• sweet rush, dilimize çevrilmiş haliyle "sazlıkta" ya da eğir otu. 28. uluslararası istanbul film festivali'nde, "let there be love" bölümünde gösterime girdi. filmin yönetmeni andrzej wajda. film, berlin'de altın ayı için yarışmış,alfred bauer ödülünü kazanmış. filmin oyuncuları arasında krystyna janda, pawel szajda ve jan englert var.

    filmde beni en fazla meşgul eden mesele mimik görmeden sadece mizansen ve sesle de insanın canını acıtabilmeyi -üstelik de bilmediğim bir lisanda- başarabilmiş olmasıydı. filmin kadın oyuncusu krystyna janda'yı özellikle hikayeye ön veren öznel durumunu anlattığı bölümlerde çok başarılı buldum.
  • polanski'nin popülaritesini bir kenara koyarsak yaşayan en büyük polonyalı yönetmen diyebileceğimiz andrzej wajda'nın son filmi.

    eski doğu bloku ülkelerinin sinema kuramları üzerine yetkinliği ve derinliği tartışılmaz. hele ki lodz gibi bir sinema okuluna sahip polonya'dan çıkan işler genel kavrayışın üstünde bir yer tutup oldukça sofistike olabiliyor -sevemedim sofistike kelimesini de bir türlü, bu da son olsun-. ama kimi zaman, özellikle o yakadan, sazlıkta örneğinde olduğu gibi bahsedilen tarzda işler önümüze gelince “sanat nedir, tam olarak nerededir, nasıl icra edilir vb” meseleleri daha fazla kafamı kurcalıyor. sinema özelinden bakarsak mevzuya kriterlerimiz neler olacak. haliyle ortada nesnel kriterler de yok aslında ama ortalama bir sinema izleyicisi film ile nasıl uzlaşacak burası tartışılabilir. en büyük mesele uzlaşı galiba sanatta. her türlü performans sanatı saçmalığını bile uzlaşı ile yüksek bir makama terfi ettirebiliriz kolayca. yani deneysel olan, kuramsal olarak sağlam bir altyapısı olan ya da sanat filmi gibi nahoş bir şekilde kodlanan filmlerin bu yüksek sanat titrini sırtlarına geçirmeleri için ne gerekir, nereye kadar kabul edilebilirdir burada bazı sıkıntılar var sanki. asıl derdim şu ki; sanatın elle tutulur kodlarını, ne olup olmadığını geçtim kimi zaman kolaya kaçmaya fırsat verebiliyor bu kaygan saha. yani sattığın şeyin konvansiyonel olmuyor oluşu onu hemen tam zıttı bir makama oturtabiliyor. kimi zaman da yönetmenler bunu suistimal edip tamamen kişisel sıkıntılarını, iç dünyalarından gelen yine tamamen öznel imgeleri, fenomenleri veya yenilikçi olabilecek her türlü denenmemiş, sınırları zorlanmamış fikri alıp seyirciye o maskenin ardından pazarlayabiliyorlar. yani derdim sanatla alakalı o meşhur tartışmayı kaşımaktan ziyade bunun sıradan olanı cilalaması ile ilgili aslında. mesela sazlıkta örneğinde olduğu gibi bir oyuncuya metni vererek onu kamera karşısında konuşturmaya başlar ve hikayeyi onun ağzından seyirciye dinletirsek bunun ne kadarı sinema oluyor. dogma 95 ne kadar sinemanın ruhuna denkti bunu da tartışmak lazım. yani sinema bizatihi hayat mıdır, onun birebir resmedilişi midir dediğimizde dogma 95 in cevabı duvara tosluyor. çünkü değildir, olmak zoruda da değildir. wajda’nın otobiyografik bir etkileşimden doğduğu izlenimi veren ve film içinden film gibi bir tercih ile perdeye gelen bu son filmi hem yenilikçi hem deneysel olmaya çalışırken öte yandan da sinemanın kuralları ile oynamayı seçiyor. ilk bakışta bu kadar sert bir biçimde o kuralları alaşağı etme denemesi gibi görünmese de sahip olduğu birden fazla farklı üslup ile wajda’nın bir şeyler denediğini kestirmek güç değil aslında. başta bahsettiğimiz mevzuya geri dönüp uzatmadan toparlamak gerekirse wajda “deniyor” ve bunu yeni bir tarz, parlak bir fikir gibi lanse ederken sanat filmi etiketinin arkasına sığınıp sıkıcı olmayı ve “gibi yapıp” aslında dişe dokunur bir şeyler söylemeden üzerinden üstünkörü geçmeyi becerirken sinemaya dair kaideleri de niteliksiz bir şekilde sarsıyor. bana sorarsanız ne kadın olmak meseleninin, ne aşkın, ne ölümün, ne yaşlılık mefhumunun hakkını veremeden -hatta sazlığın bile- oyalayıp duruyor bizi.

    baktım dedemden büyük yaşı var saygızılık yapmak da istemiyorum ama olmamış baabi.
  • enteresan bir film. güzel veya kötü demek çok zor çünkü film alışılagelinenden oldukça farklı. kimi zaman tek plan sadece kadının düşüncelerinden oluşan bölümler var ki bunlar çok durağan olmasına rağmen filmin en iç gıcıklayan bölümleri. şimdi-geçmiş arasında gidip gelen bir hikayeyi de çözmeye çalışıyoruz bir yandan.
    spoiler olabilir:
    konusu kısaca hasta ve ölmek üzere olan orta yaşlı bir kadının monoton yaşamından bir parça uzaklaşmak adına genç bir çocukla görüşmeye başlaması ve çocuğun sazlıktaki sulardan eğir otu toplayama çalışırken boğulması ile devam eden dram. film şimdi-geçmiş arasında gidip geldiği için dram aslında ilk sahneden itibaren var. bazı sahneler insanı düşündürüyor tabi film çekenler, gizli oda, otostop sonrası gibi.
    sonuçta bence yönetmen izlemesi keyifli farklı bir dram koymuş ortaya..
  • senaryo olarak doyurucu olmasa da teknik olarak deneysel ve farklı bir filmdir. sinemada yeni teknikler görmek isteyenlere tavsiye ederim.
  • bizim yemeklere en yakin cek yemegidir. cig ve sifir sinirli et gelir, etrafinda kucuk kaplarda baharat cesitleri ve cig yumurta; ardindan sicak, kizarmis ekmek gelir. ekmeklere sarimsak surulur. uzerine de cig et surulup yenir. mukemmeldir. cig koftenin fantezi halidir.
hesabın var mı? giriş yap