• siyaset inceleme yaklaşımlarından birisidir. kökleri eski yunan'a dayanır. genellikle normatif sorunlarla uğraşır. "bu şudur"dan ziyade "bu şu olmalıdır" veya "şöyle olsun"la ilgilidir. kurucuları platon ve aristoteles olarak kabul edilir. *

    genel hatlarıyla siyaset felsefesine göre her şeyin en iyisini okumuş elitler bilir ve bu yüzden devlet okumuş elitler tarafından yönetilmelidir. çünkü bu okumuş elitler zaten diğer insanlar için neyin gerekli neyin gereksiz olduğunu, hangi yaşam stilinin onları yansıtacağını halktan daha iyi biliyorlardır.

    diğer siyaset inceleme yaklaşımları için:
    (bkz: ampirik gelenek)
    (bkz: bilimsel gelenek)
  • üç aşağı beş yukarı tüm felsefe geleneklerinin içinde şu an en kısır olanlardan. dön babam dön hobbes, locke, rousseau, kant, rawls, nozick ve yorumları. gerçi son senelerde hem demokrasi hem de küresel adalet konularında biraz atılım yapılmış olsa da yine de çok yenilikler yok malesef. bir metaetik, epistemoloji, ne bileyim din felsefesi, dil felsefesi, metafizik filan değil. o yüzden sevenleri on yılda bir albüm çıkaran otantik grup hayranı gibi bekliyorlar yeni materyalleri :/
  • bir felsefe serisi yapmak aklıma geldi ve ilk olarak ahlak felsefesinden başladım. şimdi sıra siyasette.

    her felsefe alanına giriş yaparken öncelikle o alanı ilgilendiren temel sorular sorulur.
    ki böylelikle o sorular üzerinde düşünülüp "felsefe yapılabilsin".

    # siyaset felsefesinin temel soruları

    1. devlet gerekli midir?
    2. devleti kim yönetmelidir?
    3. devleti yönetenlerin egemenliğinin ölçüsü ne olmalıdır?
    4. devlet ve birey ve toplum üzerindeki ağırlığı nasıl olmalıdır?

    şimdi elbette bu soruları arttırmak mümkün. fakat ben bu dört soruyu cevaplayarak yetineceğim ve siyaset felsefesini kısmen açıklamış olacağım. detay isteyen arkadaşlar, başlık altında yazarların belirttiği kaynaklara yönelebilir. bu bir özetin özeti çalışmasıdır.

    1. devlet gerekli midir?

    bu soruya gereksiz diyen kesimi anarşizm olarak etiketleyebiliriz. başlıca anarşist akım ve kişiler;

    sofistlere göre, doğal olan insanın özüne uygun, dolayısıyla doğru ve iyi olarak kabul edilir. yasal olan ise, onlara göre insanın özüne aykırı, yalnızca toplumun ve uylaşımın sonuçları olan şeydir ve dolayısı ile yapay ve kötüdür. bu tür yapay, insan elinden çıkma, toplumun ve uylaşımın sonucu olan kurumlarında başında devlet gelir.

    kinikler ise, uygarlığın her türlü ürününü değersiz bularak reddettiklerini daha önce belirtmiştik. bu ürünler içinde, onlara göre, özel mülkiyet, evlilik, aile, kölelik ve din vardır.

    epikuros, doğal ve zorunlu olmayan her şeyin hazzın dışına taşır ve gereksiz olarak tanımlar. bunlardan biri de siyasettir.

    marksizm, materyalist tarihsel süreç içerisinde devletin rolünü gerekli görse de bu sürecin sonucunda ortadan kalkacağı öngörüsü itibariyle devlete karşıdır. marx'a göre, devlet, sınıflı toplumun bir ürünü, bir sömürü ve baskı aracıdır. her devlet bir sınıf devletidir. ve sınıflar ortadan kalktığında devlet de ortadan kalkacaktır. marx, gerçek komünist toplumda devletin artık var olmayacağı kanısındadır.

    bu isimlerin haricinde başta devlet olmak üzere tüm egemen otoritelere kararlı ve şiddetli bir hücum sergileyen diğer ünlü isimler şöyledir; kropotkin, bakunin, ve proudhon. bunlar devleti, ne tanrının yeryüzündeki görüntüsü ne de insan ihtiyaçlarının doğal ve zorunlu bir tatmin aracı olarak görür. tersine, onlara göre devlet, en büyük kötülüktür.

    ancak bütün bu görüşler, bu düşünürlerin toplum düşmanı, ahlak karşıtı insanlar oldukları anlamına gelmez. tam tersine, onlar, bireysel hayatın tam olarak gelişebilmesi için toplumsal hayata ve bu hayat içinde gelişen ilişkilere çok önem verirler. ancak onlar bu ilişkilerin gönüllülük esası üzerinde kurulması ve bir devlet dolayımından geçmemesi gerektiğini savunurlar.

    devlet gerekli midir, gereklidir cevabını verenler ise, neredeyse düşünce tarihinin tamamını oluşturur. dolayısıyla, bundan sonraki soruları devletin gerekli olduğunu kabul edenler açısından değerlendireceğiz.

