• izlememiş olan dostlara, arkadaşlara, sevgiliye tavsiyeler edilip verilmek üzere sezonlar tek tek dvdye kopyalanırken altyazıları tutuyomu diye bölümlere ucundan baka baka bir şekilde insanı içine çeken, akabinde de haydi baştan kendini tekrar izletmeye başlayan efsane dizi.
  • tabulara el atılıyor bu dizide. ölüm, eşcinsellik, uyuşturucu, ensest ilişki, seks, psikolojik bozukluklar sık sık ele alınıp sorgulanıyor, karakterlerin günlük hayatlarını, birbirleri arasındaki ilişkileri, tabularla birlikte harmanlayıp gerçekçi bi sunum yapıyor. bunu yaparken karakterlerin iç dünyalarına ayna tutuyor hayal ürünü dialoglarla. psikolojik yönden oldukça yoğun bir dizi olduğundan kaçınılmaz ağır temposu bazı kişileri diziden soğutabilir, tercih meselesidir. olaylara değil, yol açtığı fikirlere, sebep olduğu hislere odaklanılıyor. karakterler çok derinlemesine sunulduğu için, çok yakın olduğum insanlarla hislerimiz hakkında konuşuyormuşuzcasına sanki, çok sıcak bi etki yaratırdı bende. buna karşın bir bölümü izleyip de neşe dolduğum olmadı asla, hayatın ne kadar anlamsız olduğuna inandırmaya çalıştı beni her defasında.
    sonuçta televizyonda yayınlansın, insanlar izlesin, yapımcılar, aktörler, aktrisler para kazansın diye çekilmiş kurgu bir dizi iken üzerimde bu derece etkisi olması beni biraz üzüyor aslında, kendimi bazen çok aptal hissediyorum, kandırılmış küçük bir çocuk gibi.
  • izlemeyenlerin çok şey kaybettiği dizi.
  • dünyanın en vizyonsuz adamına bile izlettirildiğinde; düşünmeye zorlayabilecek, çağ atlatabilecek, kendinden başlayarak bütün ilişkilerini ve seçimlerini sorgulatabilecek potansiyele sahip sanat eseri. "ölüm" malzemesini bu kadar ölüm harici işleyebilecek bir şeyi yaratan hayal gücünün önünde diz çöküp tövbe etmek lazım. alan ball bu saatten sonra güneşe tap desin, tapmazsam orospu çocuğuyum.

    six feet under, o kadar gerçeksin ki.

    5 sezon boyunca insanların ölülerle konuştuğunu görüyoruz. bu gerçekliğe yakışmadığını düşünenler olabilir. bu durum dizide tamamen "olgunlaştıkça daha önce anlamadığın insanları anlayabilmek" mesajını veriyor. karakterlerimiz, yanlarında pat diye beliren ölüleri hiç yadırgamıyor, sohbete dalızlıyor. izleyici de bu durumu absürd bulmuyor, aksine iple çekiyor. karakterlerimizin kendilerine karşı en dürüst olduğu sahneler onlar oluyorlar, kendimize karşı en dürüst olduğumuz sahneler onlar oluyorlar.

    spoilerimiza geçip karakterleri kendimizce bir analiz edelim:

    --- spoiler ---

    nathaniel fisher: dizinin en aşmış karakteri. henüz ilk bölümde ölen baba, 5 sezon boyunca aile eşrafını diyaloglarıyla alt ediyor. egolarına, içgüdülerine inebiliyor. 5 sezonu baba nathaniel fisher'ın kafasına ulaşmaya çalışarak geçiriyor dizi karakterleri. egosu, kibiri, kızgınlıkları, kıskançlıkları tamamen bertaraf edilmiş durumda; çünkü o bir ölü. yaşarken ailesine sunamadığı sevgi, şefkat ve yol göstericiliği; ailesinin de yardımıyla ölüyken sunuyor. claire ile ot çekiyor gerçekliğe iniyor, david ile ortak mecburiyetleri olan evlerinin bodrumunda beden hazırlıyor, isimlerinin bile aynı olmasının tesadüf olmadığı oğlu nate ile kanka oluyor. velhasıl baba fisher'ın sahneleri can alıyor.

