'bir agac gibi tek ve hur
    ve bir orman gibi kardescesine?'

    alev alatli, valla kurda yedirdin beni 1. baski, sahife 325-329, boyut, istanbul, 1993
  • gustave flaubert’in çalışma odasını tasvir eden bir yazar şöyle yazmıştır: “bürosu oldukça büyüktü, sadece kitaplar vardı, birkaç arkadaşının portreleri ve bazı gezi yolculuklarından getirdiği anı eşyaları; genç bir mısırlının kurutulmuş cesedi, bir mumyanın ayakları, rengarenk doğu boncukları, yaldızlı bir buda...” doldurulmuş hayvan bedenlerinin süs eşyası olarak kullanılması ile genç bir mısırlının kurutulmuş cesedinin süs eşyası olarak kullanılması aynı şeydir. oryantalizm batı uygarlığının doğu’yu tanımlamasıdır ve aynı zamanda batı bu yolla kendini de tanımlamıştır.
  • batı avrupa'nın balkanlar hizasından başlayarak, herşeyi biz biliyoruz tutumuyla dünyanın geri kalanıyla ilgili ahkam kesmesidir. bu ülkelerin arasında yunanistan ve yugoslavya, macaristan ve hatta rusya'da oryantalizmin ilk popülerleşmeye başladığı dönemde vardır. sonradan din kavramının işe karışmasıyla örneğin ermenilerle ilgili oryantalist önyargılar, ya da yunanlarla ilgili önyargılar kalkmış, bu batı avrupa tanımı genişlemiştir. bugün durduğu yer, farklı din ve farklı kültür olayıdır. batının genel görüşleriyle ve özellikle ortadoğu halklarıyla ilgili bazı görüşlerinde haklılık payı vardır. örneğin, ortadoğu halklarının para ve gösterişe düşkün olmaları, kendileri için demokrasi isteyemeyecek kadar aşiretlerine bağlı olmaları vs gibi... hindistan ve pakistan gibi ülkelerde de bu geçerlidir. 1900lerın başında bunlar batı medyasında aynen bu şekilde açık seçik yer alırken, zaman ilerledikçe, bu toplumların kendilerini bir yerlerde hissetmeleri için, artık siz bağımsızsınız kendi kendinize yetebiliyorsunuz yanılsaması bu toplumlara batı tarafından yedirlimiş, bu toplumlarca da yine "armut piş, ağzıma düş" bakışı açısıyla afiyetle yenmiştir. bugün itibarıyla batının oryantalizmi doğu için, gerçekten aşağılık bir yerdedir. 100 sene önce bu tanımın içinde mistiklik, bilinmeyenler, merak, çekicilik varken; bu gizemler birer birer çözülmüş, batı doğuyu nerelere kadar suistimal edeceğini gayet net öğrenmiş, ve bunun en iyi yolunun da doğuyu aslansın kaplansın olarak pohpohlamak olduğunu, ve doğunun bu durumda tıpkı altından araba yaptıran arap şeyhleri gibi gösteriş olduğu sürece herşeye razı olacak bir "enayi" olduğunu öğrenmiştir. doğunun batıya verecek insan gücünden başka hiçbirşeyi kalmamıştır. bu da tam bilinen anlamıyla köleliktir. bugün süper biçimde hızlı gelişen çin ve hindistanda, tüm dünyanın bu ülkeleri yeni devler olarak ekonomik olarak anlamlı olmakla birlikte, birey bazında kocaman bir yanlıştır. bugün bir çinli içi stereotype, it gibi çalışan adamdır. hintliler için pis, araplar için gözünü para bürümüş, türkler için barbar... yapılan ticari anlaşmalar, batının gözünde doğu için hiçbir değişiklik sağlamamıştır aslında, ama doğuya bizi sizi eşit görüyoruz sizle iş yapıyoruz yalanı harika yutturulmuştur. şimdi doğunun kendini batıyla aynı kefede görmesi ya da 50 sene sonra eşit olacaklarına inanması, yeni oryantalizmdir. halbuki batı bunun böyle olmadığını gene bilmektedir.
  • şarkiyatçılık da derler buna.

    bi de doğu insanı kendi kültürüne yeterince sahip çıkmadığı (bkz: türkiye) için kendi kültürü hakkındaki şeyleri oryantalistler tarafından yazılmış, muhteşem fotoğraflarla bezeli albenili kitaplardan öğrenir.
hesabın var mı? giriş yap