    2. devleti kim yönetmelidir?

    bu soruya temelde dört farklı cevap verilebilir ve felsefesi yaklaşımlarda bu cevaplara göre sınıflandırılır. ayrıca, bu dört farklı cevap aynı zamanda devletin idare şeklini belirler;

    > teokrasi
    > aristokrasi
    > monarşi
    > demokrasi

    teokrasi, diğer adıyla tanrı devletidir. din ve inancın ortaya koyduğu hükümlerle ülkenin idare edilmesidir. bu süreçte idari makamlarda ve karar alma mekanizmalarında dini otoritelerin hem fiziki hem fikri ağırlığı bulunur. devleti idare edenlerin kullandığı yasaların tamamının dini kaynaktan beslenmiş olması gerekmez. yasaların belirleyici ölçeği dini kaynaklı olsa yeterlidir. dolayısıyla, bir teokratik devlet aynı zamanda pozitif hukuktan, içtihat ya da örf ve adetten de beslenebilir fakat tüm bunların üzerinde dini kurallar bütünü vardır. diğer gayri dini kuralların hiçbiri dini kurallarla çelişemez. devlet idaresinde dini kaynaklara eğilim değişse de klasik çağlarda hüküm sürmüş devletlerin büyük çoğunluğu teokratikti. avrupa aydınlanması ve hümanizmin yükselmesiyle birlikte teokrasiler zayıflamış ve bildiğimiz anlamda tarihte modern çağ başlamıştır. günümüzde iran ve israil gibi halen teokratik devletler olsa da bunların tarihteki örneklerle mukayesesi oldukça zordur.

    aristokrasi bir seçkinler egemenliği olarak platontarafından toplumun iyiliği için zorunlu görülür. antik yunanistan'da demokrasinin hakim olduğu bağımsız şehir devletlerinde bir süre sonra toplum hayatı için hayati değere sahip mevkilere yeteneksiz insanların seçilmesi, kitlelerin güzel konuşan kişilerin peşinde bilinçsizce sürüklenmesi sokrates ve platon gibi bazı düşünürleri yeni bir arayışa iter ve böylelikle demokrasiye karşı seçkinlerin, uzmanların, teknokratların yönetimi savunulmaya başlanır.

    platon iki açıdan seçkinlerin idaresinin haklı bir istek olduğunu söyler.
    bunlardan ilki, kısaca, seçkinlerin toplumun diğer kesimlere göre bilgiye erişiminin daha mümkün olmasıdır. bilgi ile ahlakı bir tutan ve ahlaksızlığın cehaletten kaynaklı olarak savunan platon, daha bilgili soyluların daha ahlaklı ve dolayısıyla toplumun yönetmek için daha makul olduklarını ifade eder. detaylı bilgi için

    platon'un bir diğer açısı ise, devletin büyütülmüş insan olmasıdır. platon'a göre, insan ruhu üç kısma ayrılır: itkiler, irade ve akıl. bunlardan birincisi insanın yeme, içme, cinsel ilişkide bulunma gibi doğal ihtiyaçları veya arzuları ile ilgili kısımdır. bunlardan birincisi insanın yeme, içme, cinsel ilişkide bulunma gibi doğal ihtiyaçları veya arzuları ile ilgili kısımdır(iştahlı ve arzulayıcı kısım). ikincisi, insanın arzularını gerçekleştirirken, onların gerçekleştirilmesi için gerekli davranış ve cesareti gösteren kısımdır (öfkeli kısım veya yunanca thymos). nihayet, insan ruhunda akıl yürüten, düşünüp taşınan, seçim yapan üçüncü bir kısım vardır (akıllı kısım). ruhsal olarak sağlıklı bir insan, bu üç kısmın birbirleriyle barış ve uyum içinde olduğu insandır. platon'a göre, devlet büyütülmüş insan olduğuna göre bu kısımları devlet üzerinde de değerlendirebiliriz. böylelikle itkiler üreticiler, irade savaşçılar ve koruyucular ve akıl yöneticiler haline gelir. buradan hareketle platon, devleti kim yönetmeli sorusuna aydınlar cevabını verir. platon'a göre aydınlar soylular arasında çıkar. (çünkü yine platon'a göre, bilgiye erişmede soyluların imkanı çok daha fazladır). platon'un ideal toplumunda aydın yönetir, asker savaşı, işçi (köylü, tüccar, esnaf vb.) çalışır.

    platon'un seçkinler egemenliği anlayışının bir türevi de teknokrasidir. teknokrasi, idare ve karar alma mekanizmalarında teknik insanların, uzmanların bulunduğu bir idare şeklidir. teknokrasi aziz simon ve augeste comte gibi filozoflarca savunulmuştur. bunun aristokrasi altında ele alınmasının sebebi ise, klasik çağlarda teknokratların aristokratlar, soylular arasından çıkmasıdır.

    thomas hobbes ve tek kişinin mutlak yönetimi (mutlakiyet)

    yönetimi tek kişinin mutlak otoritesinde birleştiren bu yaklaşım, geçmişte monarşinin ve günümüzde diktatörlüklerin felsefi açıklamasını sunar.

    bu tek adamın meşruiyetini ise, insan doğal durumdan çıkışına bağlar. hobbes'a göre insan, doğası gereği, bencil bir varlıktır. o, bir yandan maddi ihtiyaçlarının (beslenme, barınma, üreme vb.) doyurulması peşinden koşarken, öbür yandan, başkalarına hükmetmek, onlara iradesini kabul ettirmek ister. ancak insanların arzuları, eğilimleri, doğal olarak, birbirlerine ters veya uzlaşmaz olduğu için bu durum onlar arasında çatışmalara yol açar. herkesin başkasına zararuna olarak bencil arzularını, eğilimlerini tatmin etme peşinde koşması "herkesin herkesle savaş durumunu" yaratır.

    hobbes'un şu ünlü sözü "homo homini lupus / insan insanın kurdudur." bu doğal durumu açıklamak üzere söylenmiştir. hobbes'un bahsettiği bu doğal durum, insanları sürekli olarak emniyetsiz, yalnız, yoksul ve kaba kılar. fakat bununla birlikte, insanlar yaşamak, varlıklarını sürdürmek isterler ve tabii zamanla akıllanırlar. insanlar, hayatta kalabilmek veya hatlarını sürdürebilmek için akıllarını kullanarak başka insanlarla bir uzlaşmaya girmenin ihtiyacını hissederler ve uzlaşmanın yolunu ararlar. bunun için onlar kendi aralarında birbirlerine zarar vermeme taahhüdünde bulundukları bir sözleşme yaparlar. ancak bir sözleşmeye uyulması için tarafları bu sözleşmeye uydurabilecek bir güç de gereklidir. işte devlete veya bir egemene ihtiyaç bu noktada ortaya çıkar. devlet, insanların kendi aralarında uymayı kabul ettikleri sözleşmenin şartlarına onları zorla uydurma gücüne sahip olan kurumdur. insanlar bir yandan barış için bir sözleşmeye girerken, öbür yandan kendilerini bu sözleşmeye itaat ettirecek ve uymayanları cezalandıracak bir egemeni kendi aralarından çıkarırlar ve ona kendi üzerinde iktidar ve yetki verirler. hobbes'a göre, bu egemen kişinin hem tek bir kişi olması hem de uyruklar üzerindeki egemenliğinin mutlak olması gereklidir. hobbes, egemenin birden fazla kişi olması halinde egemenin gücünün bölüneceğini ve doğal durumdaki sorunları tekrar yaşanabileceğini düşünür ve bu yüzden egemenin tek bir kişi olması gerektiğini ifade eder.