    nathaniel samuel fisher jr: bence onunla ilgili en güzel gözlemi george yapmış durumda. nate'in cenaze töreninde george, nate'in bir idealist olduğundan, daha iyi bir insan olmak için hayatını geçirdiğinden bahsetmişti. babasının ölümünden sonra sürekli birileri için yaşamak durumunda kalan nate, bu tempoya yer yer ayak uyduramıyor. bir yandan bunun doğru olmadığı fikri onu çok korkutuyor. keza finalde claire'ye bu korkusundan bahsediyor. "ya haklı değilsem, ya olduğum kişi değilsem diye korktum durdum, bak şimdi neredeyim" diyor küçük kardeşine ölü nate. "ya girdik bu yola ama, hadi bakalım hayrolsun" psikolojisinin ne kadar hastalıklı ve insanı içten içe kemiren bir psikoloji olduğunu anlatıyor bize sürekli nate, bölümden bölüme artan dış dünyadan kopma eğilimiyle.
    5 sezon boyunca nate, kimseyi yadırgamayan hayli insani yanıyla takdir topluyor. karakterlerin nate'e açılmaları, nate'den yardım istemeleri, nate'i çekici bulmaları alışılagelmiş bir durum oluyor zamanla.

    david fisher: babanın ölümüyle başlayan psikolojik trafikte en hızlı değişim david'de oluyor. asosyalliğinden, utançlarından, ailesine olan mesafesinden hızla arınmaya başlıyor david. eşcinselliğini kabullenmeye başladığı andan itibaren üzerindeki gerginlik de azalmaya başlıyor. "garip mi bilmiyorum ama bu halini daha çok sevdim" diyor claire. herkes bu daha doğal halini daha çok seviyor. kırılganlığı, ürkekliği, şaşkınlığı ve saflığı her mimiğinden açığa çıkıyor david'in. gerçekten eşcinsel değilse inanılmaz bir oyuncu, gerçekten eşcinselse inanılmaz bir oyuncu. dizide nerede nasıl davranması gerektiğini en iyi analiz eden karakterlerin başında geliyor david. kendiyle ilgili olmayan olaylara yaklaşımındaki tutarlılık, zekasını ele veriyor.

    claire fisher: bu kadar muazzam karakterlerin içinden birini seçmem gerekseydi sanırım onu seçerdim. çünkü o kadar gerçeksin ki claire.
    önce ergenliğini atlatıyoruz hep birlikte. ailesine karşı olan anlayışsızlığı kızdırıyor ama alttan alta esas hislerini sezebiliyoruz. her tespiti bir öncekinden daha yerinde oluyor claire'nin dizi boyunca. beklenmedik anlarda o kadar materyalist düşünebiliyor ki, kendine hayran bırakıyor. uzun süre tek deli gibi gözüktüğü evde, aslında tek normal olduğunu görebiliyoruz. normal olduğu için delilikle suçlanıyor okulunda, evinde, baba yadigarı cenaze arabasında. olayları hep dışarıdan izleyebiliyor claire. olayın öznesiyken bile dışarıda kalıp nedir ne değildir diye bakabiliyor. hiç bulaşmıyor, sadece gözlemliyor, ve çok doğru gözlemliyor. sonra neşterini vuruyor patolojik bölgeye. süper bir insan olmaya çalışmadan, süper bir insan oluyor. dünyanın en iyi dizisini de onun fotoğraflarıyla bitiriyoruz. zaten aslında bütün diziyi onun kadrajından izliyoruz. o da yaşanan her şeyi bizim gibi dışarıdan izliyor çünkü.

    ruth fisher: menapozlu kadın psikolojisini araştıran birileri varsa, bu kadını ders diye okutmalı. 5 sezon boyunca kendisiyle çok şiddetli kavga ediyor bu kadın.
    fevkalade anlık değişimler, müthiş bir oyunculukla; dünyanın en sinir bozucu, dünyanın en kontrolcü, dünyanın en bencil, dünyanın en normal, dünyanın en masum, dünyanın en tatlı, dünyanın en anne kadını oluyor bu kadın. bütün dizi boyunca mrs.f ile birlikte bu yaşına kadar yapamadıklarını düşünüyoruz.

    brenda chenowith: çocukluktan hasarlı olduğunu kabul ederek, onunla yaşamaya çalışan bir kadın. onunla yaşamaya çalışmanın dünyanın en zor işi olduğunu çok güzel kabul ettiriyor izleyiciye. zaten söylediği her şeyi, kendi yaptığı ve normalde anormal gelen her şeyi bir kaç cümlesiyle kabul ettirebiliyor. nate'e, bana, sana. doğduğu günden beri psikolojisi incelenen brenda, doğduğu günden beri psikolojileri inceliyor. ama bu gözlemlerini söylemek zorunda kalana kadar, kontrolünü kaybedene kadar paylaşmıyor kimseyle. çünkü bunun ne kadar zararlı bir alışkanlık olduğunu ailesinden tanıyor. "everything is timing, timing is everything" diyerek koyuyor çocuğu kol gibi. "eyvallah reis" diyoruz.