    jean jacques rousseau ve demokratik totalitarizm

    j.j. rousseau, hobbes gibi insanlığın doğal durumundan hareket eder ve yine hobbes gibi insanların bu doğal durumdan bir sözleşme ile medeni veya siyasal duruma, topluma geçtiklerini ileri sürer. ancak onun bu doğal duruma ilişkin tasviri hobbes'unkinden epeyce farklı olduğu gibi siyasal toplumda egemenin kim olması gerektiğine ilişkin görüşleri de hobbes'unkine taban tabana zıttır. bununla birlikte rousseau, egemenin gücünün mutlaklığı ve sınır tanımazlığı konusunda hobbes ile benzer düşünür ve bu bakımdan locke gibi bu gücün kesin olarak sınırlandırılmasını isteyen klasik liberal demokrasi geleneğine mensup düşünürlerden ayrılır. ayrıca, rousseau, egemenin gücünün sınırlandıracağı gerekçesiyle kuvvetler ayrılığı ve hatta sivil toplum örgütlerinin iradelerini reddeder. fakat burada kastedilen egemenlik, halkın egemenliğidir; kişinin, ailenin veya grubun değil. ilk örneklerinin meşruti monarşiler olduğu demokratik totaliterizm, esasında daha çok despotik cumhuriyetlerde kendini ortaya koymuştur.

    john locke ve liberal demokrasi

    locke da hobbes ve rousseau gibi toplumu sözleşmeye dayandırır ve yine onlar gibi doğal durum ve medeni durumu ayırır. fakat doğal durum tasviri farklıdır. doğal durumda insanlar eşittir ve aynı haklara sahiplerdir. aralarındaki ilişki doğa yasası tarafından düzenlenir. ta ki, paranın ortaya çıkışına kadar. parayla birlikte kendi ihtiyaçları için değil; pazar için üretmeye başlayan insanlar, zamanla burjuva toplumu meydana getirmişlerdir. bireysel ihtiyaç fazlası üretimin neticesinde mülkiyet kavramı gelişmiştir. böylelikle eski doğa yasasından teşekkül etmiş doğal durum bozulmuştur. bu bozulma beraberinde hobbes'un doğal durumunda olduğu gibi bir gerilim aşaması meydana getirmiştir. bu huzursuz, gerilimli durumdan kurtulmanın yolu ise, diğer insanlarla sözleşme yaparak medeni duruma, devlete geçmek olacaktır. locke, bireylerin doğal durumu terk edip bir sözleşme ile medeni duruma geçmelerinin nedeninin, canlarını, özgürlüklerini ve mülklerini daha iyi koruma düşünceleri olduğunu söyler.

    bu sözleşme kapsamında oluşan devlet düzeninin sürdürülebilir olması için insan aklı iki ilke ortaya koyar.

    1. çoğunluk ilkesi
    çoğunluğun sözünü geçmesi ve böylelikle azınlığın tahakkümünün sonlanması.

    2. kuvvetler ayrılığı
    egemenliğin ve onu idare eden gücün sınırlandırılması, kontrollü hale getirilmesi.

    günümüz modern demokrasilerinin halkın egemenliği, sınırlı güç, hukuk devleti, mülkiyet hakkı, bütün insanların yasalar önünde eşit olması gibi çıktıları locke görüşlerinin eseridir.

    locke'un bu görüşleri, şu ana kadarkiler arasında en modern ve makul olanıdır. fakat bununla birlikte farklı yönlerden farklı eleştiriler almıştır;

    > teokratik itiraz. dinciler, dini kuralların yadsınması sebebiyle itirazda bulunurlar. çünkü, demokratik düzen pozitif hukuk içeren anayasal düzendir, dini kaideleri ya tamamen ortadan kaldırır ya da minimize eder. ayrıca, demokratik toplum seküler olmaya meyillidir.

    > aristokratik itiraz. çoğunluğun kararı her zaman doğru değildir ve karar alma mekanizmalarını yozlaşmaya iter. demokrasi, demagoglar üretir. sanırım itirazlar arasında en makul olanı bu. fakat üzerinde epey tartışmak gerekir. şimdilik geçiyorum.

    > faşizan itiraz. devletin yüceliği ve mutlaklığını esas alan hegel gibileri tarafından yöneltilmiştir. liberal demokrasi, devletin kapsamını ve gücünü büyük ölçüde sınırlar.

    > marksist itiraz. liberalizme ve kapitalizme yönelik yapılan bu itirazlar, demokratik düzen için de geçerlidir. epey kapsamlı olan bu itirazlara burada detaylıca girmek yerine kısaca geçmek daha iyi olacaktır. yeryüzündeki tüm maddi kötülüklerinin müsebbibi olarak görülen sınıf sistemi, temelde mülkiyet kavramından ortaya çıkar. john locke'un doğal durumdan medeni duruma geçişin sebeplerinden biri olarak gördüğü mülkiyet, marx'a göre "medeni durum"daki tüm kötülüklerin anasıdır. marksizm gibi bir düşünce sisteminin çıkış noktası bu olduğuna göre, liberal demokrasiye temelden zıt olduğu rahatlıkla söylenebilir. iki zıt düşüncenin belki de tek ortak yanları vardır; o da halkın egemenliğidir.

    siyaset felsefesinin üçüncü sorusuyla konumuza devam edelim;

    3. egemenlik mutlak mı sınırlı mı olmalı?

    siyaset felsefesinin "devleti kimler yönetmeli?" sorusuna verdiğimiz cevap, esasında sonraki sorulara da cevap ihtiva ediyor.
    bu sonraki sorular biri olan egemenliğin ölçüsü ne olmalı veya bir diğer deyişle egemenlik mutlak mı yoksa sınırlı mı olmalı sorusuna,
    mutlak diyenler; teokrasiyi savunanlar, hegel gibi monarşiyi savunanlar ve j.j. rousseau gibi totaliter demokrasiyi savunanlar olarak özetleyebiliriz.
    egemenliğin sınırlandırılmasını yani meşruti bir düzeni savunanlar ise, bu isimlerden geriye kalan neredeyse bütün düşünce dünyası. tabii bunların arasında anayasal demokrasiyi savunan locke, mill ve hayek gibi liberalleri, en hararetli savunucular olarak bir kenara koymamız da fayda var.

    lord acton şu sözüyle bu sorunun cevabını bitirelim: "her iktidar bozar. mutlak iktidar mutlaka bozar."

    4.devletin birey ve toplum üzerindeki ağırlığı nasıl olmalı?

    ya da bir diğer deyişle devlet mi esastır, toplum mu yoksa birey mi?
    bu soruya devlet diyen en önemli düşünürlerden biri, hegel'dir. hegel'in mutlak devlet anlayışı ilerleyen yıllarda italya'da faşizm ve almanya'da nasyonel sosyalizmin fikirsel altyapısını oluşturmuştur. ayrıca, bir uluslararası ilişkiler teorisi olan realizmde burada beslenir.
    bu soruya toplum esastır diyen en bilindik akım, sosyalizmdir. sosyalizmde ne devlet esastır ne de birey.
    bu soruya birey esastır diyenler ise, liberallerdir. john locke ile ilgili pasajda epey bahsetmiştik.

    bu soruyu biraz değiştirip "devletin sorumluluk alanı nedir?" diye sorduğumuz da yukarıdaki üç farklı ana akım şu şekilde cevaplar verecektir;

    1. güvenlik ve yargı
    2. eğitim ve sağlık
    3. sosyal yardımlar
    4. ekonominin idaresi

    liberalizm, devletin birincil sorumluluk alanının güvenlik ve yargı(1. madde) olduğunu savunur. eğitim ve sağlık(2. madde) ikincil sorumluluk alanıdır fakat bu alanda kamu mutlak egemenliğe sahip değildir. özel kuruluşlarda eğitim ve sağlık alanında hizmet sunabilir. liberalizm devletin sosyal yardımları(3. madde) tamamen kesmesi veya minimuma indirgemesi gerektiğini çok katmanlı sosyoekonomik sebeplerle savunur. son olarak ekonominin idaresi (4. madde) ise, ekonominin sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için devletin elini çekmesi, dahil olmaması gerektiğini savunan bir alandır. ekonominin işleyişine doğrudan ve dolaylı olarak kamudan gelen herhangi bir müdahaleyi reddeder. fakat ironiktir, liberalizm, ekonomik kriz dönemlerinde kapitalist sistemin sürdürülebilmesi için devletin ekonomiye müdahalesinin de gerekli olduğunu düşür. bir başka deyişle, ekonomik liberalizm, devletin ekonomiye müdahalesine karşıdır; kriz dönemleri hariç.

    devleti esas olan realizm anlayışı, 1. 2. ve 3. maddeleri devletin sorumluluk alanı olarak görür. 4. madde için ise, muhtelif görüşler bulunmaktadır.

    marksist/sosyalist yaklaşım, yukarıda sıralanan dört maddenin dördünün de devletin sorumluluk alanına girdiği ve bu dört alanda da mutlak kontrolünün olması gerektiğini savunur. özellikle liberalizmin devleti dışarıda tuttuğu 3. ve 4. maddelerde, devletin yokluğu burjuva ve kapitalistin hakimiyetine yol açar. bu hakimiyet sınıflı topluma yol açar. komünizmin gerçekleştirilebilmesi için bu dört alanda da mutlak devlet hakimiyeti sağlanmalı ve kapitalistlere meydan boş bırakılmamalıdır.

    gördüğünüz üzere bu dört madde üzerindeki devletin sorumluluğu / hakimiyeti felsefi yaklaşımların idealize edilmiş toplumsal yapılarını ortaya koymaktadır.

    # siyaset felsefesine dair şahsi görüşlerim

    bu entry bitirirken son olarak artık şahsi görüşlerimi de sunayım.

    öncelikle modern dünyada devletin ulusiçi ve uluslararası düzeyde pek çok kötülüğün aracı olduğu muhakkak. fakat bu, devleti, kötülüğün sebebi yapmaz ve hatta devleti kötülüğün kaynağı olarak savunmak, bizim hedef şaşırmamıza sebep olur. dolayısıyla, yeryüzünde bir kötülük varsa, bunun sebebi olarak bir araç olan devleti görmek yerine uluslararası sistemdeki tüm aktörlere pay çıkarmalıyız. bunda devletleri idare eden yönetici erki, uluslararası finansal sistem, uluslararası şirketler ve hatta din ve ideolojilere dahi pay çıkarmalıyız. devletsiz bir dünyanın daha iyi olacağı tamamen farazi bir düşüncedir. zira daha önce insanlığın hiç şahit olmadığı (doğal durumu kabul etmiyorsanız tabii) bir düzenden (veya düzensizlik demek daha doğru olabilir) bahsediliyor. tamamen teorik bir değerlendirmenin, pratik olarak tamamen muamma olan bir düzeni savunmak, şahsımca, insan aklıyla dalga geçmek olur.

    ayrıca, erdemli yöneticiler tarafından idare edilen devletlerin, sistemdeki bozulmalara karşı kullanılabilecek en iyi araç olduğunu da söylemek gerekiyor. insanlığın ilkel çağlarından modern çağa değin sosyokültürel ve sosyoekonomik alandaki gelişmeler, kabul etmek gerekir ki, devletlerin imkanları ve araçlarıyla sağlanabilmişti. dolayısıyla, şayet bir hata ve bozulma varsa, bunun müsebbibi olarak devletleri görmek yerine devletleri idare edenleri sorgulamak daha mantıklı olacaktır. ki gelgelelim günümüzde uluslararası sisteminde devletlerin başat aktörlüğü sarsılmak da ve yükselen şirketler devrine giriş yapmaktayız. neticede devlet, pek çok açıdan gereklidir ve değerlidir.