    hector federico diaz: düzgün yaşamaya çalışan, yüzeysel bir adam. iyi niyetinden şüphe etmiyoruz, fütursuzca seviyoruz onu dizi boyunca. keith'den sonra en az hata yapan karakter diyebiliriz onun için. mr.f'in ölümüyle başlayan psikolojik değişimlere pek ortak olmuyor, fakat bu değişimler onun da vizyonunu kafi miktarda genişletiyor. "kafi" kelimesi onu en iyi tanımlıyor. karısı bu mütevaziliğinden kurtarmaya çalışıyor onu yer yer. normalde "çorbamı kovalayayım yeter" modunda bir adamken, kendi işini kurma isteği başarısına kadar sürüklüyor karısının bu ısrarı onu.

    billy chenowith: 5 sezon boyunca çok değişik kafalar yaşamakta olan billy, finalde yine brenda'nın kafasını entelektüel bir boyutta sikerkene karşımıza çıkıyor, bizi yine gülümsetiyor. derindeki güzelliği görüp paylaşabilen bir adam billy. onun da zaafı kendisi, ablası gibi.

    keith charles: dizideki en düzgün aşk-meşk ilişkisinin mimarı. güven veren, dürüst ve yardım etmeyi seven yapısıyla kadraja girdiği zaman rahatlatabilme yetisine sahip bu adam. güzel adam.

    --- spoiler ---
  • hani dolu dolu yaşadığınız bir ilişkiniz vardır. içinde iyi de kötü de, aradığınız herşey vardır. o kadar canınızı yakmıştır ki bir yanınız keşke hiç yaşamasaydım der. o kadar mutlu etmiştir, olgunlaştırmıştır ki diğer yanınız karşı çıkar ona. hayır bu senin hayatında yaşadığın en güzel şey diye. ve bittikten sonra, bir şeyleri hep sizinle kalacaktır. o kadar karmaşıksınızdır ki, ama bir o kadar da dingin. ağzınızı açıp tek kelime etmezsiniz. ağlamaz ya da gülmezsiniz. öylece uzaklara bakarsınız. aklınızdan bir şeyler geçer, siz onların ne olduğunu bilmek bile istemezsiniz. fikirleri yakalamazsınız asla.

    işte öyle bir şeyler yaşattı bu dizi bende. nasıldı diye soralara cevap veremediğimi gördüm. tavsiye eder misin diye soranlara da. canınızı acıtacak ama seveceksiniz diyemedim. kendime bile söyleyemedim bunu aslında. yalnızca bittikten sonra new york'a uzanan bir yolun ortasında, o yolla birlikte aktığımı hissettim. düşünmeden, konuşmadan...

    bazı şeyler vardır ki onları isimlendirmemek gerekir. kalıplara sokmamak. çünkü onlar özgür oldukça güzeldir. ve o kadar özgürdürler ki isteseniz de bir şekil veremezsiniz. ne şimdi bu dizinin konusu? size ne vermeyi amaçlıyor? evet hepimiz aynı karara vardık bak, anlatılmak istenen şuymuş mu dedirtiyor? hayır, hiç birini yapmıyor. bu dizinin insanlara vermek istediği belki milyonlarca şey var, belki de hiçbir şey yok. tamamen sana bağlı, 5 sezon mu yoksa yalnızca tek bir bölüm için mi izlediğin.

    ve acıtıyor işte. kahretsin ki acıtıyor. tek tek karakterleri çözümlemeye çalışsan da, onları sanki hep seninle birlikte olan kardeşin olarak görsen de, ne kadar da abartmışlar desen de acıtıyor. ve hiç acımıyor. ne duymaktan kaçıyorsan her seferinde tokat gibi çarpıyor hepsini yüzüne....
  • bu dizi yüzünden sanırım bir daha hiçbir diziyi beğenemeyeceğim. aferin sana alan ball!!
  • şu ana kadar beni en çok düşünmeye sevk eden dizi.
    hayır ölüm hakkında değil hayat hakkında.
    şiddetle tavsiye edilir.
    p.s: taze taze yazayım dedim o yüzden analiz yapamıyorum daha. belki ilerde de yapmam zira çok üşengecim bu konuda.
    p.s 2: başlamadan önce kara mizah diye okumuştum bi yerlerde. hani lan mizah demek istiyorum...
  • an itibariyle dorduncu sezonu bitirdim. iki uc gune kalmaz besi de bitirerek diziyi sonlandiririm diye dusunuyorum. sfu ile ilgili asil gozlemlerimi o zaman yazmayi planliyorum ama aklima gelmisken belirtmeden gecemeyecegim; 4x10 4x11 ve 4x12 izlerken ulan bu dizide ne eksik ne eksik diye dusunuyordum, sonra bir anda buldum: yagmur. izledigim 50 bolum boyunca bir damla bile yagmur yoktu lan bu dizide. eger varsa lutfen belirtin dostlar. paso gunes paso gunes derken 4x12 sonunda bardaktan bosanircasina yagdi yagmur. tek eksigimiz yagmurdu, onu da verdi senartirstler.