    "devleti kimler yönetmelidir?" sorusuna "toplumsal düzende huzur ve refah hangi rejimle sağlanabilir?" sorusuyla karşılık verebiliriz.

    mantıki değerlendirmesi yapılamayan, yasaklamaya, ksııtlamaya ve ötekileştirmeye meyilli dini kaide ve kurallarla hükmetmek belki, bu kaide ve kuralların yarattığı dogmalarla yaşamını biçimlendirmiş kitleler için makul olabilir. fakat bu beraberinde medeniyetler çatışmasını getirir ve getirmiştir de. dolayısıyla, ulusiçi ve uluslararası çatışmalara zemin hazırlama potansiyeli itibariyle teokratik rejim savunulamaz.

    seçkinlerin idaresi, tarihin uzunca bir döneminde gördüğümüz aristokratik rejimi ortaya koymuştur. idari mekanizmalara konuşlanmış bu seçkinlerin, iyi eğitimli ve entelektüel kişiler olmasıyla rejimin huzur ve refaha katkısı artmıştır. fakat aristokrasinin sadece ekonomik varlıklarıyla öne çıkıp entelektüel olarak düşük profilli olmaları halinde huzur ve refaha ters etkisi olmuştur. dolayısıyla, seçkinlerin idaresi bir nevi şansa dayalıdır. 19. yüzyıla kadar aristokrasinin varlığı makul görülebilirdi. ta ki bu yüzyılda yaşanan hümanist gelişmelerle özelde bireyin genelde alt sınıfların bilinçlenmesiyle halkın egemenliğinin önünde aristokratik gelenekler duramamış ve hızla zayıflamıştır. günümüzde ise, klasik anlamıyla bir aristokratik düzeni savunmak mümkün değildir. fakat bu seçkinlerin idaredeki önemini azaltmaz. bu sebeple, günümüzde soydan veya maddiyattan gelen seçkinlikten ziyade liyakattan, uzmanlıktan ve entelektüel kapasiteden gelen bir seçkinlikten bahsetmemiz ve savunmamız mümkündür. kısaca, teknokrasi dediğimiz bu düzende bir konunun uzmanları, o konunun idare ve karar alma mekanizmalarına yerleştirilir. onlar artık sadece danışman değil; aynı zamanda idareci olarak görülmelidir. bu son haliyle teknokrasi, liyakatın esas alındığı meritokratik düzende pekala da savunulabilir. fakat meritokrasinin ancak yeterince eğitimli kitlelere sahip olmayan ve buna rağmen demokratik siyasi seçimlerle idaresini belirleyen ülkelerde tutunabileceğini, savunulabileceğini belirtmeliyiz. toplumu yeterince eğitimli olan demokratik ülkelerde meritokrasiye zaten ihtiyaç kalmaz. çünkü, bu tip ülkeler aynı zamanda hukukun çok güçlü olduğu ülkeler olacağından hem adil ve liyakat esasları bürokratik mekanizmalar oluşturmuştur. netice itibariyle, bir seçkinler idaresi, teknokratlardan teşekkül etmeleri halinde ve sadece yeterince eğitimli olmayan fakat demokratik seçimlerle idaresini belirleyen ülkelerde makul görülebilir.

    monarşiler ise, aktif olarak ömürlerini dolduran ve ancak pasif olarak sembolik anlam taşıyan yapılar olduğundan savunulması, savunulsa dahi uygulanması mantıken doğru olmayacaktır. halen monarşiyle idare edilen ülkelere de, ne diyelim, allah kurtarsın.

    ve tabii son olarak demokrasi.
    birtakım eksiklikleri, yetersizlikleri ve zaman zaman siyasi krizleri olsa da elimizdeki en iyi seçenek ve hatta tek seçenek olması itibariyle demokrasi savunuyoruz.
    fakat demokrasi hakikaten her zaman her yerde en iyi seçenek midir ve hakikaten başka seçenek yok mudur?
    demokrasiler, diktatörlüklere zemin hazırlıyorsa, halen savunulabilir mi? platon'un çok haklı olarak ifade ettiği bu durum pek çok defa tecrübe edilmiştir;

    "demokrasi, bir eğitim işidir. eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. devam edilirse demagoglar türer. demagoglardan da diktatörler çıkar."

    peki, eğitimli kitlerle eğitimsiz kitleleri nasıl ayırabiliriz? hangi kitle için demokrasinin daha makul olduğunu hangi ölçütlerle belirleyebiliriz?

    buna verilebilecek pek çok subjektif cevap olduğuna eminim. fakat sanırım verilebilecek en objektif cevap; popülizme meyildir.
    derinliğini ve etki alanını düşünmeden, geleceğe yansımasını hesap etmeden bir siyasi kararın, sadece ve sadece bireysel faydasına bakarak savunuyor veya reddediyorsa, o kitlelere eğitimsiz denilebilir. ki bu fayda kısa vadeli olup uzun vadede tam tersi bir zarar meydana getirecekse, fakat bu kitleler tarafından görülemiyorsa, eğitimsizlik ayyuka çıkar.
    popülist söylemlere meyilli insanların ortak özelliği de yeterli eğitimimi alamamış insanlardır. bu insanlar, derinlemesine ve bütüncül düşünemez. duymak istediklerini söyleyen siyasilere oylarını verirler. aldıkları siyasi kararlarla günlerini kurtaran fakat geleceklerini yakan siyasilere destek verirler.

    dolayısıyla, demokratik geleneği zayıf olan toplumlarda demokrasilerin, popülist söylemlerle neticesinde diktatörler yaratması şaşırtmaz. bunu engellemenin iki yolu vardır; ya demokrasi için uzun uğraşlar, bedeller ödenmelidir ya da aydınlanmacı seçkinler ve/veya despotlarla demokrasiye toplumsal zemin hazırlanmalıdır. batı demokrasileri, ilk yolu seçmiştir, daha doğrusu o yolu yaratmıştır.türkiye ise, ikinci yola mecbur kalmış ve maalesef aceleci davrandığı için demokratik zemin yeterince oturmamıştır. toplumun seçkinler veya despotlar tarafından demokrasiye hazırlanması da insanı tebessüm ettiren bir başka ironik süreçtir.

    platon'un demokrasi reddiyesini içeren yukarıdaki sözünün ardından kapanışı churchill'in demokrasiyi istemeyerek güzellediği deyişiyle bitirelim;

    "demokrasi en kötü yönetim biçimidir; bugüne kadar denenen diğer bütün yönetim şekilleri hariç."

    not: işbu siyaset felsefesinin tarafımca çıkarılmış naçizane notunun kısalığı, yetersizliği aşikardır. bu sebeple, siyaset felsefesine dair her yeni okumayla birlikte bu entryi genişleteceğim. ta ki, sıkılana kadar. eksik ve dahası yanlış olduğunu düşündüğünüz yerlerle ilgili yeşillendirmenizi rica ederim. özellikle, son kısımdaki siyaset felsefesine dair şahsi görüşlerim eleştirecek arkadaşları görmek beni pek bir memnun edecektir.

    özellikle bazı konular ve kavramlar var ki, üzerinde ne kadar konuşulsa ve yazılsa bana az geliyor. demokrasi ve özgürlük bunlardan biri. uygun olduğum ilk anda bu iki kavrama dair detaylı bir içerik girmeye çalışacağım. tabii yine felsefe geçmişimizden faydalanarak.

    son olarak bu özet çalışmanın ahmet arslan hocanın henüz okuduğum kitaplarından yaptığım bir derleme olduğunu belirtmeliyim. aynı kitapları okumuş arkadaşların 'bunu ahmet hocadan çarpmışsın.' tepkilerini de böylelikle savmış olayım.
  • (bkz: john gray)
  • siyaset felsefesi, siyasi yaşamı, devletin özünü, kaynağını, değerinin ne olduğunu felsefeye özgü bir yaklaşımla ele alan ve inceleyen bir felsefe dalıdır. siyaset (politika) devlet işlerini düzenleme, yönetme ve ya insan toplulukların] yönetme sanat ve etkinliği şeklinde tanımlanmaktadır. siyaset felsefesi, insanı yerleşik düzene geçmiş, toplu hâlde yaşayan bir varlık olarak kabul eder. toplumun yönetiminde iktidarın nasıl oluştuğunu, bireylerle ilişkisini araştırır. iktidarın varlığını nasıl ve ne şekilde sürdürdüğünü konu edinir ve inceler. siyaset konusuyla siyaset bilimi de ilgilenir. bu disiplin, başta devlet olmak üzere siyasi kurumlar, yönetim şekilleri, siyasi ilişkiler gibi konuları herhangi bir değer yargısında bulunmadan ele alır. yalnızca betimleme ve açıklama amacındadır. oysa siyaset felsefesi, siyasetle ilgili her şeyin doğasını araştırır, geçerliliğini sorgular ve en iyi siyasi düzenin hangisi olabileceği konusunda öznel yargılarda bulunur. bu bakımdan siyaset felsefesinin alanı, siyaset bilimininkinden çok daha geniştir. siyaset felsefesi, olanı betimlemeyi değil, olması gerekeni ortaya koymayı amaçlar. olması gereken ideal devlet düzenlerini ve bunlardaki bireyin, toplumun, devletin hak ve görevlerini araştırır. oysa siyaset bilimi, siyasal yaşamın olgularından hareket ederek nesnel sonuçlar ortaya koymaya çalışır. devlet ve toplum yönetimi ile ilgili tüm etkinlikleri hem siyaset bilimi hem de siyaset felsefesi inceler. siyaset bilimi; devlet biçimlerini, siyasi olguları ve süreçleri açıklar ve olanı olduğu gibi inceler. siyaset felsefesi ise var olan siyaset üzerine bir sorgulama ve akıl yürütme etkinliğidir. siyaset felsefesi, ideolojiler üstü bir tutumla olması gerekeni araştırır.felsefe
  • siyaset felsefesinde iki temel soru vardır.
    - kim, hangi haklara sahip olacak? yurttaşların hak ve ödevlerinin temeli ne olacak?
    - egemenlik kimde olacak? siyasal dağılım nasıl olacak?

    aslında siyaset felsefesinin en önemli sorunu, devletin varlığı sorunudur. devletin var olup olmaması gerektiği ile ilgilenir. devlet eğer var olmak zorunda ise neden var olmak zorundadır? "neden" sorusu bu nesnenin özünü sorgular.
    devletin kökeni sorunu felsefede bir temel bulma sorunudur.

    siyaset felsefesi özünde devletin tarihsel olarak nasıl ortaya çıktığı ile ilgilenmez. devlet kavramının var oluş nedenine temellendirme arar. bu da insan doğasına kadar gider. devlet olmasaydı ona ihtiyaç duyulur muydu?

    siyaset felsefesi de etik gibi aklın pratik etkinliğini soruşturur. eylemlerimize yön veren akıl nasıldır? siyaset olguları etik olgulardır ve bu nedenle siyaset felsefesi de etikten temeller alır. aralarında alt ve üst disiplin ilişkisi vardır.
  • hannah arendt’e göre, siyasetin varoluş nedeni özgürlüktür ve özgürlüğün deney (tecrübe) alanı eylemdir. eylem ve siyaset, özgürlüğün var olduğu kabul edilmeden kavranamayacak şeylerdir.