    tanim: tek kelimeyle asmis olan dizi.
  • nereden başlasam, önce ne desem bu dizi için bir türlü bulamadım sanırım hakkında en başta söylenecek şeylerden biri gerçekten de nasıl tarif edeceğinizi, ne ile tanımlayacağınızı tam olarak kestirememeniz.

    kendi adıma şunu diyebilirim; ilerde, bugünkü yaşıma +5,+10,+15 eklendiği zamanlarda "bir film izledim hayatım değişti" ya da "bir kitap okudum feleğim şaştı" ve yahut "bir şarkı dinledim kendimi baştan yazdım" şeklinde bir takım cümleler sarf eder miyim emin değilim. bunların hepsinin bir şeyler anlattığı, hayatın içinden farklı yüzleri, farklı hisleri size anlatmaya çalıştığı su götürmez bir gerçek. ama bu dizi size karşı çok dürüst. eğer illaki hayatımı değiştiren bir şey söylemem gerekirse zamanı geldiğinde "six feet under izlemem" demek iyi bir seçenek olarak duruyor.

    hayatın tam merkezinden konuşan bir hikaye var; içinde bulunduğumuz tüm ilişkilerin konuşulmayan, reddedilen, söylenmekten korkulan ne yanı varsa bunu söylemekte hiçbir sakınca duymadan, utanmadan, suratınızın ortasına sert bir yumruk gibi yerleştiren bir hikaye.

    gerçekten böyle bir deneyim için kendinize izin verdiğiniz takdirde, sizi o veya bu şekilde, iyi veya en kötü durumda herhangi bir yerinizden yakalaması işten bile değil. hayatının büyük bölümü babanısının bir kopyası olmamaya çalışan genlerini bastırmakla uğraşan bir erkek çocuğu olabilirsiniz, belki de sadece iyi biri olmak çabası yüzünden gerçekten sevmediği bir insana hayat vaat eden bir korkak ya da sürdürdüğü hayatta sürekli en kötü ilişkileri bulmayı başarmış gelecekten umutsuz bir genç kız. bunları boşverin bu dizideki herhangi bir karakter bile siz olabilirsiniz. hayatın içinden herhangi biri. hepsinin ortak noktası olan bir şey var ki dil, din, ırk, sınıf, cinsel tercihi, iyi, kötü, güzel, çirkin yani magazin boyutunda bir insanı ayırabileceğiniz ne tür bir sıfat var ise bunların hepsini yok sayıp ortak olan bir şey var ki o da duygularımız. bizi biz yapan şeyler; sevgi, nefret, hırs ne varsa. onlar sürekli içimizde bir yerlerdeyken sürekli dışa çıkmasını engellediğimiz duygularımızı bize hatırlatan bir hikaye.

    gerçek iyinin ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. sadece yaptıklarımızın iyi olduğuna kendimizi ikna edip önümüze bakmak bizi iyi hissettiriyorsa iyi olduğumuzu düşüneceğiz. etrafımızdaki insanları da böyle yargılayacağız, sürekli bir kalıptan diğerine sokup duracağız. peki ya bunu yapmak neden? neden insanları olduğu gibi kabul etmek bu kadar zor ya da neden sevdiklerimizi olmasını istediğimiz kişi yapmak için uğraştığımızı yoksa sevmediğimizi kendimize itiraf etmek bu kadar zor? hayattan ne istediğimizi öğrenmek niçin bu kadar bilmesi neredeyse imkansız bir şey? değişmek neden zor?
    izledikleriniz size bunların cevabını vermiyor asla bunların cevabını dünya üstünde verebilecek kimse de yok sanırım ama bunlarla yüzleşmeniz için elinizden tutup bir tokat atıyor. ağlamanız bir şeyi değiştirmez; gerçek her zamanda oralarda bir yerde.

    "i'm gonna be one of those losers who ends up on his death bed saying,where'd my life go?" demişti daha ilk bölümde nate. şimdi karma karışık yaşamlarımız içinde aslında çok da kişisel bir söz olmadığını düşünüyorum.

    tracy: why do people have to die?
    nate: to make life important.none of us know how long we've got.which is why we have to make each day matter.

    olay da bu değil mi zaten; eğer hayat ucuz, değersiz bir şey olsaydı ölmemenin, yaşamanın, ölümün ne anlamı olurdu ki?

    everything.
    everyone.
    everywhere.
    ends.

    just fucking ends.
hesabın var mı? giriş yap