    schmitt’ e göre, dostun ve düşmanın kim olduğu kararını veren, örgütlenmiş siyasal birliğe devlet denir. düşman, rakibimiz ya da genel anlamda hasmımız değildir. düşman, insanlardan oluşan bir bütün karşısında mücadele den benzer bir bütündür.

    bu açıklamalardan yola çıkarak insanlar çeşitli nedenlerle (din, ırk, cinsiyet vb. gibi) bir araya gelerek bir düşman belirliyorlar. kimin düşman ilan edileceğini ise toplumdaki liderler karar veriyor. düşmanların olmadığı barış durumunda siyaset ortadan kalkmaya başlıyor ve liderler de sırandan vatandaşlar gibi normal bir yaşam yaşıyorlar. fakat bir düşman varsa liderler güçleniyor ve saraylarda lüks bir yaşam sürmeye başlıyorlar.

    mücadelenin ortadan kaldırıldığı bir dünya, pasifize edilmiş bir yer küre, dost-düşman ayrımının olmadığı, dolayısıyla siyasetin de olmadığı bir dünya anlamına gelirdi. ama insanın doğası gereği bu imkansızdır.

    eğer halkın bir kısmı artık hiçbir düşman tanımadığını ilan ederse, bu halk kesimi düşman safhına geçmiş ve ona yardım ediyor demektir.

    bir halkın, siyasalın alanında kalma gücü ya da iradesi yoksa, bu durum, siyasal olanın yer yüzünden kalkacağı anlamına gelmez. ortadan kalkan sadece zayıf bir halktır.

    günümüzde dost-düşman ayrımı yavaş yavaş önemini yitirmeye başlasa da eskiden olduğu gibi bugün de siyaset kaderimizdir; değişen ise, ekonominin de siyasal bir unsura dönüşmüş olması, dolayısıyla kaderimiz haline gelmesidir.
  • siyaset felsefesinin ana konusu siyasal gücün ahlâkî olarak değerlendirilmesidir. siyasal gücün en önemli tezahürü, toplumun diğer bütün bireyleri, kurumları ve kurallarının üzerinde en güçlü etki ve yetkiyle donatılmış yönetime ve bunlarla ilgili kanunlara sahip olan devlette ortaya çıkar. siyaset felse- fesi bu güçlü siyasal iktidarları ahlâkî denetim altına alarak iktidarın kaynağı, sınırları, amaç ve hedefleri hakkında ahlâkî koşullarla onları denetimleyecek ölçütler getirmekle ilgilenir.
    siyaset felsefesinin ahlâk felsefesinin bir uygulaması ya da dalı olması bundan ileri gelir. bu iki felsefe dalı ve kendi öz konuları arasındaki ilişkiler sürekli yanlış anlaşılmıştır. bazen söylenen şey şudur: siyaset felsefesi devlet için zorunlu ve iyi olanla ilgilenirken ahlâk felsefesi birey için zorunlu ve iyi olanla ilgilenir veya siyaset bilimi insanın görünen eylemleriyle ilgiliyken ahlâk ilmi ise insanın iç hayatıyla ilgilidir. bazen ahlâk ilmi ve siyaset biliminin birbirinden keskin hatlarla ayrılması gerektiği de vurgulanır. böyle bir ayrım için en azından iki iddia ileri sürülür. ilki, insanların birbirleriyle ilişkilerindeki ahlâkî gereklilik, siyasal güç elde etme ya da milli menfaat pe- şinde koşma gibi eğilimler ve tavırlardan oldukça farklıdır. diğeri ise, siyasal anlaşmazlıkları ahlâk kavramlarıyla tartışmak, onları çözülemez hale getirir, th
    çünkü bu gerçeği ihmal etmek beraberinde ahlâk dersi vermeye yol açar. hatta insanlar ahlâkî ilkenin ne olduğu konusunda da anlaşmaya isteksiz gibidirler. bu görüşler geniş ölçüde birbirlerine karıştırılır. ahlâk felsefesi, sadece birey merkezli ortaya çıkan sorunlarla ilgilenmez. zira ahlâkî yükümlülüklerin büyük bir kısmı bireyler arası alanla sınırlı değildir. yine ahlâk felsefesi yalnızca içsel güdüler ve amaçlarla ilgili de değildir. çünkü görünen eylemler de onların altında yatan özel güdüler göz önüne alınmadan ahlâkî açıdan değerlendirilebilir. diğer taraftan siyaset felsefesi görünen eylemlerle olduğu kadar kişilik ve güdü ile de uğraşır. örneğin, yasal bağlamda kasıt ve bilinçlilik durumu, suç sorumluluğunun oluşmasında önemlidir; ve genel olarak, her siyasal rejim gönüllü itaati ve tam bir vicdanî bağlılığı elde etmeyi dener. dahası belli bir siyasal temsilci ve topluluğun amaçları ne olursa olsun, onların eylemleri sade bir biçimde ahlâkî eleştiriye tabi tutulabilir ve tutulmalıdır. çünkü onların eylemleri, insanların hüznüne ya da mutluluğuna yol açacak çok büyük sonuçlar doğurmaktadır. böyle bir değerlendirme siyasal gücün gerçekliğini inkâr etmeyi ya da sarsılmaz bir ahlâkçılığı gerektirmez. aksine, hoşgörüsüz duran ideolojilere karşı durarak karşılıklı düşünmeyi vurgulayan ahlâk kuralları çerçevesinde kalarak, var olan siyasal tartışmalarda ve bunlar doğrultusunda oluşan değerlendirmelerde belirli bir ahlâkî değer vardır. böyle oluşmuş olan ahlâkî ilkelerin uygulanabilirliği, öncelikle zorunlu olarak kendi hakikatlerinin gerçekçi bir şekilde fark edilmesini talep eder.
    siyaset felsefesi ve ahlâk felsefesi arasındaki bu ilişkiyi doğru bir şekilde ortaya koymak gerekirse şunları ifade edebilirim: ahlâk felsefesi, ahlâkî değerler ve yükümlülükler hakkında oluşan en genel düşüncelerle ilgilidir; siyaset felsefesi ise siyaset ve siyasal düzenin ahlâkî meselelerine bu düşüncelerin uygulanmasıyla ilgilenir. böyle bir uygulama çok somut olaylardan çok soyut meselelere kadar geniş bir alanda ortaya çıkabilir. aslında bunun yanında siyaset felsefesi, hükümet ya da kamu politikalarının ahlâkî meselelerine cevap vermek için temel ilkeler ve ölçütler ortaya koymak, onları tahlil etmek ve geliştirmekle ilgilenir. bu durumu ve tahlilleri sürdürürken siyaset felsefesi söz konusu meseleler hakkında birini diğerine karşı haklı çıkarmada makul deliller ileri sürer.
    bu zihinsel veya akılcı çabasından dolayı siyaset felsefesi bir ideolojiyle aynı anlama gelmez. ki ideoloji, herhangi bir topluluğun kendi taleplerini elde etmek için ileri sürdüğü iddialarını akla yatkın hale getirmesi anlamına gelir. siyaset felsefesi konusunda yapılan büyük çalışmaların çoğu, belirli ve önemli tarihsel dönemlerde ortaya çıkan konuların güçlü inançlarını yansıtmasına ve sık sık bu konuların şekillenmesinde büyük çaba harcamasına rağmen, bir siyaset felsefesinin önemi, kendi tarihsel dönemine aidiyet izlerini aşmasın- da ortaya çıkar. bir ideoloji sadece propaganda, ikna etme ve abartılı zaferle ilgilendiğinde değil, yalnızca doğruluk, geçerlilik, haklı çıkarma gibi genel ilkelerle ilgilendiğinde bir siyaset felsefesi olur. bunlardan dolayı bu kitapta 20. yy. insanını sarsan çeşitli ideoloji kaynaklı “izm”leri önemsemedim ve aynı şekilde “güncel” konuları da tartışmayı denemedim. bu, son gelişmelerde yeni olan hiçbir şeyin olmadığı anlamına gelmemelidir. fakat araştırmacı örneğin hobbes, locke ve hegel tarafından ortaya atılan konular hakkında eleştirel düşünebilirse o zaman bir hitler'in, bir stalin'in, bir gandhi'nin ya da roosevelt'in öğretilerini fazla zorlanmaksızın ele alabilir.
    siyaset felsefesinin ana konusu, siyasal güç hakkında ortaya çıkan temel ahlâkî meselelere verdiği cevapları akılcı bir şekilde ileri sürmek ve onları temellendirerek savunmak olmasına rağmen, başka iki alt görevi daha vardır. ilki mantıksaldır. benim daha önce önerdiğim gibi siyaset felsefesi yalnızca genel ve temel siyasal yargılar oluşturmaz ve ileri sürmez, aynı zamanda onların mantıksal tahlillerine de kafa yorar. bu, siyasal yargıların ya da değer- lendirmelerin desteklenebildiği veya haklı çıkarılabildiği usullerin bir araştırmasını içerir. aynı zamanda “devlet”, “hukuk”, “hükümet”, “güç”, “otorite”, “adalet”, “hak”, “özgürlük”, “eşitlik” gibi, siyasal yargılamaları tasvir eden önemli kavramların anlamlarının tahlilini de içerir. siyaset felsefesinin bu mantıksal görevi ile onun temel ahlâkî görevi arasındaki ilişkide bir üstü kapalılık vardır ancak bu durum ilişkinin karmaşıklığından ileri gelir.
    siyaset felsefesinin ikinci alt görevi gerçeklere dayanır veya tecrübîdir. siyaset felsefesi, siyaset bilimine ve deneyime dayalı sosyal araştırmaların ilgilendiği olgulara başvurmak zorundadır veya en azından onları hesaba katmalıdır. bunun temel nedeni “-meli, -malı”nın “-ebilir”i içerdiği meşhur kantçı öğretide özetlenir. eğer siyaset filozofu, insanların siyasal ilişkilerinde ahlâkî olarak uyması gerekenleri söyleyecekse şu halde o, kesinliklerin ihtimalleri sınırladığından dolayı bu alanda muhtemel olan şeyi bilmelidir. bu durum, siyaset filozofunun niçin sürekli olarak insan doğası hakkında temel
    fiilî meselelerle, toplumun ve devletin nedensel belirlenmişlikleriyle ilgilendiğini açıklar. siyasal ahlâkın çıkarımları, ister doğrudan yaşanan fiilî meselelere verilen cevaplardan çıkarılsın isterse çıkarılmasın, cevaplar en azından bu çıkarımlar doğrultusunda sınırlanmış olan durumları gösterir. onlar çıkarımlar için gerekli olan ve tamamen uygun ahlâkî öncüllerden oluşan yeterli koşulları sağlar.
    (bkz: https://dergipark.org.tr/…nload/article-file/582225)
  • siyaset felsefesi, devlet, hükûmet, siyaset, özgürlük, mülkiyet, meşruiyet, haklar, hukuk gibi konular hakkındaki, bu kavramlar nedir, neden ihtiyaç vardır, bir hükûmeti ne meşru kılar, devlet hangi özgürlükleri ve hakları neden korumalıdır, hangi biçimde kurumsallaşmalıdır, kanun nedir, vatandaşın devlete karşı yükümlülükleri nelerdir, bir hükûmet yasal olarak neden ve nasıl görevden çekilmelidir gibi temel sorulara cevap arayan ve bu konuları felsefeden faydalanarak inceleyen sosyal bilim dalıdır.
  • tuba acik kaynaklarda siyaset felsefesine giris adli harika bir kaynak bukunmakta. dun itibari ile okumaya basladim. akici bir bicimde ilerliyor. sosyal bilimlerle bir sekilde iletisim halinde olanlarin okumasi onerilir.

    link
hesabın var mı? giriş yap